“Gelişmelerinin belli bir
aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket
ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka
bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin
gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O
zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”[1]
“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözündeki bu
ünlü satırların ardından Marx şu şekilde devam eder:
“İktisadi temeldeki değişme,
kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst
oluşların incelemesinde, daima iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu
ile -ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- hukuki, siyasi, dini,
artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine
vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek
gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak
bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da bu dönemin kendi
kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine,
bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle toplumsal üretici güçler ile
üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”[2]
Dünyanın bir “altüst oluş dönemi”nden geçtiği konusunda
herhalde kimsenin bir kuşkusu bulunmuyor. Bu döneme ilişkin kavramlaştırmaların
çok farklı ve çelişkili olması (“postfordizm dönemi”, “sanayi sonrası toplum”,
“üçüncü dalga”, “tarihin sonu”, “küreselleşme”, “iletişim çağı”, “bilişim çağı”
“postmodernite” vb.), gerçek bir altüst oluş dönemi yaşadığımızı olsa olsa
kesinleştiriyor.
Tamam, içinde bulunduğumuz dönemin kendi kendisi hakkındaki
değerlendirmelerden hareketle hüküm vermemeliyiz. Ama yine de, bir şeylerin
sonuna geldiğimize ilişkin iddiaların bu denli sıklıkla dile getirilmesi, en
azından bir tereddüt uyandırmıyor mu? Ya da, uyandırmamalı mı? Belki de
gerçekten, kapitalizm koşullarında yaşanan son altüst oluşla karşı karşıyayız!
Elbette nihai, bir hükme varmadan önce, üretici güçler ile
üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın durumuna bakmak gerekiyor...
Ders kitaplarından
öğrenmek
Herhalde bu satırları okuyanların büyük çoğunluğu, dünya
kapitalizminin bunalım dinamikleri hakkında bir fikir edinmek için başvurulacak
son kaynağın, burjuva iktisatçılarının kaleme aldığı ders kitapları olduğunu
düşünüyordur. Önyargılı olunmamalı! Hele her şeyin değiştiği bir çağda...
Yazarları arasında IMF’nin ünlü yöneticilerinden Stanley
Fischer’ın da bulunduğu bir ders kitabında,[3] burjuva
iktisadının geleneklerine uyularak, “bunalım”lar yerine “iş çevrimleri”nden
(business cycles) söz ediliyor. İş çevrimleri, kapitalizmin daha uzun
aralıklarla yinelenen ve daha köklü sonuçlar doğuran büyük bunalımlarını değil,
kısa dönemli dalgalanmaları anlatıyor. Söz konusu kitapta, tek bir bölümde
anılan iş çevrimleri, “toplam çıktı trend eğrisinin etrafındaki kısa dönemli
dalgalanmalar” olarak tanımlanırken,[4]
yatırım harcamalarındaki değişimin neden ve sonuçlarını tarif etmeye çalışan
“çarpan-hızlandırıcı modeli”yle açıklanıyor. Buna göre, şirketler gelecekteki
üretim ve karlarını geçmişteki üretim değişimi eğilimini geleceğe taşıyarak
tahmin etmeye çalışır. Ve ekonomi, hareket ettirmesi de durdurması da uzun
zaman alan büyük bir büyük petrol tankeri gibi hareket eder. Daha genel olarak
bakıldığında üretim istihdam ve ücret ayarlamalarına ilişkin kararların toplam
talepteki değişmelerle aynı anda alınamaması iş çevrimlerine yol açar.
Ancak bu model kapitalistlerin neden her seferinde aynı
hatalara düştüğünü açıklamıyor. Diğer yandan toplam talepteki dalgalanmalar
kapitalist ekonomilere tümüyle dışsal bir etken olarak tanımlanmış oluyor.
Asıl önemlisi iş çevrimlerine ilişkin bu tartışma OECD ülkelerindeki
büyüme oranlarının ‘70’li yıllardan itibaren neden gerilediğini ve neden bugüne
dek eski düzeyine dönemediğini aydınlatmıyor. Oysa “Ekonomik Büyüme” başlıklı
bölümde yer alan bir tablo (burada Tablo 1) ortada bir “sorun”un bulunduğunu
açık şekilde gösteriyor.
Tablo 1: Çalışan Kişi
Başına Gerçek Çıktıda Ortalama Yıllık Büyüme (%)
OECD
|
Japonya
|
Almanya
|
İtalya
|
Fransa
|
İsveç
|
İngiltere
|
ABD
|
|
1950-73
|
3,6
|
8,0
|
5,6
|
5,8
|
4,5
|
3,4
|
3,6
|
2,2
|
1973-79
|
1,4
|
2,9
|
3,1
|
2,9
|
3,0
|
1,5
|
1,6
|
0,0
|
1979-90
|
1,5
|
3,0
|
1,6
|
1,9
|
2,6
|
1,7
|
2,1
|
0,7
|
1990-95
|
1,2
|
1,1
|
2,6
|
1,9
|
1,3
|
2,1
|
1,8
|
0,7
|
Kaynak: D. Begg, S.
Fischer, R. Dornbusch, Economics, 5Rev Ed, McGraw-Hill Company Europe, England
1997..
Ders kitabının yazarları da sorunun farkında ve bu tabloya
bir açıklama getirmeye çalışıyorlar. Sıkıntının temelinde petrol fiyatlarındaki
artış (hani şu 1973’teki!) varmış. Birincisi, petrol fiyatlarındaki artış
sonrasında araştırma-geliştirme fonları sonuçları ancak çok uzun vadede
alınabilecek olan alternatif enerji kaynaklarını geliştirme girişimlerine
yönlendirilmiş. İkincisi, fazla enerji tüketen fabrikaların tasfiye edilme
süreci 1973’ten bugüne devam etmiş...
Öne sürülen gerekçeleri tartışmak anlamsız. Ama gerekçelerin
anlamsızlığı, ortadaki sorunun gerçekten ciddi olduğuna işaret etmiyor mu?
Kâr oranlarının
azalma eğilimi
Marksizme göre kapitalizmi kendisinden önceki toplumsal
formasyonlardan ayırt eden, emek gücü sömürüsü ve artı değerin varlığı
değildir. Sınıflı tüm toplumlarda emek gücü sömürüsü de vardır.
Feodalizmde, emek gücü sömürüsünün temel amacı, egemen sınıf
için kullanım değeri üretmektir. Bu da, artı değere duyulan ihtiyacı
sınırlandırır. Oysa kapitalizm değişim değeri üretimine dayanır. Kapitalist
gelişmenin temel dinamiği sermayenin kendisini genişletme çabasıdır ve sermayenin
artı değer üretimini artırmaya dönük açlığı sınırsızdır. Bu da, göreli artı
değer üretiminin büyük bir önem kazanmasına yol açar.
Makine ile kapitalizm arasındaki ilişki, aynı dönemde ortaya
çıkmalarından ibaret değildir. Makineyle üretim, üretimin kapitalist tarzda
örgütlenmesini; üretimin kapitalist tarzda örgütlenmesi de sınai üretimi ve
üretici güçlerin hızlı gelişmesini mümkün kılmıştır (ya da daha doğrusu zorunlu
kılar).
Göreli artı değer üretimi, üretici güçlerin sürekli
geliştirilmesinin, yani sermayenin organik bileşiminin (değişmeyen sermayenin
değişen sermayeye oranı) yükselmesinin sonucudur. Emek üretkenliğinin
artırılması yoluyla zorunlu tüketim maddelerinin değerlerinin düşürülmesi,
ücretlerin, işçi sınıfının tüketim düzeyinde herhangi bir gerilemeye yol
açmaksızın düşürülmesini mümkün kılar. Böylece, artı değer, işçi ücretlerinin
düşürülmesi ya da çalışma sürelerinin uzatılması yoluyla elde edilen “mutlak
artı değer artışı”ndan farklı olarak, “göreli” bir şekilde artırılmış olur.
Sermayenin organik bileşiminin artışı, aynı zamanda, değişen
sermayenin (sermayenin işçi ücretlerine ayrılan bölümü) toplam sermaye içindeki
payının düşmesine yol açar. Oysa artı değerin (ve dolayısıyla kârın) kaynağında
değişmeyen sermaye (sermayenin makinelere, ara mallara, fabrika binalarına vb.
ayrılan bölümü) değil, yalnızca değişen sermaye vardır. Gerçi, sermayenin
organik bileşiminin zorunlu tüketim malları üreten sektörlerde de artması ve bu
malların fiyatlarının düşmesi, artı değer oranını ve dolayısıyla kâr oranını
artırır. Ama kârın gerekli emek süresinin kısalmasından kaynaklanan bu artışı,
genellikle, sermayenin organik bileşiminin artışından kaynaklanan gerilemesini
telafi edecek kadar büyük olmaz.
Sermayenin organik bileşiminin artmasının kâr oranlarının
düşmesine yol açtığını kapitalistler bilmiyor mu? Kapitalistler buna rağmen
üretim teknolojilerini sürekli geliştirmeye çalışırken kendi bindikleri dalı
kesmiyor mu?
Sorun, bireysel kapitalistlerin, kapitalist üretimin temel
yasallıklarından ne kadar haberdar olduğu değil. Bir bütün olarak sermayenin
çıkarları ile bireysel sermayelerin çıkarları özdeş değildir. Sermayenin
organik bileşimini de artıran teknik bir yenilik, piyasa fiyatlarının ilk anda
düşmesine yol açmaz. Gelişkin tekniğe (makinelere, üretim teknolojisine vb.)
sahip kapitalist, rakipleri söz konusu tekniğe sahip olana kadar, ürettiği
metaları piyasa fiyatının, altında ama değerinin üzerinde satma olanağına sahip
olur. Bu ilk dönem boyunca, bireysel sermayenin kâr oranı, ortalama kâr
oranının üzerine çıkar. Zaten, yalnızca bu sonucu sağlayabilecek türden teknik
gelişmeler üretim sürecine taşınır. Dolayısıyla kâr oranlarının düşme
eğiliminden haberdar bir kapitalist ile bunu bilmeyen bir kapitalistin
davranışları farklı olmaz.
Kapitalistlerin kendi bindikleri dalı kestikleri ise doğru.
Bu da, kapitalist üretimin ayırt edici yönleri arasında yer alıyor. Sermaye
ilişkilerinin yaygınlaşarak derinleşmesi, bu ilişkilerin ortadan kaldırılmasına
yol açacak çelişkilerin de derinleşmesiyle birlikte yaşanır!
Ya talep yetersizliği?
Kapitalizmin bunalımlarını incelemenin çok kolay ve kolay
olduğu için de yaygın kabul gören bir yolu var: Görünene bakmak.
Neredeyse her bunalım kendisini bir eksik tüketim (bir başka
deyişle aşırı üretim) sorunuyla dışa vurur. Ürettikleri metalar kapitalistlerin
elinde kalmaktadır. Buradan esnaf bakış açısıyla çıkarılabilecek kestirme sonuç
bellidir: Bunalımlar “talep yetersizliği”nden kaynaklanır...
Yine pek çokları, bir adım daha atarak, kapitalistlerin,
işçi ücretlerini belirlerken “pazar ihtiyacı”nı da hesaba kattıklarını düşünür.
Öyle ya, üretilen onca mal “birilerine” satılmak zorundadır. Türkiye’de de, iç
pazara dönük üretim yapılan ithal ikameci sanayileşme döneminde yaşanan bu
değil miydi? Kapitalistler pazarı genişletmek için işçilere yüksek ücret
vermemiş miydi?
Buradaki akıl yürütmeye göre kapitalistler işçilerine
verecekleri ücretleri saptarken ürettikleri metaları satma sorununu da hesaba
katmak zorundadır. Eğer çok düşük ücret verirlerse iç pazar daralır ve metalar
ellerinde kalır.
Bu noktada sorulması gereken şu: Ücretlerin “çok düşük”
olması ne anlama gelir. Daha doğrusu ücretler ne zaman “çok düşük” olmaktan
kurtulur?
Ücretler hiçbir zaman üretilen tüm metaları satın almaya
yetmeyecektir. Çok basit bir nedenle: Eğer yetselerdi, kâr ortaya çıkamazdı.
Söz konusu akıl yürütmeye göre işçilere en azından “çok
düşük” olandan “biraz daha fazla” ücret vermek kapitalistlerin de çıkarınadır.
Öyleyse bu “biraz daha fazla” ücretin kapitalistlerin
zenginleşmesini sağlayıp sağlayamayacağına bakmak gerekiyor.
İşçilerin “biraz daha fazla” ücret alması, kapitalistlerin
işçilere “biraz daha fazla” para vermesi demektir. İşçiler de bu “fazladan”
parayla “fazladan” bir miktar meta satın alacaktır. Ama satın alacakları
“fazladan” meta miktarı hiç kuşku yok ki, kapitalistlerin kendilerine verdiği
“fazladan” paradan daha fazla olmayacaktır. Kapitalistler “kendi ceplerinden”
çıkan bu “fazladan” parayı geri alabilmek için işçilerine meta satacaktır.
Oysa eğer bu para ceplerinde dursaydı onu geri almak için
çaba harcamaları ve işçilere daha fazla meta satmaları hiç gerekmezdi!
Şu ya da bu şekilde üretmeleri gereken meta miktarı belli
olduğu için mi sorun çıkıyor?
Ama metaları satın alacak insanlara tam da satın almalarına
yetecek kadar para verip bir de satış masraflarına girmek yerine, bu metaları
denize dökmeleri çok daha “kârlı” olacaktır.
Dolayısıyla kapitalistler açısından “ideal” ücret, her
durumda 0 (sıfır) liradır.
Ancak kuşkusuz, kapitalistlerin talep yaratmak için
ücretleri artırdığını iddia etmeden de, bunalımları eksik tüketim sorununa
bağlamak mümkün.
Ünlü eksik tüketimciler arasında Rosa Luxemburg’u anmak
neredeyse zorunlu. Luxemburg’a göre,[5]
kapitalizmin en önemli sorunu, “artı değer realizasyonu”ydu. Kapitalistler,
ürettikleri metaların bir bölümünü, daha önce vermiş oldukları ücretler
karşılığında işçilere satar. Ancak işçilerin üretilen tüm metaları satın alması
mümkün değildir. Eğer bu mümkün olsaydı, artı değer ve dolayısıyla kâr söz
konusu olamazdı.
Bu durumda, kapitalistler metaların artı değere karşılık
gelecek olan bölümünü kime satacaktır? Elbette, bunların bir bölümünü yine
kapitalistler satın alarak tüketir. Ancak artı değerin tümünün kapitalistler
tarafından bireysel olarak tüketilmesi, sermaye birikiminin olamayacağı
anlamına gelir.
Luxemburg’un bu soruna bulduğu çözüm, artı değere karşılık
gelen metaların sermaye birikimine girecek olan bölümünün, kapitalist olmayan
üretim ilişkilerinin egemen olduğu ülkelere satılmasıydı. Nitekim Sermaye Birikimi’nin yazıldığı dönemde
sömürge ülkelerde henüz kapitalist üretim ilişkileri tümüyle egemen hale
gelmemişti.
Ancak Luxemburg, kapitalizmin kendi üretim ilişkilerini tüm
dünyaya yaygınlaştırma eğiliminden de söz eder. Bu durumda kapitalizmin ömrü
son derece nesnel bir sınıra sahip oluyordu: Tüm ülkelerin kapitalistleştiği
noktada, artı değer realizasyonu ve dolayısıyla sermaye birikimi
olanaksızlaşacak, böylece bizzat kapitalist sistemin kendisi son bulacaktı.
Böyle olmadı!
Rosa Luxemburg’un yeterince önemsemediği olgu (aşağıda daha
ayrıntılı olarak tartışılacak), meta kitlesinin önemli bir bölümünün üretim
araçlarından oluşması ve bunların kapitalistler arasındaki değişimlere konu
olmasıydı. Kuşkusuz, üretim araçları üretiminin nihai hedefi, tüketim malları
üretiminin artırılmasıdır. Ancak kapitalist ekonominin bütünü üretim araçları
üreten kesim ile (Kesim I) tüketim malları üreten kesim (Kesim II) olarak ikiye
ayrılırsa Kesim I’deki büyümenin, ilkesel olarak, artı değer realizasyonuna
ilişkin herhangi bir sorun yaratmayacağını görmek mümkündür. Kapitalizm,
belirli ölçüler içerisinde kendi pazarını da yaratma gücüne sahiptir.
Immanuel Wallerstein, ‘90’lı yıllardaki çalışmalarında bile,
Luxemburg’la aynı tezi savunmaya devam edebiliyordu:
“Kapitalist dünya ekonomisi
dengeli bir biçimde dört yüz yıldır ve son iki yüz yıldır da artan bir hızla,
kırsallığın yok edilmesi sürecinden (kimi zaman, daha az doğru olarak
proleterleştirme denen süreçten) geçmektedir. 1945-67/73 yılları bu süreçte göz
alıcı bir sıçramaya tanık oldu: Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya tamamen
ve Güney kısmen fakat önemli ölçüde kırsallıktan arındı. 2000-2025 döneminde bu
sürecin tamamlanması muhtemeldir. ... Coğrafi sınırlara ulaşıldığında ve
ahaliler kentleştiğinde, gider azaltmaya ilişkin siyasi süreçlerin yol açtığı
zorluklar tasarrufların gerçekleştirilmesini engelleyecek denli büyür.”[6]
Bundan yüz yıl önce, kapitalistlerin artı değere karşılık
gelen metaları, kapitalist olmayan üretim ilişkileriyle üretilen metalarla
değiştirdiklerini ileri sürmenin bir anlamı bulunabilirdi. Ancak aradan geçen
süre içinde kapitalist üretimin ölçeği bu türden değişimlerin göreli hacmini
ihmal edilebilir düzeye indirmiştir. Dolayısıyla, Wallerstein’ın bu kez “kırsal
alandaki kapitalist olmayan üretim”den söz ederek savunmaya çalıştığı tez,
“tartışmalı” bile sayılamaz.
Diğer yandan, gelişkin kapitalist ülkeler dışındaki
ülkelerin artı değer realizasyonu sorununu çözdüğünden söz edebilmek için bu
ülkelere yönelik ihracatın çok büyük değerlere ulaştığını da ileri sürmek
gerekir. Oysa 1992 yılında ihracatın GSYİH’e oranı Batı Avrupa ülkeleri için
yüzde 21,7 iken ABD için yalnızca yüzde 7,5 ve Japonya içinse yüzde 8,8
düzeyindeydi.[7] Diğer yandan dünya ticaret
hacminin yüzde 70’i yine aynı üçlü arasında gerçekleşiyor.[8]
Dolayısıyla eksik tüketimci akıl yürütmeye göre Avrupa ABD ve Japonya dışında
tek bir kapitalist ülkenin bulunmaması durumunda bile artı değer realizasyonu
daha şimdiden çözümü imkansız bir sorun haline gelmiş olmalıydı...
Marx, Kapital’in
ikinci cildinde şunları söyler:
“Bunalımlara fiili tüketim ya da
fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek boş bir yinelemeden başka bir
şey değildir. ... Bir kimse eğer işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir
kısım aldığını bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri
yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş
yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa bunalımların daima
ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının yıllık üretimin tüketime
ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret
etmek yeterli olacaktır”.[9]
Ancak Wallerstein örneğinin de gösterdiği gibi, ne Marx’ın
bu sözleri ne de kapitalist üretim ilişkilerinin tüm dünyada egemen hale gelmiş
olmasına karşın kapitalizmin hâlâ ayakta durması, eksik tüketimciliğin sonunu
getirdi.
Eksik tüketimciliğin sürmesi tek başına kolaycılıkla
açıklanamaz elbette. Görünürde “devrimci” bir neden daha var: Kapitalizmin
bunalımlara ve dahası yıkılmaya mahkum olduğunu gösterme kaygısı. Eksik
tüketimci yaklaşım kabul edildiğinde bunalımları “açıklamak” kolaylaşırken
kapitalizmin nasıl ayakta kaldığını ve hatta büyüme dönemlerine girdiğini
anlamak iyiden iyiye zorlaşır. “Sürekli bunalım” tezi eksik tüketimciliğin
doğal sonucudur.
Nitekim tekelci kapitalizm döneminde kar oranlarının
azalması eğiliminin yerini “artık”ın (surplus) artma eğiliminin aldığını ileri
süren Baran ile Sweezy bu dönemde durgunluğun kural olduğunu söylüyordu (Türkçe
çeviride “artık” yerine “fazla” sözcüğü kullanılıyor):
“Bu sistem [tekelci kapitalizm -
EÖ] gittikçe daha çok fazla doğurmakta buna karşılık bu artan fazlanın emilmesi
dolayısıyla sistemin düzgün işlemesi için gerekli olan tüketim ve yatırım
alanları sağlamakta başarısızlığa uğramaktadır. Emilemeyen fazla
üretilmeyeceğinden tekelci kapitalist iktisadın normal durumunun durgunluk
olduğunu söyleyebiliriz.”[10]
Buna göre bunalım dinamikleri değil ama kapitalizmin büyüme
dönemlerinin dinamikleri “dışarıda” olmalıydı:
“Kendi başına bırakılırsa yani
sistemin mantığındaki ilk kurallara göre sistemin bir parçası olmayan karşı
güçlerin yokluğunda tekelci kapitalizm müzmin bir buhran bataklığına gittikçe
daha çok batacaktır.”[11]
Samir Amin de aynı kanıda:
“... kapitalist üretim tarzının
özünde var olan toplumsal çelişki sistemde sürekli bir tüketilebilecek olandan
fazla üretme eğilimine neden olmuştur. ... Krizler ve buhranlar özgül
nedenlerle açıklanmayı gerektirmezler. Tam tersine genişleme evrelerinin her
birini kendi özel koşulları üretir.”[12]
Kapitalizmin “doğal” halinin bunalım olduğu tezini mantıksal
olarak çürütmek mümkün değil. Bugüne dek nasıl olup da ayakta kaldığını
kavramayı ve dolayısıyla ne şekilde yıkılabileceği hakkında fikir yürütmeyi
zorlaştırsa bile... Yapılabilecek olan, ortaya bunalımları ve kapitalizmin
gelişme dinamiklerine daha iyi açıklayan bir model koymak ve aşağıda da buna
çalışılacak.
“Dengeci” yaklaşımlar
Ernest Mandel kapitalist gelişmenin “uzun dalga”larıyla
ilgili çalışmalarında “teknolojik devrim”lerle bağlantılı uzun süreli
çevrimlerle ilgilenir. Sınai çevrimler sabit sermayelerin az çok eşzamanlı
olarak yenilenmesinden kaynaklanırken “uzun dalga”ların temelinde üretimin
teknolojik temelinin, bir başka deyişle de sermaye yapılanmasının köklü şekilde
değişmesi yatar. Sınai çevrimler hem uzun genişleme hem de depresyon
dönemlerinde yaşanmaya devam eder. Ama genişleme dönemlerinde görece kolay
atlatılırken depresyon dönemlerinde daha yıkıcı sorunlar doğururlar.
Kapitalizmin aşırı üretim bunalımlarını tek bir nedene
dayalı olarak açıklama girişimlerine karşı çıkan Mandel’e göre krizlere ne tek
başına eksik tüketim ne de kâr oranlarının düşme eğilimi yol açar. Marksist
bunalım teorisi bu ikisini de içermek zorundadır.
Mandel bu yorumunu savunmaya çalışırken aşağıda yürütülecek
tartışma açısından da önem taşıyan bir noktaya değiniyor:
“Krizin bu iki kesimden [Kesim I
ve Kesim II - EÖ] birinde ya da diğerinde başlamış olması büyük bir önem
taşımaz. Deneysel olarak krizin sıklıkla II. Kesimde başlaması dikkat
çekicidir. 1974-1975 iktisadi durgunluğunda böyle oldu (otomobil). Fakat bu
deneysel olgu belirli bir içsel mantığın varlığını göstermez. Her iki kesimde
de eş zamanlı olarak başlayan ya da -daha az sıklıkla- sadece Kesim I’de
üretici mallarında başlayan aşırı üretim krizleri olmuştur ve olabilir.”[13]
Bu “deneysel olgu”yu önemsemeyen Mandel, sonuçta eksik
tüketimciliğe daha yakın bir konum alır. Bunu da açıkça savunur:
“Şimdiki kriz ve Marksist kriz
teorisi hakkında burada ortaya koyduğumuz analizimizi yeni pazarlar ve
dolayısıyla taleple ilgili olgulara aşırı önem vermekle suçlayanlar olacaktır.
Şu yanıtı verebiliriz; çevrim sırasındaki dalgalanmalar son çözümlemede daima
birikimdeki ve bu nedenle de sermayenin genişletilmiş yeniden üretimindeki dalgalanmalardır.
Fakat sermayenin genişletilmiş yeniden üretilme süreci özellikle Marx’ın Kapital’in ikinci cildinde ayrıntılı
olarak açıkladığı gibi üretim ve dolaşım süreçlerinin birliğidir. Krizler
olgusunu artı değerin gerçekleşmesi olgusunu yani dolaşımı -yani piyasayı- bir
yana bırakarak sadece üretim alanında olup biten şeylerle (sermayeye kabul
edilebilir bir kâr oranı sağlamak bakımından yetersiz nicelikte artı değer
üretimi) açıklamaya kalkışmak gerçekte kapitalist üretimin temel bir özelliğini
yani genelleşmiş emtia üretimi denilen şeyi dışlamaktır.”[14]
Kapitalizmin her bunalımının kendisini bir aşırı üretim ve
aynı anlama gelmek üzere eksik tüketim sorunu olarak gösterdiğini tartışmaya
bile gerek yok. Ancak eksik tüketim sorunu (kâr oranlarının düşme eğilimi gibi)
her dönem için geçerli olduğuna göre asıl sorun bunalımın mekanizmasını tarif
edebilmek...
Maurice Dobb ise Dünya
Kapitalizminin Dünü ve Bugünü başlıklı çalışmasında kapitalizmin
bunalımlarını tartışırken talep yetersizliğinin ürünü bunalım olasılığını ele
aldıktan sonra bunalımların tek başına Kesim II’den hareketle
çözümlenemeyeceğini vurguluyor:
“... Kol-2’de neler olduğuna
bakmanın yanı sıra Kol-1’de olanlarla da ilgilenmeliyiz. Kol-1’in büyümesi
Kol-2’den yakından etkilense de onunla sınırlanmak zorunda değildir.”[15]
Büyümenin asıl olarak Kesim I’de gerçekleşmesi ve bunun aynı
zamanda Kesim II’de üretilen mallar için ek tüketim talebi yaratması
olasılığından söz eden Dobb, böylesi bir eğilimin “sonsuza kadar” sürmesinin
olanaksız görünmesine karşın “bir süre” devam edebileceğini kabul ettikten
sonra, buna nelerin yol açabileceği üzerinde duruyor:
“Nedenleri Kol-1’deki üretimin
çok kısa zaman süresi içinde fabrikaların donanımını yenilikler ve teknolojik
devrimle değiştirme imkanı vermesi bu yenilikler devam ettiği sürece sermaye
mallarına olan talebi körüklemeleri olabilir. Ama Kol-1’e olan talebin
körüklenmesi olgusunun uzun ömürlü olabilmesi için bir tek yeniliğe değil
devamlı (ve gittikçe çoğalan) yenilik dizilerine ihtiyaç vardır. Sermaye
mallarına bir defaya özgü bir talep olmamalı talepte devamlı bir artış
olmalıdır.”[16]
Kesim I’in en azından bir süreliğine Kesim II’den bağımsız
olarak büyüyebileceğini kabul eden Dobb hemen ardından böylesi bir büyümenin
karşılaşacağı zorluklardan söz ediyor. Dobba göre ilk zorluk şu:
“... yatırım yapılan sermayeden
Kol-2’ye hiç pay düşülmemesi akla uygun gelmiyor. Yatırım yapılma derecesine
göre buradaki üretim kapasitesi yavaş da olsa artacak bir aşamada da bireysel
tüketim talebini aşacaktır ...”[17]
Dobb’un “akla uygun gelmiyor”, “yatırım yapılma derecesi”,
“yavaş da olsa” gibi bulanık ifadelere başvurmak zorunda kalmış olması buradaki
değerlendirmelerin kendisini bile tatmin etmediğini düşündürüyor. Gerçekten de
asıl sorun yatırımların Kesim I’de yoğunlaştığı bir dönemde Kesim II’ye yatırım
yapılıp yapılmadığı değil, iki kesim arasındaki oransal dağılımdır. Kesim
I’deki büyümenin Kesim II’deki büyümeye oranla yeterince hızlı olması durumunda
Kesim II’deki üretim kapasitesinin “yavaş da olsa” artmasının “bir aşamada” bu
kesimdeki üretimin bireysel tüketim talebini aşması türünden bir zorunluluktan
söz edilemez. Kesim II’deki büyümenin yalnızca Kesim I’in istihdam ettiği
işçilere verilen toplam ücretlerdeki ve yine bu kesimdeki kapitalistlerin
bireysel tüketim hacmindeki toplam artışa denk düşmesi durumunda herhangi bir
talep yetersizliği sorunuyla karşılaşılmayacaktır.
Maurice Dobb’un sözünü ettiği diğer iki zorluk kâr
oranlarının azalma eğilimi ile ilgili ve bunlara aşağıda değinilecek. Buradaki
tartışma açısından önem taşıyan, önce eksik tüketim sorunundan söz eden ve
Kesim I’deki büyümenin bu sorunun “bir süreliğine” aşılması olasılığına işaret
etmekle birlikte bu olasılığı yeterince önemsemeyen Dobb’un sonuçta bunalımlara
teorik bir açıklama getirmekten vazgeçmiş olması:
“İktisadi krizlere doğru bakış
açısının onları kapitalizmin gelişen üretim güçleri ile sermayenin kârlılığı
arasındaki temel çelişkisinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görmek değil kendini
çeşitli biçimlerde gösteren bu temel çatışmanın bir ifadesi olarak görmek
olduğuna inanıyorum. İktisadi çeşitli büyümeler aynı nedenle değil değişik
nedenlerle olabilir. Nedenin ne olduğunu söz konusu büyümenin somut koşullarını
ve olaylar dizisini inceleyerek meydana çıkarabiliriz.”[18]
Kâr oranlarının
azalması eğilimine dayalı bir açıklama
Eğer üretim yalnızca doğrudan tüketime yönelik olarak
yapılsaydı, artı değerin realizasyonu gerçekten de çözülemez bir sorun olurdu.
Daha doğrusu artı değerin realizasyonu basit yeniden üretimin aşılamamasına, sermayenin
kendisini büyütememesine yol açardı. Bu durumda da kapitalizmin büyüme
dönemlerine girmesi olanaksız hale gelirdi.
Üretim malları üretiminin de nihai olarak tüketim malları
üretimine yönelik olduğu açık. Ancak arada bir zaman farkının bulunduğunu ihmal
etmemek gerekiyor. Üretim malları üretimine ayrılan sermayenin tüketim malları
üretimine ayrılan sermayeden büyük olmaması ve daha hızlı büyümemesi için
herhangi bir neden yok.
Aslına bakılırsa Marx sermayenin herhangi bir eksik tüketim
sorunuyla karşılaşmadan genişleme olasılığını Kapital’in ikinci cildindeki yeniden üretim şemalarıyla
göstermişti.
Marx’ın genişletilmiş yeniden üretime ilişkin olarak verdiği
ilk örnekte başlangıç değerleri şunlardı:[19]
I. 4000s + 1000d + 1000a = 6000
} Toplam, 9000
II. 1500s + 750d + 750a = 3000
Yani 4000 liralık bir değişmeyen sermayeye (hammaddeye,
makinelere vb.) sahip olan ve işçilere 1000 lira ücret ödeyen üretim araçları
üreticisi kesim 6000 liralık meta (üretim aracı) üretirken 1000 liralık da artı
değer elde ediyor (burada hesapları sadeleştirmek amacıyla tüm değişmeyen
sermaye öğelerinin aynı üretim dönemi içinde tüketildiği varsayılıyor). Tüketim
malları üreten Kesim II ise 1500 liralık değişmeyen sermayesini harekete
geçirmek için çalıştırdığı işçilere 750 lira ücret ödüyor ve 3000 liralık meta
(tüketim malı) üretirken 750 liralık artı değer elde ediyor.
Marx bu örnekte Kesim I’deki sermayedarların elde ettikleri
1000 liralık artı değerin yarısını yani 500 lirayı sermaye olarak
değerlendireceklerini varsayıyor. Bu 500 liralık sermaye (üretim teknolojisinde
ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminde herhangi bir değişiklik olmaması
durumunda) 400 liralık değişmeyen sermaye satın almak ve işçilere 100 lira
ücret ödemek için kullanılacaktır.
Bu örnekte iki kesim arasındaki dengenin bozulmaması için
Kesim II’deki kapitalistlerin 150 liralık bir sermaye yatırımı
gerçekleştirmeleri gerekecektir (Kesim I’in ürettiği 6000 liralık üretim
aracının 4400 liralık bölümü yine Kesim I içinde kullanılırken geri kalan 1600
liralık üretim aracı ise Kesim II’nin değişmeyen sermayesini oluşturur. Kesim
II’deki ek 100 liralık değişmeyen sermayeyi üretim sürecine sokabilmek için 50
liralık emek gücü satın alınır).
Bu durumda:
I. 4400s + 1100d + 500 tüketim
fonu = 6000
II. 1600s + 800d + 600 tüketim
fonu = 3000
Dolayısıyla Kesim II’nin ürettiği 3000 liralık tüketim malı,
Kesim I ve Kesim II’deki işçiler (1100 + 800 = 1900) ve her iki kesimdeki
kapitalistler (500 + 600 = 1100) tarafından tüketilebilecektir.
Bir sonraki dönemin üretimi ise şu şekilde gerçekleşecektir:
I. 4400s + 1100d + 1100a = 6600
} = 9800
II. 1600s + 800d + 800a = 3200
Marxın da ifade ettiği gibi bu işlem aynı oranlar korunarak
sürdürülebilir.
Kesim I’e yapılacak yatırımların niceliğini sınırlandıran
faktörler mevcut sermaye stoku, emek gücü hacmi ve emek gücünün yeniden üretimi
için gerekli tüketim mallarının miktarıdır. Bunların dışında Kesim I ile Kesim
II arasındaki dengenin Kesim I lehine ne kadar bozulabileceğini belirleyen
“teorik” bir sınır bulunmamaktadır. Kesim I’deki genişleme herhangi bir eksik
tüketim sorunuyla karşılaşmak zorunda olmadığı gibi, çalıştırılan işçi
sayısının artışıyla birlikte tüketim malları talebinin artmasını sağlayabilir.
Rosa Luxemburg’un (itiraz etmek üzere!) belirttiği üzere
Marx’ın genişletilmiş yeniden üretim şemaları “Kesim II’deki birikimin tamamen
Kesim I’deki birikim tarafından belirlendiğini ve Kesim I’in egemenliğine
girdiğini” varsaymaktadır:
“Birikimin her iki kesimde de
aynı anda ilerleyebilmesi; geçimlik mal üreten kesimdeki değişmeyen sermayedeki
artışın üretim araçları üreten kesimdeki kapitalistlerin değişken
sermayelerinin yanı sıra kişisel tüketim fonunu artırdıkları miktara eşdeğer
düzeyde olması koşuluna bağlıdır. Bu eşitlik ... somut uygulama açısından hangi
sayıları seçersek seçelim Marxın birikim şemasının matematiksel temel taşıdır.”[20]
Luxemburg’a göre yeniden üretim şemalarının işaret ettiği
gerekirlikler birikimin yeterli koşullarını oluşturmaz:
“Her iki kesimde birikim için
isteklilik de görünebilir ama biriktirme isteği ve birikimin teknik
öngereklerinin bulunması kapitalist meta üretimi ekonomisi için yeterli
değildir. Birikimin gerçekten ilerleyebilmesi ve üretimin genişleyebilmesi için
bir başka koşul daha gerekmektedir: Metalar için efektif talep de artmaktadır.
Marx’ın şemasında yeniden üretimin artan düzeyde gerçekleştirilmesinin temelini
oluşturan ve devamlı olarak artan talep nereden gelecektir?”[21]
Rosa Luxemburg’un burada kastettiği tüketim malları
talebidir. Çünkü ona göre Kesim I’in ürünlerine olan talep de tüketim malları
talebine bağımlıdır. Ve yine Luxemburg’a göre bu talep ancak “dışarıdan”, yani
kapitalist sistemin dışından gelebilir.
Herhalde Luxemburg’un en önemli sorunu sermaye birikimini
çözümlemeye çalışırken bireysel tüketim talebine belirleyicilik atfetmesi. Bu
yazıda tartışılan başka şeyler bir yana eğer üretim yalnızca mevcut talebe göre
yapılsaydı o zaman televizyon, bilgisayar, oyun programları, dondurulmuş gıda,
kolalı meşrubatlar vb. pek çok meta hiçbir zaman üretilemezdi! Kapitalistler
yalnızca mevcut talebi değil ama aynı zamanda ürettikleri metaların bir tüketim
talebi yaratma potansiyelini de hesaba katar. Nitekim üretime geçmeden önce
sipariş toplayan kapitalistlerin sayısı bir hayli sınırlıdır.
Diğer taraftan kapitalizmin belirli sınırlar içinde kendi
pazarını da yaratabilmesinden hareketle sermayenin kendisini genişletme
potansiyelinin sonsuz olduğu görüşüne de ulaşılabilmiştir. 19. yüzyılın sonu
ile 20. yüzyılın başlarında Rus Marksistleri arasında kapitalizmin sonunun ne
şekilde geleceğine ilişkin tartışmada Tugan-Baranowskiy, Marx’taki yeniden
üretim şemalarından hareketle yaptığı hesaplamalarla kapitalizmin sınırsız
büyümesinin olanaklılığını bu şekilde açıklamıştı.
Eksik tüketimci Sweezy, Tugan-Baranowskiy’e şu şekilde
itiraz ediyor:
“... üretime kullanma değeri
yaratan bir teknik süreç olarak bakarsak görürüz ki üretim araçlarıyla
(tamamiyle kullanıldığı varsayımı unutulmamalıdır) tüketim malları arasında
belirli bir ilişki olmalıdır. Bu ilişkiler son bir incelemeyle üretimin teknik
karakteristikleriyle belirlenir ve üretim yöntemlerindeki gelişmelere uygun
olarak değişir. Bununla beraber elimizdeki bu delil makul ve iyi gelişmiş
kapitalist ekonomide yüksek derecede bir kararlılık varsayar. Yani uzun bir
sürede giderek üretim araçlarının belli bir oranda artışı genel olarak üretimde
hemen hemen aynı orandaki bir artışla beraber görünürler. Bu temel kabul
olunursa üretim araçları stoku ile tüketim malları ürünü arasında teknik olarak
belirlenen ilişkiyi değişmez olarak almakla haklı çıkmış bulunuyoruz. Bir denge
durumundan işe başlanırsa üretim araçlarındaki bir artışın aynı oranda tüketim
malı ürünlerinde eşit bir artışla at başı gitmelidir. Başka bir deyişle tüketim
mallarının üretimindeki artış oranı üretim araçları üretimindeki artış oranına
göre aynı olmalıdır. Bu sonuç insanların tüketimine yararlı mallar yapma
sürecinin örgütlenmiş (organize) ve zaman bakımından ayarlanmış bir üretimi
düşünmenin sonucudur.”[22]
Sweezy’nin herhalde en önemli sorunu kapitalist üretimi bir
“denge” noktasından hareketle çözümlemeye çalışırken bu dengenin çok sayıda
dengesizliğin, eşitsizliğin ürünü olduğunu, aslında dengeden ancak bir
soyutlama olarak söz edilebileceğini ihmal etmiş olmasıdır.
Üretim malları üretimi ile tüketim malları üretimi
arasındaki dengeyi belirleyen faktörler ve bu dengenin nerede oluştuğu üzerinde
yeterince durulmamış olması bir tesadüf değil. Yeterince uzun bir dönemde iki
kesim arasındaki “denge”ye işaret ettiği iddia edilecek olan belirli bir nicel
oran bulunabilir. Oysa sorun böylesi bir oranın var olup olmaması değil, ne
şekilde belirlendiğinin açıklanmasıdır. Bu sonuncusu yapılmadığında bulunan
niceliğin teorik açıdan ne anlama geldiği sorusu boşlukta kalacaktır.
Ama asıl önemlisi Sweezy Kesim I ile Kesim II arasındaki
dengenin belirli dönemlerde Kesim I lehine değişmesi olasılığı ve bunun
doğuracağı sonuçlar üzerinde durmayarak tartışmanın en kritik noktasının
üzerini çizmiş oluyor.
Bir büyük bunalım döneminin ardından ve genişleme döneminin
başlangıcında Kesim I’e yapılan yatırımlarda ciddi bir artış yaşanır. Belirli
bir dönem boyunca Kesim I, Kesim II’ye oranla çok daha hızlı bir büyüme
gösterir.
Büyük bunalım dönemlerinden çıkış sermayenin yeniden
yapılanmasını da içerir. Sermayenin yeniden yapılanması genellikle enerji
kaynaklarının ve hareket aktarım mekanizmalarının değişmesini de içeren köklü
bilimsel-teknolojik değişmeleri ve ekonominin lokomotif sektörlerinde bir
farklılaşmayı anlatır. Dolayısıyla yeniden yapılanma ancak üretim malları
üreten kesimde hızlı bir büyümeyle birlikte yaşanabilir:
“... enerji tekniğinde -hareket
sağlayıcı makinelerin makineyle üretilmesi tekniğinde- meydana gelen devrimler
teknolojinin bütününde meydana gelen devrimin belirleyici uğrağı olarak
kendilerini gösterirler. 1848’den sonra buhar gücüyle harekete getirilen
motorların makineyle üretilmesi; 19. yüzyılın doksanlı yıllarından sonra
elektrikli ve patlamalı motorların makineyle üretilmesi; yüzyılımızın kırklı
yıllarından bu yana elektronik ve çekirdek enerjili aygıtların makineyle
üretilmesi. Bunlar kapitalist üretim tarzının 18. yüzyılın ikinci yarısındaki
ilk sanayi devriminden sonra meydana getirdiği üç teknolojik devrimdir.”[23]
Kapitalizmin uzun süreli genişleme dönemlerini başlatan,
yeni bir sermaye yapılanmasına geçişle birlikte Kesim I’e yönelik yatırımların
hızlı bir büyüme göstermesidir. Bu açıdan bakıldığında, İkinci Dünya Savaşının
yarattığı fiziksel tahribatın, savaş sonrasında Kesim I’e yönelik yatırımların
artırılmasını zorunlu kılmanın yanında yeni bir sermaye yapılanmasına geçişin
olanaklarını da yarattığı görülebilir.
Örneğin Maurice Dobb yukarıda sözü edilen çalışmasında savaş
sonrası dönemdeki büyümeyi açıklarken her iki etkeni de anıyor. Birincisi “Savaşın
hemen sonunda talep savaşın eşi görülmemiş yıkımının onarılması ihtiyacıyla
tükenen mal stoklarının yenilenmesi fabrika ve makine donanımlarının onarımı ve
yenilerinin yapımı ile destekleniyordu. Amerika savaştan doğrudan etkilenmediği
ve gerçekte sermaye stoğunu önemli ölçüde arttırdığı halde endüstrisi Avrupa’da
olduğu gibi çeşitli yardım programları adı altında onarım ihtiyaçlarını
karşılamakla meşguldü. Savaş sonrası birkaç yıl boyunca tüketim malları gibi
sermaye malları da ihtiyacı karşılamıyordu.”[24]
İkincisi ve belki de asıl önemlisi, “Bu büyümenin akılcı bir açıklaması ...
1950’lerin ... teknolojik devrimlerden birine tanık olmasıdır. Teknolojik
devrimin modernleşmeye etkisi olmuş yatırımlara güçlü bir destek olmuştur.”[25]
Bu büyümenin sonunu getirecek olan, kâr oranlarının düşme
eğilimi olacaktır. Kesim I’deki büyümenin hızı ve sermayenin organik
bileşiminin yüksekliği, bu kesimdeki kâr oranlarının da (Kesim II’ye göre) daha
çabuk düşmeye başlamasına yol açacaktır.
Nitekim, Kesim I’in Kesim II kaynaklı herhangi bir eksik
tüketim sorunu yaşanmadan büyümesinin mümkün olup olmadığını tartışan Maurice
Dobb’un sözünü ettiği üç zorluktan ikisi, Kesim I’deki kâr oranlarının düşmesi
eğilimi ile ilgili. Dobb, Kesim I’deki sermaye birikiminin emek arzını aşarak
büyüme eğilimini göstermesi halinde ücret artışları nedeniyle, buna tepki
olarak sermaye yoğunluğunun artırılması durumunda ise tam da bu nedenle, kâr oranlarının
düşeceğini söylüyor.[26]
Diğer yandan, Kesim I’deki büyüme, aynı zamanda madencilik,
tarım vb. hammadde üreticisi sektörlerdeki bir büyümeyi gerektirecektir. Ancak
emek üretkenliğinin bu sektörlerdeki artış oranı genellikle daha düşüktür ve bu
nedenle Kesim I’deki hızlı büyümenin sonuçlarından biri de hammadde
fiyatlarındaki yükseliş olabilir. Nitekim Marx, kapitalizmin bunalımlarının
olası nedenlerinden biri olarak hammadde fiyatlarındaki doğal (kötü hasat vb.)
artıştan söz ettikten hemen sonra, benzeri bir artışa yol açabilecek bir diğer
nedenden söz eder:
“... artı değerin, ek sermayenin
aşırı bir bölümü, belli bir üretim alanında makineye vb. yatırılırsa, o zaman
hammadde, eski üretim düzeyi için ne kadar yeterli olsa da, yeni düzeyde yetersiz
kalacaktır. Demek ki böyle bir durum, ek sermayenin çeşitli tamamlayıcı
parçalarına oransız dönüştürülmesinden ileri gelir. Bu, sabit sermayenin aşırı üretimidir
ve birinci durumda ortaya çıkan sonuçların aynısına yol açar.”[27]
Hammadde fiyatlarındaki yükseliş, değişmeyen sermaye
oranında bir yükseliş anlamına gelecek, dolayısıyla da Kesim I’deki kâr
oranlarında ek bir düşmeye yol açacaktır.
Kesim I’deki kâr oranlarının düşmeye başlaması, sermayeyi
Kesim II’ye yöneltir. Sermaye, yalnızca genel olarak Kesim II’ye değil, Kesim
II’nin içinde de, emek-yoğun sektörlere yönelir. Çünkü bu sektörlerde kâr
oranları daha yüksektir. Diğer yandan. Kesim I’deki emek-yoğun üretim alanları
zaten her zaman daha sınırlıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası büyüme döneminin ikinci
yarısından itibaren hizmet sektörünün hızla büyümeye başlamasını, en azından
kısmen, sermayenin burada tarif edilen yönelimi ile açıklamak mümkündür.
Ancak, Kesim II’ye yapılan yatırımların artmaya başlaması,
aynı zamanda, kapitalist yeniden üretimin kesintisizliğini sağlayabilecek olan
tek koşulu, yani Kesim I’deki sermaye birikiminin Kesim II’ye oranla daha hızlı
bir şekilde gerçekleştirilmesi koşulunu ortadan kaldırır.
Bu durumda da, aşırı üretim sorununun kendisini öncelikle
Kesim II’de göstermesinden daha doğal bir şey olamaz. Mandel’in “deneysel olgu”su,
böylece, bir “içsel mantık”ın ürünü haline gelir. Dolayısıyla, eksik tüketim,
bir neden değil, sonuçtur.
Bunalımdan çıkışın yolu ise, Kesim I’deki bir yeniden
canlanmanın da koşulu olarak, sermayenin yeniden yapılanmasıdır. Ancak yeniden
yapılanma, mevcut sermayelerin değersizleşmesi, yani kapitalist ekonomilerin
merkezi sektörlerinde yoğun iflaslar anlamına gelir ve sermaye sahiplerinin
bunu sessizce kabullenmesi mümkün değildir. Hele söz konusu sektörlerde siyasal
iktidarlar üzerinde de ciddi güç sahibi olan tekelci şirketler egemense...
Nitekim, dünya kapitalizminin 1929 tarihiyle anılan
bunalımı, ancak, mevcut sermayelerin fiziksel olarak tahrip edildiği İkinci
Dünya Savaşıyla birlikte aşılabilmiştir.
Bugünse, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyüme döneminde
öne çıkan neredeyse tüm sektörlerde (otomotiv, inşaat, elektrikli cihazlar,
tekstil, petrokimya, kimya, demir-çelik ve makine yapımı) aşırı üretim sorunu
yaşanıyor. Sözgelimi, dünya ölçeğinde, otomotiv sektöründeki kapasite kullanım
oranı yüzde 70’in altına düşmüş durumda.[28]
Sermayenin tepkileri
Sermayenin bunalıma verdiği ilk yanıtlar, onu daha da
derinleştirmek pahasına bile olsa, sermaye değersizleşmesinin önüne geçmeye
dönüktür. Bu yanıtlardan ilki, mali sermayenin hızla genişletilmesidir. Kredi
hacminin hızla büyütülmesi, gelecekteki talebin bugünden realize edilmesini
mümkün kılar. 1999 yılının başlarında, ABD’deki özel sektör borçları GSMH’nin
yüzde 130’una yaklaşırken, Japonya’da yüzde 200’ü düzeyindeydi.[29]
Diğer yandan, ‘70’lerden bu yana, mali sermayenin uluslararası ölçekteki aşırı
genişlemesine tanık oluyoruz. Dünya ölçeğindeki bireysel, şirket ve devlet
borçları toplamı 1997 ile 1999 yılları arasında 33,1 milyar dolardan 37,1
milyar dolara çıkmış. Yıllık yüzde 6,2’lik bu artış, dünya gayri safi
hasılasındaki artış oranının üç katı düzeyinde.[30]
Ancak kredi hacmindeki genişleme, bunalım dinamiklerinin
derinleşmesine de yol açar:
“... kredi genişletme süreci,
çelişik bir süreçtir. Sermayenin değer yitirmesini ‘erteleyen’ sürecin ta
kendisi, üstesinden gelmeye çalıştığı eğilimleri azdırır. Kredi, gelecekteki
kârlara ilişkin beklentilere dayalı olarak üretimin genişlemesini sağlar ve -sağlanabilir
krediyi elde edenler genellikle büyük sermayedarlar olduğu için- sermayenin
merkezileşmesi sürecini hızlandırır. ... kredi sermayenin yoğunlaşması ve
merkezileşme sürecini çabuklaştırıp gerekli kredi miktarını elde edemeyen daha
küçük, daha az etkin sermayenin yıkılmasını mümkün kılar. Ne var ki bu süreç,
üretimin genişlemesini mümkün kılarken bunalım eğilimlerini hızlandırır. Kredi,
göreli artık değer artışı -emek üretkenliğinin artması- için gerekli giderek
büyüyen yatırımlara olanak sağlar. Oysa bu sürecin gerektirdiği organik sermaye
bileşimi artışı, yalnızca kâr haddinin azalma eğilimini azdırır. Öyle ki kredi,
sermayenin ‘değer yitirme’sini erteleyerek ancak çelişkileri ve bunalım
eğilimini azdırmış olur.”[31]
Diğer yandan, ‘70’li ve ‘80’li yıllarda, bunalıma rağmen
meta fiyatlarının aşırı derecede yükselmesinin ardında da kredi hacminin
genişlemesi bulunuyordu:
“... kârlılığın azalmasıyla yüz
yüze gelen özel sermaye, birikimin sürmesinin gerektirdiği kârları, fiyatları
artırarak elde etmeye çalışır. ... Kredi genişlemesi ve devlet ikrazatı
aracılığıyla para arzının artışı, bu fiyatların ‘gerçekleşmesinin’ -yani
metaların o fiyatlar üzerinden satılmasının- güvencesidir. Bu yoldan sermayenin
‘değer yitirmesi’ ve yığınsal işsizlik ertelenmiş olur. Ne var ki aşırı sermaye
birikimi eğilimlerini hızlandıran bu süreç, anlatımını ancak gitgide büyüyen
fiyat artışlarında bulur. Kısılmadan kaçınmak için devlet harcamaları ile kredi
genişlemesinde yapılan her artış, sömürü haddinin yoğunlaşmasına, sermayenin
organik bileşiminin yükselmesine, kâr kütlesinin büyümesine, kâr haddinin de
düşmesine yol açar. Sanayiciler, bu düşüşü kapatmak üzere fiyatları yeniden
artırmaya kışkırtılırlar; böylece büyüyen ye yığışımlı bir enflasyonla karşı
karşıya kalırız.”[32]
Yukarıdaki alıntıların yapıldığı çalışmada, aynı sürecin bir
sonraki aşaması şu şekilde tarif ediliyor:
“Bu sürecin belirli bir
aşamasında, kredinin elde edilebilirliği, kârlı üretime yol açmaz -özel sermaye
kredi kullanmaz- olur. O zaman devlet, ‘aşın kapasite’de muazzam bir artışı ve
işsizliğin hızla büyümesini önlemek için işe karışmak zorunda kalır. Kısılma
koşullarının tam boy çöküntüye dönüşmesini önleme yükü devlete düşer. Devletin
bütçe açığı, çabucak ve birdenbire artar. Ancak bu harcama, zaten yüksek olan
enflasyon haddini yalnızca hızlandırır. Devlet daha sonra birdenbire tornistan
ederek sermayenin yeniden yapılaştırılmasında önde gelen bir rol oynar;
harcamalarını kısar ve yönetip denetlediği sanayilerde rasyonelleştirme
uygulamalarına girişir. İşsizliğin büyümesine izin verilir ve devlet, işçi
sınıfı yaşam düzeylerinde ciddi kısıntılara yönelik bir hamleyi başlatır.”[33]
Bu noktadan sonra, “enflasyonun kontrol altına alınması” da
mümkün hale gelmiş olur! Nitekim, ‘90’lı yılların sonlarında gelişkin
kapitalist ülkeler için artık enflasyonun yol açtığı sorunlar değil, gündemdeki
deflasyonist eğilimlerin doğuracağı sonuçlar tartışılıyordu.
Diğer yandan, kredi hacmindeki genişlemenin sınırlarına
varılmış olduğuna ilişkin işaretler giderek artıyor. Yine bir “mali bunalım”
olarak yaşanan Güneydoğu Asya Krizinin ardından, Wall Street’teki hisse
senetleri, 1929 çöküntüsünün hemen öncesine oranla daha fazla aşırı değerlenmiş
durumda.
Kredi hacminin genişletilmesi, sermayenin “eksik tüketim”
sorununa verdiği bir yanıt olarak da görülebilir. Ancak sermayedarların asıl
sorunu kâr oranlarındaki düşme eğilimidir ve buna verdikleri yanıt ücretleri
(ve “emek gücü maliyeti” başlığı altında toplanabilecek olan diğer harcamaları)
düşürmek olur. Bunun eksik tüketim sorununu daha da ağırlaştırması,
sermayedarların dünyanın her yanında ücretleri geriletmek için ‘70’li yıllardan
bu yana yürüttükleri mücadeleyi hafifletmelerine yol açmadı.
Nitekim, tam da eksik tüketim sorununun gündeme girdiği bir
dönemde, Keynes’in talebi artırmaya yönelik iktisat politikalarının yerini,
neo-liberalizmin “arz yönetimi”ni merkeze yerleştiren politikaları aldı.
Burada, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilen bir olguya
açıklama getirmek mümkün hale geliyor: “Keynesçi” sıfatıyla anılan ekonomi
politikaları, formüle edildikleri dönemde, yani 1929 bunalımı ile İkinci Dünya
Savaşı arasında değil, ancak savaştan sonra uygulamaya geçirilebildi. Oysa
Keynes, ekonomi politikası önerilerini, dünya kapitalizminin bunalımda olduğu
bir dönemde ve bunalıma “çare” bulmak için geliştirmişti. Tam da bunalım
döneminde, yani kapitalizmin eksik tüketim sorunu çektiği bir dönemde ciddiye
alınmayan Keynes’in İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki genişleme döneminde
kazandığı “itibar”, dünya kapitalizminin bir kez daha bir büyük bunalım
dönemine girmesiyle, yani eksik tüketim sorununun kendisini bir kez daha
göstermesiyle birlikte, silinmeye yüz tuttu. Çünkü kapitalizmin bunalımlarının
temelinde kâr oranlarının düşme eğilimi vardır ve sermayenin buna yanıtı, eksik
tüketim sorununu ağırlaştırmak pahasına, kâr oranlarındaki düşme eğilimini durdurmak
ya da yavaşlatmak için ücretleri geriletmektir.
Son olarak, emperyalist ülkeler söz konusu olduğunda,
bunalıma verilecek yanıtlardan biri de, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki
kapitalist ülkelerden kaynak aktarma mekanizmalarını güçlendirerek yükün en
azından bir bölümünü bu ülkelerin sırtına bindirmektir. Artık herkesin malumu
olan yöntemlerle...
Değişenler,
Değişmeyenler...
Dünya kapitalizminin bugünkü bunalım döneminde, kapitalist
sistemin geleceği açısından kritik önem taşıyan kimi nitel değişimlerden söz
etmek mümkün ve gerekli. “Değişim” sözcüğünün bu denli kirletilmiş ve
anlamsızlaştırılmış olması, oruç bozmanın bir gerekçesi haline getirilmemeli.
Kuşkusuz, iftardan vazgeçmenin yıkıcı sonuçlarını unutmadan!
Bu yazının asıl amacı, kapitalizmin, dünyamızın “son devrim
çağı”na girmesine yol açan bazı nitel dönüşümler geçirdiği tezini savunmak. Ama
bu çağın gereklerini yerine getirebilmek için, öncelikle, söz konusu nitel
dönüşümleri yanlış yerlerde aramaktan vazgeçmek gerekiyor. Bu nedenle de,
değişenleri tartışmaya geçmeden önce, o kadar da değişmeyenler üzerinde
durulacak.
Ve ilk olarak, 1915 tarihli bir çalışmadan bir pasaj:
“Günümüzde de benzer süreçler,
kapitalizmin daha soyut şeklinin gelişmesi, sermayenin giderek daha anonim hale
gelmesi, günümüzde karakteristiği olan mülkiyet şeklinin bir ifadesi olarak
hisse senedi ve tahvillerin büyümesi, eşdeyişle ‘hisse senedi’ kapitalizmi
(Leifman) veya ‘finans’ kapitalizmin (Hilferding) gelişmesiyle büyük boyutlarda
ortaya çıkmaktadır. Uluslararası emtia fiyatlarının, hisse senedi veya
tahvillerin değerinin rayici telgrafla belirlenmektedir (hisse senedi ve borsa
faaliyetleri). Telgraf ağı, ulaşım araçları gibi aynı hızda gelişmektedir.
Kıtaları birbirine bağlayan kabloların uzunluğunun artmasının özel bir önemi
vardır. 1913 yılının sonunda 2.547 kablo vardı (bu sayı 2.583’e yükselmiştir)
ve bu kabloların uzunluğu 515.578 kilometreydi. Bu kabloların uzunluğu,
dünyadaki tüm demiryollarının uzunluğunun yarısına eşittir ... . Böylece, tüm
kısımlarının birbirine karşılıklı olarak bağımlı olduğu, dünya kapitalizminin
aşırı derecede esnek ekonomik yapısı gelişmektedir. Bir tarafta meydana gelen
çok küçük bir değişme, diğerlerine de hemen yansımaktadır.”[34]
Bunalım ve “postfordizm”
edebiyatı
Türkiye’de sağ akademizm ile sol akademizmin (akademizmin ne
kadar “sol” olabileceği tartışmasını bir yana bırakıyorum) ortaklaştığı bir
nokta var: Kopyacılık. Her ikisi de, emperyalist ülkelerin üniversitelerinde
popüler olan kavram ve modelleri bir miktar gecikmeyle Türkiye’ye transfer
etmekten başka neredeyse hiçbir şey yapmıyor.
İşin üzücü yanı, Türkiye solunun da, sol akademizmin ilgi
alanına zaten girmeyen başlıklar dışında, popüler kavram ve modellere
fazlasıyla alıcı olması. Sözgelimi, bir dönem boyunca, tarihsel açıdan hiçbir
önemi bulunmayan “kalite çemberleri”, “üretim süreci” dendiğinde solcuların da
aklına ilk gelenler arasındaydı.
Kalite çemberlerinin kapitalist üretim sürecindeki nitel bir
dönüşümü anlattığı düşüncesini yıkmak için teorik bir mücadele yürütmek
gerekmedi; bu konudaki tartışmalar kendi kendine sönümlendi. Ama “kapitalizmin
bunalımı”ndan söz etmek istemeyenler tarafından ‘70’li yılların sonlarında
geliştirilen “fordizmin krizi” çözümlemeleri ve “postfordizm” kavramı için aynı
şeyi (en azından şimdilik) söyleyemiyoruz. Ve bugün Türkiye’de, “üretim süreci”
dendiğinde aklına “postfordizm”den başka bir şey gelmeyen solcuların sayısı hiç
az değil.
Buna göre, kapitalizmin yaklaşık otuz yıl önce yaşamaya
başladığı (ve bugün de süren) dönüşüm şu şekilde özetlenebilir: ‘70’li yıllara
kadar özellikle kapitalist büyümenin lokomotif sektörlerinde (örneğin otomotiv)
bant sistemine dayalı “kitlesel üretim” yapılıyordu. Standart malların
özelleşmiş makinelerle üretimine dayanan bu örgütlenme biçiminde ölçek
büyüklüğü maliyetlerin düşürülmesi açısından kritik önem taşıyordu. Ama “talep
dalgalanmaları”nın giderek önem kazanmasıyla birlikte bu (“fordist”) birikim
rejimi bunalıma girdi. Sonuçta, teknolojik gelişmelerin de yardımıyla, standart
malların kitlesel üretiminin yerini, giderek özelleşen malların giderek daha
küçük birimler tarafından üretilmesi aldı. Üstelik bu birimlerin artık “merkez”
ülkelerde yoğunlaşması da gerekmiyordu. Üretim süreci her açıdan “esnekleşiyor”
ve “postfordist” birikim rejimi dünya ölçeğindeki bir değişimi ifade ediyordu.
Bu arada örneğin, dar alanda uzmanlaşmış işçinin yerini çok yönlü işçi,
vasıfsız emeğin yerini vasıflı emek ve kol emeğinin yerini kafa emeği
alıyordu...
Tüm bunlar elbette gerçeklikle tümüyle ilgisiz bir yığın
safsata değil. Zaten öyle olsalardı, bu denli yaygın ve uzun süreli bir kabul
görmeleri o kadar da kolay olmazdı.
Ama ortada iki sorun var. Birincisi, dünya kapitalizminin
bunalım dinamikleri ile üretim sürecindeki değişmeler arasındaki ilişki ikinci
plana itilirken, teknik değişmeler öne çıkarılıyor. İkincisi ve asıl önemlisi,
kapitalizmin yaşadığı nitel dönüşümler yanlış yerlerde aranıyor.
Sözgelimi, kitlesel üretimin küçük ölçekli işletmeleri
tümüyle ortadan kaldırması hiçbir zaman söz konusu olmadı. Birincisi, pek çok
mal kitlesel ölçekte üretilemez. Örneğin makine sanayisinde, özellikle de
kitlesel üretim için gerekli olan özelleşmiş makineleri üreten alt sektörlerde
ağırlıklı olarak küçük ölçekli isletmeler vardır. Benzer şekilde kalıp imalatı
da, daha çok, bu alanda uzmanlaşmış küçük işletmeler tarafından yapılır. Diğer
yandan, belirli malların üretiminde kullanılan ara malların bir bölümünün küçük
ölçekli işletmelerden oluşan yan sanayiden alınması daha rasyoneldir.
Bunların yanında, üretim teknolojisinden kaynaklanan maliyet
farklılaşmasının sınırlı olduğu sektörlerde, kaçak (sigortasız, düşük ücretli)
işçi çalıştıran, ürünün kalitesinden çok fiyatına önem veren ve ucuz girdi
kullanarak alım gücü düşük tüketicilere yönelik üretim yapan küçük işletmelerin
ayakta kalma şansı vardır.
Bu nedenlerle de, kitlesel üretimin yaygınlaşması, büyük
ölçekli işletmelerin toplam üretimdeki göreli ağırlıklarının artmasına, küçük
(ve hatta orta) ölçekli bazı işletmelerin iflasına yol açmış, ama örneğin
küçük-orta ölçekli işletme sayısının azalmasını getirmemiştir.
Dünya kapitalizmi açısından her zaman kritik önem taşımış
olan inşaat sektörü, hiçbir zaman, “fordizm” tanımına sığmadı. Ama herhalde
tekstil ve dokuma sektörleri çok daha iyi bir örnek oluşturuyor:
“Tekstil ve giyim sanayilerinin
artan rekabet koşullarında aşama aşama dünya çapında iş bölümünün alt
kademelerine indirilmesi sayesinde, 1960’ların başında taşeronlaştırmaya dayalı
organizasyon düzeni bu sanayiler için örgütleyici çerçeve haline gelmiştir.”[35]
Bunalım dönemleri, sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma
süreçlerini hızlandırır. Ama aynı zamanda, küçük ve orta ölçekli işletmelerin
yeni işlevler kazanmasına da yol açar. Nitekim, 1945 tarihli bir çalışmada,
İkinci Dünya Savaşı öncesindeki bunalım döneminde, yalnızca küçük şirketlerin “çok
belirgin bir inatla” varlıklarını sürdürdüklerinden değil, taşeronlaştırma
uygulamasından da söz ediliyor:
“Bu küçük firmalar, büyük
kapitalistlerle küçük kapitalistler arasında uygulanan bir modern ‘dışarıya iş
verme’ sistemi temelinde büyük firmaların taşeronluğu rolünü oynarlar.”[36]
Taşeronlaşma ile sağlanan “esneklik”, büyük ölçekli
işletmelerin tasfiye olması değil, daha iyi organize olması anlamına
gelmektedir. Teknoloji üstünlüğüne sahip büyük işletmelerle yan sanayi
arasındaki ilişkide belirleyici olan, hiç kuşku yok ki, hâlâ büyük
işletmelerdir.
“Çokuluslu” sıfatıyla anılan şirketlerin son yıllardaki
hızlı gelişmesi de, üretim sürecindeki değişmelerin aslen hangi kesime güç kazandırdığını
somut olarak göstermektedir. Dünyanın en büyük 200 şirketinin ciroları toplamı,
1995 yılında, dünyadaki tüm ülkelerin GSMH’ları toplamının yüzde 32’sine
ulaşmıştı.[37]
Ya üretici güçlerin gelişimi
ve “yeni ekonomi”?
Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”ya yazdığı
önsözde yer alan şu ifade oldukça talihsiz sonuçlar doğurdu: “İçerebildiği
bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz ... .”[38] İyi
niyetlerinden kuşku duyulmayacak kimileri, daha 19. yüzyılın sonlarında,
devrimin gerçekleştirilebilir olduğunu savunmak adına, kapitalizm üretici
güçleri geliştirme yeteneğini tümüyle yitirdiğini kanıtlama çabasına girişti. “Sürekli
bunalım” tezinin kimi versiyonları bu çabanın bir ürünüydü. Kötü niyetli
olduklarından kuşkulanmak için özel bir çaba harcamaya değmeyecek kimileri de,
üretici güçlerin gelişmeye devam etmesini, devrimin henüz güncel olmadığı
iddiasının “Marksist” kanıtı olarak göstermeye çalıştı.
Yukarıda alıntılanan ifadeye yeniden dönülecek. Burada vurgulanması
gereken, kapitalizmin bunalımlarının, üretici güçlerin gelişimindeki mutlak bir
duraklamanın nedeni ya da sonucu olmadığı.
Maurice Dobb, 1945 tarihli çalışmasında, 1929 sonrası
dönemin açıklanması en zor özelliğin emek üretkenliğindeki artış olduğunu
söylüyor ve aynı durumun 1870’ler ve 1890’lardaki bunalım döneminde de geçerli
olduğunu hatırlatıyordu. Bazılarının 18. yüzyılın sonundaki gelişmelerle
karşılaştırdığı bir “teknik devrim”den söz ettiğini belirten Dobb, kronik düşük
kapasite sorununu çözmeyen ve kâr oranlarının düşmesini engelleyemeyen söz
konusu devrimin krizin derinleşmesine hizmet ettiğini de vurguluyordu.
Dolayısıyla, 30’lardaki “teknik devrim”, sermayenin yeniden yapılanması
anlamına gelmiyordu:
“Bu krizden, yeni bir temel
üzerinde yeniden-inşa yönünde bir hareket değil, ucuz maliyetle üretim yapanlar
ile yüksek maliyetle üretim yapanlar arasında üretim kotalarının bölüşümü ve
kısıtlama önlemlerinin hedeflemesi gereken fiyatın belirlenmesi konusunda
ölümcül bir mücadele ve kısıtlamacı projeler salgını doğdu.”[39]
Yine Dobb’a göre, bu dönemde büyüyen sanayiler de vardı!
Elektrik, kara taşımacılığı, otomobil ve hava taşıtları, suni ipek, gıda ve
inşaat sanayileri büyürken, dağıtım sektöründe de üzerinde oldukça fazla
tartışma yürütülen bir genişleme söz konusuydu. Yeni girişlerin henüz
kısıtlanmadığı alanlarda sermaye ve girişim yığılmasının yaşandığını belirten
Maurice Dobb, ardından ekliyor:
“Fakat 1930’ların sonlarında,
Amerika’da olduğu gibi İngiltere’de de bu genişlemeci etkilerin gücünün
azalmaya başladığını gösteren belirtiler ortaya çıkmıştı. 1937 yılı sonundan
itibaren otomobil ve elektrifikasyon sektörleri maksimum genişleme noktalarını
artık geride bıraktıklarına dair işaretler veriyorlardı; otomobil ve elektrikli
alet üretimindeki gerileme, bir resesyona yol açtı ve 1938 yılında silahlanma
harcamalarının tırmanmasıyla bu gelişmenin önü alındı.”[40]
Yani, bunalım döneminin henüz sürdüğü 1937 yılının sonundaki
durgunluğa yol açan gerileme, tam da İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyüme
dönemine damgasını vuran sektörlerde yaşanıyor!
Bunalımların aşılmasını sağlayan, teknolojik gelişmelerin
varlığı ya da belirli sektörlerin yüksek büyüme oranları yakalaması değil,
sermayenin bir bütün olarak yeniden yapılanmasıdır. Bunun yolu da, mevcut
sermayelerin ciddi bir değersizleşme süreci yaşamasından geçer. Kesim I’in
yeniden kurulmasını gerektirecek ölçekte bir değersizleşme süreci, İkinci Dünya
Savaşı sırasında, savaşın yarattığı fiziksel tahribat aracılığıyla
gerçekleşmişti. Bugünse böylesi bir değersizleşme süreci yaşanmış değil.
İnternet üzerinde faaliyet gösteren şirketleri, bilgisayar
yazılım üreticilerini, telekomünikasyon sektörünün kimi yeni alt dallarındaki
şirketleri ve biyoteknoloji şirketlerini anlatmak için kullanılan “yeni ekonomi”
kavramı da, son yıllardaki diğer pek çok kavram gibi, belirli somut olgulara
gerçekten de karşılık düşüyor. Ama sorun, “yeni ekonomi”nin, kapitalizm
açısından bütünsel bir yenilenmenin dinamiklerini barındırıp barındırmadığı.
Özellikle ABD’de, yeni teknolojilere dayalı “yeni ekonomi”
şirketlerinin hisse senetleri, “eski ekonomi”yi gölgede bırakacak bir hızla
değer kazandı. Ancak ilk söylenmesi gereken, bu şirketlerin kapitalist
ekonomiler içindeki ağırlıklarının, en azından bugün için, yeni bir sermaye
yapılanmasına geçişten söz edilmesini sağlayabilecek denli büyük olmadığı.
1998 yılında dünyanın en büyük 500 şirketinin toplam satış
gelirleri içinde bilgisayar ve büro malzemeleri üreticilerinin payı yüzde 2,5’i
bulmazken, bilgisayar hizmetleri ve yazılım üreticisi şirketlerin payı yalnızca
binde 2,7’ydi. Bilgisayar ve büro malzemeleri üreticileri arasında ise, ne
oranda “yeni” sayılabileceği kuşkulu olan IBM, 500 büyük şirket listesine
girenlerin toplam satışlarının yaklaşık üçte birini tek başına
gerçekleştiriyordu. Elektronik ve elektrikli alet sektöründe General Electric
ve Siemens gibi “geleneksel” şirketler ilk sıraları alırken, sözgelimi
bilgisayar yongası üreticisi Intel, satış gelirleri açısından ancak 13. sırada
yer alıyordu. Yine satış gelirleri açısından, bankalar yüzde 11,3’lük, motorlu
taşıt ve parçaları üreten şirketler yüzde 9,6’lık, ticaret şirketleri yüzde 7,3’lük,
petrol şirketleri ise yüzde 6,5’lik paya sahipti.[41]
İnternet üzerinde faaliyet gösteren şirketlere gelince... Bu
şirketlerin hisse senetlerinin değerleri, özellikle Güneydoğu Asya krizinden
sonra, çok hızlı bir yükseliş gösterdi. Bunda, kriz ortamında uluslararası mali
sermaye hareketlerinin yönünün gelişkin kapitalist ülkelere doğru olmasının ve
yeni kârlı yatırım araçları bulma çabalarının da önemli payı vardı. Sonuçlardan
biri, İnternet şirketlerinin hisselerinin aşırı değerlenmesi oldu.
İnternet üzerindeki ticaretin gerek nicelik, gerekse oranı
açısından başı çeken ABD’de, 1998 yılında, İnternet aracılığıyla gerçekleştirilen
satışlar (7,8 milyar dolar), toplam satışların (1,7 trilyon dolar) yalnızca
binde 4.6’sı düzeyindeydi. En iyimser tahminlere göre bile, 2003 yılında İnternet
üzerindeki ticaretin oranı yüzde 5’i bulmayacak.[42]
Buna karşın, İnternet üzerinden satış yapan şirketlerin
borsa değerleri, on milyarlarca dolara yükselebiliyor. Örneğin faaliyetlerine
1996 yılında kitap satışıyla başlayan Amazon şirketinin borsa değeri 1999
yılında 30 milyar doları aşabildi. Üstelik, hiç kâr etmemesine, hatta kurulduğu
yıldan beri her yıl daha fazla zarar etmesine karşın: Amazon’un 1999 yılındaki
zararı 700 milyon dolardan daha fazlaydı.[43]
Benzeri bir eğilim, biyoteknoloji şirketleri için de
geçerli. Herhangi bir gelecekte işe yarayıp yaramayacağı tartışmalı genlerin
patentlerini alan ve yakın gelecekte kâr etme olasılığı bulunmayan
biyoteknoloji şirketlerinin hisse senetleri de aşırı değerlenebiliyor.
Dolayısıyla, “yeni ekonomi”nin yükselişinin ardındaki
dinamiklerden birinin de, mali sermayenin (hayali sermaye üretme yoluyla) büyüme
dürtüsü olduğunu ihmal etmemek gerekiyor.
Kuşkusuz yine de sorulması gereken bir soru var: Spekülatif
boyutlarından arındırıldığında bile, “yeni ekonomi”nin gelişimi, yeni bir
sermaye yapılanmasına geçişi ifade ediyor olabilir mi?
Buradaki temel bir sorun, mevcut sermayeler ciddi bir
değersizleşme süreci yaşamadan da yeni bir sermaye yapılanmasına geçilip
geçilemeyeceği. “Geleneksel” şirketlerin, bunalım dinamiklerini derinleştirme
pahasına da olsa, sermayelerin değersizleşme eğilimine karşı ciddi bir direnç
sergileyebildiklerini hatırlatmak gerekiyor. Zaten, belki de yeni teknolojilere
dayalı yeni üretim sektörlerinin ekonomik ağırlıklarının artmasının önündeki
engellerden biri de bu.
Bu noktada söylenebilecek olan, eğer İkinci Dünya Savaşı’ndakine
benzer bir sermaye değersizleşme süreci yaşanmayacaksa, bu kez, mevcut sermaye
yapılanmasının “tedrici” ve oldukça uzun bir süreye (muhtemelen on yıllara)
yayılan bir değişim sürecine girme olasılığının ihmal edilemeyeceği.
Böylesi bir süreçte Kesim I ile Kesim II arasındaki dengenin
eksik tüketim sorununa yol açmayacak şekilde kurulması kolay olmayacaktır.
Dahası, yine böylesi bir süreç, yeni sektörlerdeki kâr oranlarının düşme
eğiliminin de, kapitalist ekonomiler henüz büyüme dönemine girmeden, belirleyici
önem kazanmasına yol açabilecektir. Diğer yandan, “yeni” sektörlerden bazıları
(örneğin yonga üretimi) aşırı üretim sorununu yaşamaya başladı bile...
İşçi sınıfına ne oldu?
Son yıllarda işçi sınıfına ilişkin olarak yürütülen belki de
en boş tartışma, vasıfsız emek ile vasıflı emek ya da kol emeği ile kafa emeği
arasındaki dengeye ilişkin olanı. Kapitalizm, tüm tarihi boyunca, bir yandan
mevcut üretim faaliyetlerini giderek daha vasıfsız emekçilere yaptırmanın
yollarını geliştirirken, diğer yandan da vasıflı emekçileri gerekli kılan yeni
üretim faaliyetleri yaratmıştır.
Marx, Kapital’de,
her iki eğilimden de söz eder. Örneğin, Kapital’in
birinci cildinde şunları söyler:
“Büyük sanayi, gerçekte, toplumu,
bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir “parça-insan”
haline gelen bugünün parça-işçisinin yerine, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki
herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal
görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama
alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi
koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.”[44]
Burada Dobb’un 1945 tarihli çalışmasına bir kez daha
başvurmakta yarar var. Dobb, yine 1929’la başlayan bunalım döneminde, yüksek
ücretler alan yeni bir teknisyenler ve büro çalışanları tabakasının ortaya
çıktığından söz ediyor:
“Bazı yazarlar kapitalizmin en
son evresindeki yeni özellikleri arasında, yeni bir orta sınıfın ortaya
çıkmasını vurguladılar. Hatta Durbin, sosyal konutlarıyla ve bahçeleriyle,
radyo setleri ve taksitle satın alınmış mobilyalarıyla proletaryanın ‘burjuvalaşması’ndan
bile bahsetmiştir; ona göre, Marx ve okulunun hiçbir zaman öngörmediği, 20.
yüzyıla özgü gelişmelerdi bunlar.”[45]
Aynı çalışmada, yine aynı dönemde “teknolojik işsizlik”
konulu bir literatürün ortaya çıktığı da belirtiliyor.
İşçi sınıfının ortadan kalkmakta olduğuna ilişkin iddialar,
genellikle, hizmet sektöründeki yoğunlaşma ya da “beyaz yakalı”ların sayıca
artışıyla temellendiriliyor.
Birincisi, kapitalist üretim ilişkileri yalnızca sanayide,
ya da örneğin yalnızca imalat sanayisinde geçerli değildir. Meta üretiminin ve artı
değer sömürüsünün bulunduğu her yerde kapitalist üretim ilişkileri söz
konusudur. Bu açıdan bakıldığında, mavi yakalı bir işçinin ürettiği bir vida
ile bir garsonun sunduğu hizmet arasında, birer meta olmaları ve artı değer
sömürüsünü yansıtmaları açısından hiçbir fark bulunmaz.
İkincisi, işçi sınıfı yalnızca kol emekçilerinden oluşmaz.
Geçimini sağlamak için emek gücünü satmak zorunda kalan herkes, ister kol,
isterse kafa emeğini kullansın, işçi sınıfının bir üyesidir. Ve kapitalistler,
kafa emekçilerinin ücretlerini düşürmek için de benzer yöntemler kullanır.
Kapitalizmin tarihi boyunca, neredeyse her yeni sektör,
ortaya çıkma ve büyüme döneminde, ihtiyaç duyduğu niteliklere sahip emek gücünün
kıtlığı sorunuyla karşılaşmıştır. Makineler, ortaya çıkmak için, makine
mühendislerinin belirli bir sayıya ulaşmasını beklememiştir!
Ama bunu, söz konusu emek gücünün ucuzlatılmasına yönelik
girişimler izler. Bu çerçevede örneğin, mühendislik fakültelerinin sayısı 20.
yüzyılda son derece hızlı bir şekilde artmıştır. Mühendisler arasındaki
hiyerarşi giderek daha fazla önem kazanmış, alt kademe mühendislerle
teknisyenler arasındaki ayrımlar silikleşmiştir. Özellikle ‘70’li yıllardan bu
yana, “teknoloji=işsizlik” denklemi, mühendisler ve hatta işletme yöneticileri
için de geçerli olmaya başlamıştır. Diğer yandan, bilişim teknolojisindeki
gelişmelerin de katkısıyla, mühendislik eğitimi almış olanların önemli bir
bölümü son derece rutin teknik faaliyetler yürütmeye başlamış ve bir meslek
olarak mühendisliğe atfedilen “yaratıcılık” boyutu giderek zayıflamıştır.
Zaten, 20. yüzyılın “mucit”leri, kendi başına araştırma faaliyeti yürütenlerden
çok, büyük şirketlerin araştırma-geliştirme birimlerinde çalışan ücretli
mühendislerdir. Bu süreçte mühendislerin ücretlerinin göreli olarak düştüğünü
ve ayrıcalıklı statülerini giderek yitirdiklerini eklemeye bile gerek yok.
Büyük sermaye sahipleri çoğu kez üniversitelerin eğitim
programlarım değiştirmesini bile beklemez ve ücretleri düşürebilmek için kendi
eğitim programlarını geliştirir. Diğer yandan uluslararası rekabet de büyük
sermayeler lehine işler: Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist
ülkelerde yetişen uygun nitelikteki emek gücü transfer edilir. Sözgelimi yine
ABD’deki Silikon Vadisi her yıl on binlerce yeni yabancı işçiyi istihdam
ediyor. Son olarak, teknolojik gelişmeler de, emek gücünün ucuzlatılmasına hizmet
edebilir: Bugün pek çok iş, İnternet üzerinden, az gelişmiş ve orta
gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin İngilizce bilen kafa emekçilerine ucuza
yaptırılabiliyor.
Kimileri, yalnızca beyaz yakalı işçilerin sayıca artmasından
değil, ama aynı zamanda kapitalizmin kol emekçilerine “ihtiyacının
kalmamasından” söz ediyor. Onlara göre, kol emekçilerinin giderek “dışlanması”,
yakın geçmişe kadar ürettikleri metalara ve dolayısıyla da kendilerine ihtiyaç
kalmamasıyla ilgili.
Kapitalistler açısından otomobil, televizyon, çamaşır
makinesi, pantolon, gömlek, çelik vb. üretiminin önemsizleştiğine ilişkin
tezleri tartışmaya bile gerek yok: Kuşku duyan, istatistiklere bakar...
Teknolojik gelişmelerle birlikte aynı miktarda meta üretmek
için gereken işçi sayısının azalması ise, kapitalizmin tüm tarihi boyunca
geçerli olmuş bir eğilimdir. Bunun sınıf mücadelesi ile birlikte doğurduğu
sonuçlardan biri, çalışma saatlerinin düşürülmesidir. Eğer içinde bulunduğumuz
döneme ait bir “özgünlük” varsa, bu da işçi sınıfının çalışma saatlerinin
düşürülmesini sağlayacak bir mücadeleyi örgütleyememiş olmasıdır. Bu da,
sermayenin bunalım dönemindeki saldırganlığı ile bağlantılı...
İçinde bulunduğumuz dönemin
farkı
Yukarıda da belirtilmişti: Bu yazının amacı, son bunalım
döneminde ortaya atılan tezlerin bütünsel ve kapsamlı bir eleştirisini yapmak
değil. Yukarıda yürütülen tartışmalar da, yalnızca, değişim dinamiklerinin
sermaye sahiplerinin bunalıma verdiği standart tepkilerde aranmaması
gerektiğini vurgulamaya dönüktü.
İçinde bulunduğumuz dönemin temel bir yeniliği var: Kıtlığın
ortadan kaldırılmasının tüm nesnel koşullarının olgunlaşmış olması.
Marx’a göre, komünizmin temel ön koşulu, kıtlığın ortadan
kaldırılmasıydı. İnsanların insanca yaşaması için gerekli tüketici nesnelerinin
yetersiz olduğu bir dünyada, sınıfsal ayrımları ve dolayısıyla çelişkileri
tümüyle ortadan kaldırmak mümkün değildir.
“Kıtlık”, göreli bir kavram. “İnsanca yaşamak” için gereken
tüketim nesnelerinin nitelik ve niceliği tarihsel olarak belirlenir. Yüz yıl
öncesinin insanları için lüks kabul edilenler, bugünün insanları için en
sıradan tüketim nesneleridir. Diğer yandan teknolojik ilerlemenin en yeni
ürünleri, çoğu kez, yeryüzündeki tüm insanların kullanımına hemen sunulamaz.
Ancak, bu türden ayrımların mutlaklaştırılamayacağını baştan
kabul ederek, maddi yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli tüketim nesneleri ile
düşünsel gelişime hizmet eden (ve kuşkusuz onun ürünü olan) tüketim nesneleri
arasında bir fark olduğunu kabul edebiliriz.
Böylesi bir ayrıma gidildiğinde, bugünkü teknolojik gelişme
düzeyinde, dünya üzerindeki tüm insanların beslenme, giyinme, barınma, ulaşım
ve sağlıkla ilgili tüm temel ihtiyaçlarım karşılamanın mümkün olduğu kolaylıkla
saptanabilir. Bugün bile, yeryüzündeki 6 milyar insanın yeterli şekilde
beslenmesini sağlayacak miktar ve nitelikte besin maddesi üretiliyor. l milyara
yakın insanın açlıkla boğuşması, yalnızca kapitalizm koşullarında yaşamanın bir
ödülü.
Kuşkusuz, tek başına fiziksel varlığının yeniden üretimi,
insanın “insanca” yaşaması anlamına gelmiyor. Temel ihtiyaçların karşılanması,
düşünsel gelişimin önündeki en önemli engellerden birinin kaldırılması anlamına
gelse bile, kendi başına yeterli olamaz.
Ama zaten, yine insanlığın elindeki bilimsel ve teknolojik
olanaklar, tek tek tüm insanların düşünsel üretkenlik potansiyellerinin
insanlığın hizmetine sunulmasını da mümkün kılıyor. Bunun için, zorunlu tüketim
nesnelerinin üretilmesi için gerekli çalışma süresinin çalışabilir durumdaki
tüm insanlara bölünmesi sonrasında tek tek insanlara kalan “boş zaman”ı ve
gerekli olanaklar sağlandığında insanların bu zamanı ne tür şekillerde
değerlendirebileceğini hayal etmek yeterlidir.
Sözgelimi, bireysel ya da kolektif çalışmalar aracılığıyla
bilimsel ya da teknik ilerlemeye katkıda bulunmak, temel ihtiyaçlarını
karşılama sıkıntısı olmayan insanlar için, başlı başına bir zevk haline
gelebilir. Bunun yeni bir tarafı da yok. Ama eğer yeterince yeni ve hatta “yeni
ekonomi”ye ilişkin bir örnek vermek gerekirse, piyasa koşullarında başına gelenler
bir yana, Linux adlı bilgisayar işletim sistemi, pek çok ülkeden
bilgisayarcıların karşılık beklemeden yaptıkları katkıların bir ürünüydü.
Tüm bu söylenenler her zaman, ya da en azından yüz yılı
aşkın süredir geçerli değil miydi?
Bazı açılardan evet. Reel sosyalizm deneyimleri, insanların
temel maddi ihtiyaçlarını karşılamanın mümkün olduğunu göstermişti. Diğer
yandan eski sosyalist ülke insanlarının entelektüel gelişkinliğine ilişkin
somut verileri uzunca bir süredir Türkiye’de bile gözlemlemek mümkün.
Bu noktada, bilişim, yani bilgisayar ve iletişim
teknolojilerindeki gelişmeleri anmak gerekiyor. Bu gelişmeler, bir yandan rutin
faaliyetleri alabildiğine sınırlandırma, diğer yandan da kolektif çalışmanın
önündeki fiziksel engellerin önemli bir bölümünü ortadan kaldırma olanağını
sağlıyor.
Asıl önemlisi, yine bilişim teknolojilerindeki gelişmeler,
üretimin merkezi olarak planlanmasını aşırı ölçülerde basitleştiriyor. Bunun
böyle olduğunu, bugünün dev şirketleri somut olarak gösteriyor. Söz konusu
şirketlerde, “girişimci kapitalist’lerin maceracı ruhları değil, önlerine konan
hedeflere ulaşmak için gerekli teknik faaliyetleri yürüten yöneticilerin son
derece “bürokratik” ruhları egemen. Ve buna rağmen ayakta kalabiliyorlar!
“Kıtlık’la ilgili olarak mutlaka vurgulanması gerekenlerden
biri de, kapitalizmin toplumsal kaynakları yalnızca bölüşüm düzeyinde değil,
üretim düzeyinde de son derece verimsiz bir şekilde kullanması ve çok büyük bir
bölümünü çarçur etmesi. Kapitalizm koşullarında vazgeçilmez kabul edilen pek
çok faaliyet, toplumsal açıdan bakıldığında mutlak bir gereksizlik içeriyor.
Bankaları, borsaları, sigorta şirketleri ve “leasing” ya da “factoring” gibi
İngilizce adlı şirketleriyle mali sermaye, toplumsal üretime zerre kadar
katkıda bulunmadığı gibi, yalnızca maddi kaynakların değil, aynı zamanda yüz
binlerce eğitimli insanın düşünsel emeğinin de tümüyle boşa harcanmasını
sağlıyor. Otomotiv sektörü, “güzellik” endüstrisi, reklamcılık sektörü,
tedaviye dayalı sağlık sektörünün önemli bir bölümü ve ilaç sektörünün önemli
bir bölümü, yine tümüyle gereksiz, halta düpedüz zararlı mal ve hizmetler
üretiyor. Bunlara piyasanın işleyiş yapısından kaynaklanan aşırı kapasite ve
aşırı üretim sorunlarını da eklemek gerekiyor. Yalnızca bugün boşa harcanan
toplumsal kaynaklarla bile kıtlık ortadan kaldırılabilir.
Kuskusuz, tek başına kıtlığın ortadan kaldırılmasının
koşullarının var olması, kapitalizmin yıkılmasını güvence altına almıyor. Ama
bir olanağa işaret ediyor: Bir sonraki devrim dalgasının bir dünya devrimi ile
sonuçlanması ve sınıfsız topluma giden yolda çok hızlı bir şekilde ilerlenmesi
mümkündür.
Burada Marx’ın Katkı’ya
önsözüne dönülebilir. Kapitalizm üretici güçleri geliştirmeye devam ettiğine
göre, “içerebildiği bütün üretici güçleri” geliştirmiş olma koşulu ne olacak?
Birincisi, böylesi bir koşulun var olmadığı, yani Marx’ın
yanıldığı söylenebilir. Ne de olsa, Marx’ın tüm saptama ve beklentilerinin
doğru olduğu, Marksizme ait bir iddia değildir.
Ama bir noktaya dikkat etmek gerekir: Reel sosyalizm deneyimleri,
Marx’ın haksız çıktığını kanıtlamadı. Çünkü Marx’ın söz konusu tezi, tek tek
ülkelerin kapitalist sistemden kopmaları olasılığını dışlamıyor.
İkinci olarak da, söz konusu tezin “diyalektik olmayan” bir
tarzda yorumlanmaması gerektiği vurgulanabilir.
Feodalizm, üretici güçlerin gelişimini mutlak olarak
durdurduğu için son bulmadı. Yalnızca, kendi bağrından çıkmış olan üretici
güçlerin hızlı gelişiminin önünde bir engel oluşturdu. Feodal ilişkiler teknik
ilerlemelerinin yarattığı toplumsal olanakların değerlendirilmesini
olanaksızlaştırıyor ve bu da teknik ilerlemeyi yavaşlatıyordu.
Sermaye, gelişen teknolojide, muazzam bir değişim değeri
birikiminin olanaklarını gördü. Kullanım değerleriyle ilgilenen feodal
sınıflarsa, haklı olarak, kendi iktidarlarının altlarındaki zeminin kayışını...
Feodalizmin yıkılması, bir açıdan bakıldığında, kaçınılmaz
olmayan bir gelişmeydi. Ezilen sınıflar feodalizmin tarihi boyunca yüzlerce kez
ayaklandı; bu ayaklanmaların bir bölümü tek tek ülkelerdeki feodal düzeni ciddi
şekillerde sarsabildi; ama feodal düzen her seferinde restore edilebildi.
Teknik ilerleme ve bu ilerlemenin hızı tarih dışı birer etken olmadığına göre,
bunları kontrol altında tutabilen bir feodalizm, kendi varlığını sonsuza dek
sürdürebilirdi.
Ama geçmişteki ayaklanmalarla, ezilen sınıfları, arkasında
toplayan burjuvazinin başkaldırısı arasında temel bir fark vardı: Bir başka
düzen kurmanın somut olanaklarının belirginleşmiş olması. Burjuvazinin tarihsel
bir özne haline gelmesini sağlayan bu farka rağmen, feodalizmin dünya ölçeğinde
alt edilmesi, yüzyıllar süren bir mücadelenin ürünü oldu.
Burada üzerinde mutlaka durulması gereken bir nokta daha
var. “Üretici güçlerin gelişimi” dendiğinde, “saf” haliyle teknik ilerleme
anlaşılamaz. Önemli olan, bu ilerlemenin üretim sürecine ne şekilde
yansıdığıdır. Diğer yandan, eldeki teknik olanakların üretim sürecine
aktarılması, özellikle çığır açıcı yenilikler söz konusu olduğunda, toplumsal
ilişkilerin de köklü bir dönüşümünü gerektirebilir.
Makine üreten makineler, feodalizm döneminde çıktı ortaya.
Ama bu makinelerin üretim sürecinin merkezine yerleşmesi için, bunları imal
edecek ve işletecek olan emekçilere ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacın karşılanması
için de, köylüyü toprağa bağlayan feodal ilişkilerin kırılması gerekiyordu.
Bugünse, kapitalizm, teknik ilerlemeyi tümüyle durdurmamakla
birlikte, yarattığı toplumsal olanakların değerlendirilmesini engelliyor. Bu
da, üretici güçlerin farklı bir temel üzerinde yeniden örgütlenmesini ve bu
yolla gelişmesini...
Kapitalizm koşullarında tek tek insanların insanlığın
gelişimine katkıda bulunma olanağı aşırı derecede sınırlandırılmıştır.
İnsanların büyük bir bölümü enerjilerinin çoğunu kendilerini fiziksel ve/veya
zihinsel olarak tüketmekle birlikte yeniden üretmeyen işlere harcarken, bunu
bile yapamayan insanlar, yani işsizler ve kısa süreli, düzensiz ve aşırı düşük
ücretli işlerde çalışanlar, her tür toplumsal olanaktan mahrum kalıyor.
Eldeki teknik olanaklar, insanlar tarafından yapılması
zorunlu rutin/fiziksel işlerin tüm insanlara paylaştırıldığı ve geri kalan
zamanların toplumsal ve bireysel gelişimi sağlamaya dönük olarak
değerlendirildiği bir düzenin kurulmasını mümkün kılıyor. Ama böylesi bir
düzenin kurulabilmesi için, insanların büyük bir bölümünü toplumsal açıdan
gereksiz, hatta zararlı işlere bağlayan sermaye ilişkilerinin kırılması
gerekiyor.
Dolayısıyla, bugün, kapitalizmin üretici güçlerin
gelişiminin önündeki temel engel haline gelmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bunu söylemek, kapitalist düzenin ne şekilde son bulacağı
sorusunu yanıtlamış olmak anlamına gelmiyor elbette.
Ama kapitalizmin sonunu tartışmadan önce, bugünkü bunalımın
aşılma olasılığı üzerinde bir miktar daha durmakta yarar var. Çünkü eğer
kapitalizm bu bunalımını aşabilirse, üretici güçlerin gelişimini engellemeye
devam etmesine karşın, daha uzunca bir süre ayakta kalabilir.
Güncel bunalım aşılabilir
mi?
Yukarıda, sermayenin bunalıma ne tür tepkiler verdiği
üzerinde durulmuştu. Herhalde ilk saptanması gereken, söz konusu tepkilerin
belirleyici niteliklerini 2000 yılında da koruduğu. Mali sermaye büyümeye,
gerçek ücretler geriletilmeye ve az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist
ülkeler üzerindeki sömürü artırılmaya devam ediyor. Sermayenin merkezileşme ve
yoğunlaşma süreçleri, bu eğilimlerden destek alıyor ve bunları destekliyor.
Mevcut sermaye yapılanmasını temsil eden dev şirketler daha da devleştikçe,
yalnızca ekonominin bütünü üzerindeki ağırlıkları değil, devlet politikaları
üzerindeki belirleyicilikleri de artıyor. Bunlar da, bunalımın aşılması için
yıkılması zorunlu sermaye yapılanmasının ömrünü uzatıyor. Kısacası uluslararası
sermaye, “bunalımı yönetmeye” devam ediyor.
Dünya ölçeğindeki birleşme ve satın almaların toplam değeri
1999 yılında bir önceki yıla göre yüzde 50’lik bir artışla 2,4 trilyon dolara,[46] 1999
yılında ise yüzde 60’a yaklaşan bir artışla 3,8 trilyon dolara ulaştı.[47]
Petrolden otomotive, ilaç üretiminden bilişime, bankacılıktan ticarete
neredeyse tüm sektörlerde yaşanan birleşmelere yukarıda söylenenler ışığında
bakılabilir.
Sözgelimi, bankacılık sektöründeki birleşmelerin en önemli
nedenlerinden biri, borsaların aşırı büyümesi sonucunda bu sektördeki kâr
oranlarının düşmesi. Hisse senetlerinin hızla (ve aşırı) değer kazandığı bir
dönemde, temel faaliyetleri mevduat toplayarak kredi açmak olan bankalar
giderek daha fazla zorlanıyor. “Tasarruf” sahipleri, paralarını bankalara
yatırmak yerine, çok daha yüksek kazanç sağlayan hisse senetlerini satın almayı
tercih ediyor. Diğer yandan, şirketler açısından da, hisselerini borsa
aracılığıyla satarak para toplamak, banka kredisi kullanmaya oranla çok daha
ucuza geliyor. Bu koşullarda, bankaların tasarruf mevduatlarına verdikleri
faizlerle kredi faizleri arasındaki farkı giderek azaltmaları ve “maliyetleri kısma”
operasyonlarına girişmeleri bile yeterli olmuyor.
Mali sermayenin borsalara yönelmesi nedeniyle zor durumda
kalan bankaların bulduğu çıkış yollan arasında, geleneksel bankacılık
işlemlerini bir yana bırakarak “yatırım bankacılığı”na yönelmek de bulunuyor.
Nitekim, Deutsche Bank-Dresdner Bank birleşmesinin ardından, “yeni” Deutsche
Bank, “küçük tasarruf sahipleri”ne yönelik bankacılık hizmetlerini tasfiye
ederek, yatırım bankacılığında uzmanlaşma kararını almıştı.
Dünya ölçeğindeki birleşme ve satın alma dalgasının
ardındaki en önemli aktörler arasında yer alan yatırım bankaları, bu
birleşmelere “danışmanlık” yaparak para kazanıyor. Her bir birleşme sonucunda
el değiştiren sermayenin yaklaşık olarak yüzde yarımı oranında komisyon alan bu
bankalar,[48] yalnızca kendilerine
yapılan başvuruları değerlendirmiyor. Bir başka şirketle birleşmeyi ya da bir
başka şirketi satın almayı düşünmeyen şirketlere de öneri götürüyorlar. Hatta
zaman zaman “öneri” ile tehdit iç içe geçiyor: Başka şirketleri yutmakta geç
kalan şirketler yutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Özellikle büyük yatırım bankalarının “müşteri” sıkıntısı
çekmesi mümkün değil: Kâr oranlarının düştüğü ve aşırı kapasite, bir başka
deyişle aşırı üretim sorunun yalnızca “geleneksel” sektörlerde değil,
bilgisayar yongası üretimi gibi “yeni” sektörlerde bile yaşandığı bir dönemde,
şirket birleşmeleri, işçi sayısını azaltma, bazı bölümleri tümüyle kapatma ve
böylece rekabet gücünü artırma olanağını sağlıyor.
Birleşmeler ve satın almaları kolaylaştıran etkenlerin
başında, yine borsalardaki hisselerin aşırı değerlenmiş olması geliyor.
Birleşmeler sırasında, nakit para değil, aşırı değerlenmiş hisseler el
değiştiriyor. Diğer yandan, her bir birleşme ya da “evlilik”, ilgili
şirketlerin hisselerinin daha fazla değer kazanmasını sağlayarak yeni
birleşmelerin yolunu açıyor.
Bugüne dek yaşanan birleşmelerin üçte ikisinin
başarısızlıkla sonuçlanması, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü her bir birleşme,
yalnızca yatırım bankalarının değil, aynı zamanda birleşen şirketlerin üst
düzey yöneticilerinin büyük paralar kazanmasını sağlıyor. Şirket sahipleri,
yani hissedarlar açısından bakıldığında ise, birleşme haberlerinin ardından
borsada sağlanan yüksek kazançlar, gelecekteki kaybetme olasılığını
önemsizleştiriyor.
Bu arada, şirket birleşmelerinin büyük bir çoğunluğunun aynı
ülkenin şirketleri arasında gerçekleştiğini vurgulamakta yarar var. Sınır ötesi
birleşmelerin toplamdaki payı yüzde 25’i geçmiyor. Diğer yandan, sınır ötesi
birleşmeler de, büyük çoğunlukla, bir gelişkin kapitalist ülkenin şirketinin
bir diğerininkini yutması biçimini alıyor. Dev şirketler kendi ülkelerinin
devletleri üzerinde giderek daha büyük bir ağırlık oluştururken, uluslararası
sömürü mekanizmalarını da yine kendi devletleri aracılığıyla biçimlendirme
mücadelesi veriyor.
Kuşkusuz, sermayenin yeniden yapılanma süreci, tüm ülkelerde
eşzamanlı olarak yaşanmak zorunda değil. Aksine, tam da bunalım dönemlerinde
eşitsiz gelişmenin önem kazanması beklenir. Ve olasılıklardan biri, belirli bir
dönemin sermaye yapılanmasını en iyi temsil eden hegemon gücün, yeni sermaye
yapılanmasını temsil eden bir diğer güç tarafından alt edilmesidir.
Nitekim, Almanya ve Japonya’nın ABD hegemonyasına son vermek
üzere olduğuna ilişkin iddialar ‘80’li yıllarda bir hayli popülerlik
kazanmıştı. İleri sürülen tezler arasında, ABD, Almanya ve Japonya’nın farklı
kapitalizm modellerine sahip olduğu ve mücadelenin aynı zamanda bu modeller
arasında yaşandığı da bulunuyordu. Kapitalizme
Karşı Kapitalizm’in yazarı Michel Albert şunları söylüyordu:
“Komünizmin çöküşü iki kapitalizm
arasındaki karşıtlığı gün ışığına çıkartıyor. Bunlardan biri olan ‘Yeni
Amerikan’ kapitalizmi, bireysel başarı ve kısa vadeli mali kazanç üzerine bina
edilmiştir. Diğeri, ‘Renli’ olan, Almanya merkezlidir ve Japon örneği gibi,
toplumsal başarıya, oydaşmaya, uzun vade kaygısına değer verir. ... Olaylara
biraz mesafeli ve yukarıdan bakıldığında, yeni ideolojik mücadelenin birinci
devresinde artık komünizmle kapitalizmin değil, fakat Yeni Amerikan kapitalizmiyle
Renli kapitalizmin karşı karşıya geleceği görülecektir.”[49]
Immanuel Wallerstein ise, bu mücadelenin sonucunu önceden
ilan ediyordu:
“Beş on yıla kadar, yeni
mevkilerde yoğunlaşmış, yani tekelleşmiş önde gelen ürünlere dayalı, yeni bir
Kondratieff A safhasına gireceğiz. Japonya, bu mevkilerin en başında
gelmektedir; Batı Avrupa ikincisi, ABD üçüncüdür (ancak bu üçüncülük açık
arayla olabilir).”[50]
Wallerstein bu satırları 1994 yılında yazmıştı. Aradan geçen
altı yıl içinde dünya kapitalizmi yeni bir “Kondratieff A” aşamasına, yani yeni
bir büyüme dönemine giremedi. Ama ABD hegemonyasının son bulmak üzere olduğu
iddiası gibi “üç kutuplu dünya” tezleri de ciddi bir prestij yitimine uğradı.
Bugün yapılan sıralamalarda, ABD açık arayla birinci sıraya, Japonya ise son
sıraya yerleştiriliyor.
Ne Federal Almanya ne de Japonya, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında gösterdikleri hızlı gelişmeyi, farklı bir sermaye yapılanmasına
sahip olmalarına borçluydu. Bu ülkelerin hızlı büyüme dönemlerinde öne çıkan
sektörler (otomotiv, elektrikli aletler, demir-çelik, kimya, elektronik, makine
yapımı vb.), ABD ekonomisinin en önemli sektörlerinden farklı değildi. Gerçi
her iki ülke de, bu sektörlerin en azından bazılarında daha yüksek emek
üretkenliklerine ulaşmayı başardı. ABD hegemonyasının sarsılmakta olduğuna
ilişkin iddiaların ardında bu başarıları da vardı. Ama İkinci Dünya Savaşı
sonrasındaki büyüme döneminde başı çeken sektörler, kâr oranlarının düşmesi
eğiliminden de en fazla etkilenen sektörler oldu.
ABD ekonomisi, ‘70’li yıllarda, kâr oranlarının düşmesi
eğiliminin sonuçlarını Federal Almanya ve Japonya’ya oranla daha hızlı ve daha
şiddetli şekilde yaşadı. Bu sonuçlar arasında, kâr oranlarındaki düşüşü
sınırlandırmak için ücretleri geriletmeye ve bu arada mali sermayeyi hızla
büyütmeye dayalı politikaların öncelikle ABD’de uygulanması da bulunuyordu.
Neo-liberal politikalar, Federal Almanya ve Japonya’dan çok önce, ABD’de ve en
yakın müttefiki olmanın yanı sıra ekonomik açıdan da ABD’ye daha yakın
durumdaki İngiltere’de hayata geçirildi.
Federal Almanya ve Japonya büyümeye devam ederken ABD
ekonomisinin ciddi sıkıntılar yaşamaya başlaması ve alınan “önlem”lerin
yalnızca ücretlerin gerilemesine değil ama aynı zamanda işsizliğin artmasına
yol açması, “hegemonya bunalımı” tezinin de güçlenmesine yol açtı.
Aradan geçen süre içinde, Ren kapitalizminin “sosyal”
cephesinden söz edenlerin sayısı bir hayli azaldı. Çünkü Almanya, bir miktar
gecikmeyle de olsa. Reagan ve Thatcher’ın açtığı yoldan ilerlemeye başladı. ‘90’lı
yıllarda Almanya’da da sosyal haklar kısıtlanıyor, taşeronlaştırma uygulamaları
yaygınlaştırılıyor ve kamu hizmetleri sınırlandırılıyor. Sosyal demokrat
partinin başkanı ve Maliye Bakanı Lafontaine’in her iki görevinden de Alman
sermayedarlarının baskısı sonucu istifa etmesi, “sosyal devlet”in tümüyle
tasfiye edileceğini gösteren son örneklerden biriydi.
ABD şirketleri yoğun devlet desteğiyle bilgisayar, iletişim
ve biyoteknoloji gibi sektörlerde hızla egemenlik kurarken, Japonya gibi
Almanya da bu sektörlerde fazlasıyla geride kaldı. Üstelik teknolojik
gelişmenin başını çeken ABD, İnternet’te, bilgisayar, telekomünikasyon ve medya
sektörlerinde ve biyoteknoloji alanında kendi kurallarını koyma olanağına
kavuştu.
ABD’nin yeni sektörlerdeki başarısı, otomotiv, petrol,
kimya, ilaç vb. sektörlerde geri kalmasına da yol açmadı. Bugün dünyanın en
büyük otomotiv ve petrol şirketleri hâlâ ABD’nin. Asıl önemlisi, bu ülkenin “yeni
ekonomi”de üstünlük kurma hedefi ile mevcut sermaye yapılanmasını koruma
hedefi, çelişik olmaktan çok, birbirlerini tamamlıyor.
Dolayısıyla, yukarıda dile getirilmiş olanı yinelemek
mümkün: Dışsal kimi etkenler eldeki tablonun köklü bir şekilde değişmesine yol
açmadığı sürece, bunalımın aşılması muhtemel görünmüyor. Bu tablo belki de
yalnızca, dünya ölçeğindeki bir savaşın yaratacağı fiziksel tahribat sonucu
değişebilir.
En azından kısa vade için, emperyalist ülkeler arasındaki
gerilimlerin bir dünya savaşına yol açabilecek büyüklükte olmadığı ortada.
Bir dünya sistemi olarak kapitalizmin hâlâ ayakta kalacağı
varsayımıyla, uzun vadede gerçekleşebilecek bir dünya savaşı ise, eğer bu savaş
aynı zamanda bir devrim dalgasının yaratıcısı olamazsa, Kesim I’de yarattığı
yıkım ölçüsünde, yeni bir büyüme dönemine girilmesini sağlayabilir.
Ancak, olası bir Üçüncü Dünya Savaşının, öncesinde ortaya
çıkacak bir devrim dalgasına emperyalistlerin vereceği karşılık olması ihtimali
küçümsenemez. Böylesi bir durumda savaş, dünya devrimine giden yoldaki son
engel olabilir.
Hangi strateji?
Yerine neyin konacağı konusundaki görüşlerin tüm
farklılığına karşın, mevcut “sistem”in ömrünü doldurduğuna ve güncel bunalımını
aşamayacağına ilişkin kanaat bir hayli yaygın. Sözgelimi “bestseller” yazarı
Alvin Toffler, insanlığın üçüncü değişiklikler dalgasını yaşadığını iddia ediyor.
Toffler’a göre, 1650-1750 yıllarından 1955’e kadar süren ikinci dalganın ayırt
edici niteliklerinden biri, piyasa ilişkileri aracılığıyla üretim ile tüketimi
birbirinden ayırmasıydı. 1955 yılında başlayan, ama henüz ikinci dalgayı alt
edemeyen üçüncü dalganın üste çıktığı noktada ise piyasa ilişkileri son
bulacak.
Samir Amin daha sol kavramlarla konuşuyor:
“Burada sunulan tez, bu krizin,
her ikisi de sistem içi krizin biçimleri olacak bir geçici durgunluk ya da
hatta uzun bir yapısal durgunluk değil, tamamıyla kapitalizmin bir krizi
olduğudur. Dahası, en temel özelliği olan ekonomik yabancılaşma göz önüne
alındığında, bir sistem krizidir. Başka bir deyişle, kapitalizm, aşılması için
gereken nesnel koşullan yarattığı kritik bir aşamaya ulaşmıştır.”[51]
Immanuel Wallerstein ise, daha popüler kavramları
kullanarak, kapitalist sistemin bir “kaos”a doğru sürüklendiğini savunuyor:
“Fakat sistemler, döngüsel
ritmlerin yanı sıra uzun vadeli eğilimler de taşırlar ve bu uzun vadeli
eğilimler daima (her sistemde var olan) çelişkileri şiddetlendirir. Sonra
çelişkilerin gittikçe büyüyen dalgalanmalara yol açacak denli keskinleştiği bir
noktaya gelinir.”[52]
Daha “temkinli” bir dil kullanan Hobsbawm bile, içinde
bulunduğumuz krizin sıradan olmadığını düşünüyor:
“Gelecek geçmişin bir devamı
olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına
ulaştığımızı gösteren belirtiler var.”[53]
Bu değerlendirmelerin tümünde “temenni” boyutu bir hayli
güçlü. Ne de olsa bugünün dünyasından hoşnut olmak kolay değil!
Ancak aynı yazarlar, sıra “son kriz” saptamasından siyasal
sonuçlar çıkarmaya geldiğinde, Hobsbawm dışında, anlamsızlıklar üretmeye
başlıyor. Hobsbawm’ın ayrıcalığı ise, siyasal sonuçlar çıkarmaya hiç
kalkışmamasından kaynaklanıyor.
Toffler, üretim ile tüketim arasındaki kopukluğu gidermenin
yolu olarak, insanların kendi ihtiyaç duydukları şeyleri üretmesini, yani
insanlığın bir miktar geri adım atmasını öneriyor: “Ne yazık ki, İkinci Dalga
propagandası dünyanın en uzak köşesinde oturan en yoksul insanlara bile kendi
ürettiklerinin fabrika işi sıra malından daha kötü olacağı inancını yaymıştır.”[54] Öyle
ya, bu insanlar “dünyanın en uzak köşesinde”ki yoksul yaşamlarını mutluluk
içinde sürdürseler, çevre sorunları da hafifleyebilirdi! Toffler’ın okuma-yazmanın
gereksizliğine, tek başına okumayı öğrenmenin yeterli olabileceğine ve “sözlü
kültür”e dönülebileceğine ilişkin değerlendirmelerinde tutarsızlık aramak
boşuna...
“Çevre sağlığı birliği”, “sağlık birliği”, “yaşlılara yardım
birliği” gibi örgütlerin hem çalışanlara, hem de topluma yararlı olabileceğini
söyleyen Toffler, tam da “sivil toplum örgütleri”nin doldurmaya çalıştığı
boşluğa işaret ediyor. Bunalım koşullarında devletin toplumsal harcamaları
kısılırken, ortaya çıkan boşluğun çok küçük bir bölümünü dolduran bu örgütler, “devlet
elini çeksin”cilikleriyle de, sermayenin saldırılarını meşrulaştırma görevini
üstleniyor.
Alvin Toffler’ın aynı anda hem yerelci hem de küreselci
olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Ama bu konuda sözü Wallerstein’a bırakmak
daha doğru olacaktır:
“Dünyada bugün yaşanmakta olan
geçiş döneminde, hem yerel düzeyde hem de dünya düzeyinde çalışmak etkilidir;
ancak artık ulusal devlet düzeyinde çalışmak sınırlı bir yarara sahiptir. Çok
kısa vadeli ya da uzun vadeli hedefler izlemek yararlıdır, ama orta vade
süregiden, iyi işleyen bir tarihsel sistemi varsaydığından, etkisiz hale
gelmiştir. Önümüzdeki dönemin bu denli karışık görünmesinin nedeni, zorunlu
olarak buna özgü ve tesadüfi taktiklere sahip olan bu tür bir stratejinin
yerine getirilmesinin basit olmamasıdır.”[55]
Wallerstein, son derece yararlı bir iş yaparak, liberal
solun siyaset kavrayışını özlü bir şekilde dile getirmiş: Ulusal ölçeğe ve orta
vadeye, yani iktidar hedefiyle yürütülecek sınıf mücadelesine hayır! Başka her
şey serbest...
Ama hakkını teslim etmeli; bu işin kolay olmadığını
Wallerstein da kabul ediyor:
“Mevcut dünya düzeninin dışında
bırakılanların tümüne düşen tüm cephelerde birden ilerlemektir. Bundan böyle
devlet iktidarını odak almak gibi basit bir hedefleri yok. Yapmaları gereken iş
çok daha karmaşık bir şey: Aynı anda hem yerel, hem de küresel düzeylerde
hareket etmek suretiyle yeni bir tarihsel sistemin yaratılmasını sağlamak.”[56]
Daha özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, boşa kürek
çekmek! Neyse ki artık stratejik hedefler tarif edilirken işçi sınıfına özne
olma rolü yüklenmiyor. Bunun yerine, “mevcut dünya düzeninin dışında
bırakılanlar”dan, yani “öteki”lerden söz ediliyor. Ya bir de bu tür fikirleri
doğrudan işçi sınıfına aşılamaya çalışsalardı?
Kanada’nın Ottowa Irmağı’nın yukarı kesimlerinde konuşulan
Algonkin dilinin yok olmaması ya da Adıyaman’ın Besni ilçesinden Artvin’e göç
etmiş insanların kendi kültürlerini koruyabilmesi için mücadele edebilir, hatta
İnternet aracılığıyla bu konularda küresel bir dayanışma geliştirebilirsiniz.
Üstelik böylece, yalnızca yerelcilik ve küreselciliği bütünleştirmekle kalmaz,
bunlara bir de “çokkültürlülük”ü eklemiş olursunuz.
Kimileri, böylesi bir “mücadele” anlayışını benimserken, “parti”
formundan vazgeçmemeye çalışıyor. Wallerstein ise, partili mücadeleyi dışlarken
çok daha tutarlı davranıyor. Gerçekten de, ulusal ölçek ve iktidar hedefi bir
yana bırakıldığında, parti, gereksiz olmakla kalmaz, “bürokratik” bir engel
haline gelir.
Liberalizmden Sonra’da
her şeye rağmen somut bir “strateji” (“sisteme fazla yüklenme stratejisi”)
geliştirmeye çalışan Wallerstein, sonraki çalışmalarında bundan vazgeçiyor.
Doğru da yapıyor: Her somut strateji, anlamlı bir özne tarifini de gerekli
kılar. Genel bir “dışlananlar” toplamını tek bir strateji ekseninde bir araya
getirmekse, neredeyse tanım gereği olanaksızdır.
Çok daha iddialı olan Samir Amin’se, “Bir Alternatif
İnsancıl Küreselleşme Projesi” öneriyor.[57] Amin’e
göre, küresel silahsızlanma ilkesini örgütleyecek, gezegenin kaynaklarını “eşitsizliği
en aza indirecek” şekilde dağıtacak, küresel ekonomiyi yöneten kurumlara ve bir
dünya parlamentosuna sahip olacak bir “küresel siyasi sistem”in yaratılması
gerekiyor. Bunun ilk adımı olarak “Üçüncü Dünya bölgeleri”nin oluşturulmasını
öneren Amin’in “özne”si, “demokratik bir çerçeve içinde hareket eden ulusal ve
halkçı güçler”. Peki bu güçler hangileri? “Sanayileşmiş çevrelerde”, yani
emperyalist ülkelerde, “yeni işçi sınıfı”, yani köylüler ve “marjinalleşmiş
kitleler” etrafında eklemlenecek olan ittifaklar. Amin, “sanayileşmemiş”
ülkelerdeki müttefikleri ise anmıyor. Ama mevcut devletleri temel alan
bölgeselleşme önerisinden hareketle, bu ülkelerin birer bütün olarak müttefik
sayıldıklarını düşünebiliriz.
Amin’in bir de uyarısı var:
“Söylemeye gerek yok ki, yeniden
inşanın bu ilk evresinde önem taşıyan kamu iktidarının acilen ele geçirilmesi
değildir.”[58]
Gerçekten de söylemesine gerek yoktu...
Samir Amin, Kapitalizmin
Hayaleti’nde ise, Toffler gibi, “daha en baştan ve dünyanın tüm
bölgelerinde ticari olmayan toplumsal etkinliklerin genişletilmesi temeline
oturan” stratejilerin geliştirilmesini öneriyor.
Hobsbawm, Toffler, Wallerstein ve Amin’i (ve bugün
kendilerini solda kabul eden daha pek çoklarını) birleştiren noktalardan belki
de en önemlisi, reel sosyalizm deneyimine ve uluslararası komünist hareketin
bugüne dek geliştirdiği neredeyse tüm mücadele araç ve yöntemlerine
küfretmeleri. En başta da partiyle yürütülen iktidar mücadelesine...
Böylesi bir ortak noktaya sahip olmaları ile “stratejik”
önerilerinin zayıflığı (ve yer yer saçmalığı) arasında herhangi bir ilişkinin
bulunmaması mümkün mü?
On yıldan uzun süredir “yeni bir mücadele stratejisi lazım”
diye kafa ütüleyenler, bugüne dek, yukarıda aktarılanların pek fazla ötesine
geçemedi.
Ama bu arada “pratik” ilerlemeler kaydedildi. Sivil
toplumculuğun yanı sıra “küresel direniş” çizgisi de alıp başım yürüdü.
Sorulması gereken şu: Nereye?
“Küresel direniş”çilerin büyük bir çoğunluğu, haklı olarak,
Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kapatılmasını istiyor. Ama bugünün
dünyasında böylesi bir adım, yalnızca, emperyalist ülkelerin az gelişmiş ve
orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelere yönelik doğrudan müdahalelerinin daha
fazla önem kazanmasına yol açacaktır. Nitekim, IMF’nin işlevleri, bir süredir,
bizzat ABD yönetimi tarafından da sorgulanıyor: Bu kuruluşu devre dışı
bırakarak ipleri ele almak üzere... Tek tek her bir emperyalist ülkenin kendi
çok daha somut çıkarları doğrultusunda gerçekleştireceği müdahalelerin daha “yumuşak”
olması mümkün mü?
Benzeri bir durum, “sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi”
türünden talepler için de geçerli. Bugünün dünyasında böylesi bir adım,
yalnızca kredi faizlerinin yükseltilmesine yol açacaktır.
Tek tek kapitalist ülkeleri emperyalist-kapitalist
bağımlılık zincirlerinden kurtarmadıkça, emperyalizmin kimi kurumlarının
değiştirilmesi ya da kaldırılması, mevcut bağımlılık ilişkilerinin farklı
kurumlar aracılığıyla yeniden üretilmesinden başka hiçbir sonuç
doğurmayacaktır.
Öyleyse uluslararası düzeyde yürütülecek her tür mücadele
anlamsız mı?
Elbette değil. Ama örneğin, toplumsal ve ulusal kurtuluş
mücadeleleri ve özelde Vietnam direnişi olmasaydı, 1968 hareketinin siyasal ve
toplumsal anlamının son derece sınırlı kalacağını unutmadan...
Peki solun stratejik yeniliklere hiç mi ihtiyacı yok?
Öncelikle ve olanca açıklığıyla söylenmesi gereken,
uluslararası ölçek söz konusu olduğunda, yeni bir strateji geliştirmenin nesnel
koşullarının hiç de olgun olmadığıdır. Eğer “küreselleşmeci” olunmayacaksa ve
eğer tek başına hayal kurmakla yetinilmeyecekse, dayanışmacılığın ötesine geçen
somut ve anlamlı siyasal hedefler saptayabilmek için, bunları hayata
geçirebilecek güçleri de tarif etmek gerekir. Komünistlere düşen, bugün de,
öncelikle kendi ülkelerinde devrim yapma mücadelesine konsantre olmalarıdır.
Tek tek ülkelerdeki devrim mücadelelerinde ne tür stratejik
yeniliklere ihtiyaç duyulduğu ise, aslen, bu yazının konusu dışında kalıyor.
Somut devrim süreçlerini çözümlemek ve strateji belirlemek, tek başına
uluslararası dinamiklerden hareketle yapılabilecek işler değildir. Bir dünya
sistemi olarak kapitalist sistemin çelişkilerinin tek tek yerelliklerde ne tür
şekillerde somutlanacağı, ne tür siyasal ve ideolojik kriz dinamikleri
üreteceği ve bunlarla bağlantılı olarak iktidarın yolunun ne şekilde
açılabileceği, ancak tek tek ülkelerin komünist hareketlerinin
yanıtlayabileceği sorulardır.
Ama bu yazının konusu dışına çok fazla çıkmadan ve “yepyeni”
tezler ileri sürme çabasına girişmeden de söylenebilecek olanlar var.
Birincisi, kıtlığı ortadan kaldırmanın nesnel koşullarının
olgunlaştığı ve kapitalizmin, üretici güçlerin gelişiminin önündeki temel engel
haline geldiği bugün, ulusal ölçekli mücadelelerin anti-kapitalist niteliği çok
daha fazla öne çıkarılabilir ve çıkarılmalıdır.
İkincisi, yine aynı nedenle ve dünya kapitalizminin içinde
bulunduğu bunalım da hesaba katılarak, ulusal ölçekli sınıf mücadelelerinin
yüzü “Batı”ya, yani gelişkin kapitalist ülkelere daha fazla dönmelidir. Tek tek
ülkelerin devrim sürecine girmesi ve bazılarının kapitalist sistemden
koparılması, tam da bugünkü bunalım koşullarında, emperyalist ülkeler açısından
çok daha sarsıcı sonuçlar doğurmaya adaydır.
“Kapitalizm tüm dinamit yığınını
emperyalist metropollerde toplamaktadır. Ve bu dinamitler tutuştuğunda
uluslararası sermayenin geçen sefer olduğu gibi kaçabileceği ‘güvenli’ limanlar
olmayacaktır. Sözgelimi, zaten aşırı derecede şişkinleşmiş olan uluslararası
sermaye birikimi, son krizin ardından emperyalist metropollerde yoğunlaşmıştır.
Emperyalist metropollerdeki mali bir kriz, dünya ölçeğinde bir sarsıntıya yol
açabilecektir.”[59]
Ve bugünkü koşullarda, tek tek kimi kapitalist ülkelerin
emperyalist-kapitalist zincirden koparılması, dünya ölçeğinde sarsıcı sonuçlar
doğurabilecek olan böylesi bir krize kaynaklık edebilir. Önümüzdeki dönemde,
kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin gelişimi ile dünya kapitalizminin
kriz dinamiklerinin birbirlerini besledikleri bir sürece girilmesi son derece
muhtemeldir ve bunun bir olasılık olmaktan çıkması yalnızca nesnel koşullara
bağlı değildir.
İkincisiyle de bağlantılı olarak üçüncüsü, sosyalizm,
toplumların en fazla ezilen katmanlarının sözcülüğünü yapmanın ötesinde,
ideolojik ve siyasal ağırlıkları bulunan ve yeni bir düzen kurmanın
olanaklılığını kavramanın ötesinde temsil edebilecek yarı aydın kesimleri sınıf
mücadelesine kazanma mücadelesi vermelidir. Bu kesimler üzerinde bir ideolojik
belirleyicilik sahibi olmadan, geleceği temsil etme iddiasının altını doldurmak
mümkün olmayacaktır.
Dördüncüsü, bunalım koşullarında ayakta kalabilmek için işçi
sınıfını geriletmek dışında hiçbir şansı bulunmayan sermaye sahiplerinin bu
konuda elde ettikleri başarıların ardında, başta sendikalar olmak üzere
kapitalizmin egemenliğini veri kabul eden kurumların ve mücadele tarzlarının
işçi sınıfı üzerindeki etkisinin kritik bir rol oynadığı unutulmamalıdır.
Bugün, herhalde tüm kapitalist ülkelerin ve özelde de zayıf halka adayı
ülkelerin komünist hareketleri, işçi sınıfını yeniden örgütleme, “yeni bir
sınıf hareketi yaratma” göreviyle karşı karşıyadır.
Dünya kapitalizminin son devrim çağında, kritik sorulardan
biri, bu çağın ne kadar sürebileceğidir.
Bu soruyu nesnel dinamiklerden hareketle yanıtlama çabası
anlamsız. Yapılması gereken, bu süreyi azaltmaya dönük öznel müdahaleleri
gerçekleştirmek.
Son devrim çağında olduğumuzu ve artık gecikmelerin devrim
dinamiklerinin daha da olgunlaşmasından çok, insanlığın gereksiz yere daha
büyük acılar çekmesine yol açacağını bilerek...
Marksist teori dergisi
Gelenek’in Ekim 2000 tarihli 63.
sayısında Dünya Armağan imzasıyla yayımlanan bu yazıda yalnızca biçimsel
düzeltmeler yaptım.
[1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı,
çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, Eylül 1976; s. 25.
[2] a.g.y., s. 26.
[3] D. Begg, S. Fischer, R.
Dornbusch, Economics, 5Rev Ed,
McGraw-Hill Company Europe, England 1997.
[4] a.g.y., s. 518.
[5] Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, çev: Tayfun Ertan,
Alan Yayıncılık, İstanbul 1986.
[6] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, çev: Erol Öz, Metis
Yayınları, İstanbul 1998, s. 44-45.
[7] P. Hirst, G. Thomson, Küresellesme Sorgulaniyor, çev: Çağla
Erdem, Elif Yücel, Dost Kitabevi, Ankara 1998; s. 9.
[8] a.g.y., s. 103.
[9] Karl Marx, Kapital, İkinci Cilt, çev: Alaattin
Bilgi, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1979, s. 435.
[10] Paul A. Baran, Paul M.
Sweezy, Tekelci Kapitalizm, Doğan Yayınevi,
Ankara, Mayıs 1970, s. 132.
[11] a.g.y., s. 132.
[12] Samir Amin, Kapitalizmin Hayaleti - Günümüzün
Entelektüel Modalarının Bir Eleştirisi, çev: Cengiz Algan, Sarmal Yayınları,
İstanbul, Ekim 1999.
[13] Ernest Mandel, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, çev:
Yavuz Alogan, Koral Yayınları, İstanbul, tarihsiz.
[14] a.g.y., s. 192-193.
[15] Maurice Dobb, Kapitalizmin Dünü ve Bugünü, çev: Feyza
Kantur, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1999, s. 60-61.
[16] a.g.y., s. 61.
[17] a.g.y., s. 62.
[18] a.g.y., s. 63-64.
[19] Marx Karl, Kapital,
İkinci Cilt, a.g.y., s. 540-541.
[20] Rosa Luxemburg, a.g.y., s. 96-97.
[21] a.g.y., s. 100.
[22] Paul Sweezy, Kapitalizm Nereye Gidiyor, çev: Arslan
Başer Kafaoğlu, Ağaoğlu Yayınevi, 1970, s. 275-76.
[23] Ernest Mandel, “Kapitalizmin
Tarihinde Uzun Dalgalar”, N. Satlıgan, S. Savran (derleyenler), Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde,
Alan Yayıncılık, İstanbul, Şubat 1988, s. 99.
[24] Maurice Dobb, a.g.y., s. 70.
[25] a.g.y., s. 71.
[26] a.g.y., s. 62-63.
[27] Karl Marx, Artı Değer Teorileri, İkinci Kitap, çev:
Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Birinci Baskı, Ankara, 1999, s. 496.
[28] The Economist, February 20th-26th 1999, s. 19.
[29] a.g.y., s. 25.
[30] F. F. Clairmont, “Riesenspielzeug
Weltwirtschaft”, Le Monde Diplomatique
(Almanca baskı), 17.12.1999.
[31] P. Bullock, D. Yaffe, “Enflasyon,
Bunalım ve Savaş Sonrası Genişleme”, N. Satlıgan, S. Savran (derleyenler), a.g.y., s. 272.
[32] a.g.y., s.278.
[33] a.g.y., s. 279.
[34] N. İ. Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, çev: Dr.
Gülsüm Akalın, Dr. Uğur S. Akalın, Spartaküs Yayınları, İstanbul, Ekim 1996.
[35] Satoshi Ikeda, “Dünya
Üretimi”, T. K. Hopkins, I. Wallerstein, Geçiş
Çağı içinde, çev: Nuri Ersoy vd., Avesta Yayınları, İstanbul, 2000, s. 122.
[36] Maurice Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler,
çev: F. Akar, Belge Yayınları, İstanbul, Ocak 1992, s. 313.
[37] F.F. Clairmont, “Endlose
Profite, endliche Welt”, Le Monde
Diplomatique (Almanca baskı), 11.4.1997.
[38] Karl Marx, Ekonomi..., a.g.y., s. 26.
[39] Maurice Dobb, a.g.y., s. 305.
[40] a.g.y., s. 309.
[41] Fortune, August 2, 1999.
[42] The Economist, January 30th-February 5th 1999.
[43] The Economist, February 26th-March 3rd 2000.
[44] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, çev: Alaattin
Bilgi, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, 1986, s. 497.
[45] Maurice Dobb, a.g.y., s. 314.
[46] The Economist, January 9th-15th 1999.
[47] Der Spiegel, 13.3.2000
[48] a.g.y.
[49] Michel Albert, Kapitalizme Karşı Kapitalizm, çev: Cemil
Oktay, Hüsnü Dilli, Afa Yayınları, İstanbul, 1992, s. 29.
[50] Immanuel Wallerstein, a.g.y., s. 36.
[51] Samir Amin, a.g.y., s. 113.
[52] Immanuel Wallerstein, a.g.y., s. 35.
[53] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, çev: Yavuz Alogan,
Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1996, s. 666.
[54] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, çev: Ali Seden, Altın
Kitaplar, 3. Basım, İstanbul, Eylül 1996, s. 398.
[55] Immanuel Wallerstein, a.g.y., s. 14-15.
[56] a.g.y., s. 15.
[57] Samir Amin, Küreselleşme Çağında Kapitalizm, çev:
Vasıf Erenus, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Nisan 1999.
[58] a.g.y., s. 200.
[59] “Türkiye ve Dünya
Değerlendirmesi”, SİP Konferans - Mart 2000, Gelenek, 62, Mayıs 2000; s. 6.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder