1 Mart 2012 Perşembe

Son devrim çağı

(İlk olarak Ekim 2000’de yayımlandı.)



“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”[1]

“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözündeki bu ünlü satırların ardından Marx şu şekilde devam eder:

“İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelemesinde, daima iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- hukuki, siyasi, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”[2]

Dünyanın bir “altüst oluş dönemi”nden geçtiği konusunda herhalde kimsenin bir kuşkusu bulunmuyor. Bu döneme ilişkin kavramlaştırmaların çok farklı ve çelişkili olması (“postfordizm dönemi”, “sanayi sonrası toplum”, “üçüncü dalga”, “tarihin sonu”, “küreselleşme”, “iletişim çağı”, “bilişim çağı” “postmodernite” vb.), gerçek bir altüst oluş dönemi yaşadığımızı olsa olsa kesinleştiriyor.

Tamam, içinde bulunduğumuz dönemin kendi kendisi hakkındaki değerlendirmelerden hareketle hüküm vermemeliyiz. Ama yine de, bir şeylerin sonuna geldiğimize ilişkin iddiaların bu denli sıklıkla dile getirilmesi, en azından bir tereddüt uyandırmıyor mu? Ya da, uyandırmamalı mı? Belki de gerçekten, kapitalizm koşullarında yaşanan son altüst oluşla karşı karşıyayız!

Elbette nihai, bir hükme varmadan önce, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın durumuna bakmak gerekiyor...


Ders kitaplarından öğrenmek

Herhalde bu satırları okuyanların büyük çoğunluğu, dünya kapitalizminin bunalım dinamikleri hakkında bir fikir edinmek için başvurulacak son kaynağın, burjuva iktisatçılarının kaleme aldığı ders kitapları olduğunu düşünüyordur. Önyargılı olunmamalı! Hele her şeyin değiştiği bir çağda...

Yazarları arasında IMF’nin ünlü yöneticilerinden Stanley Fischer’ın da bulunduğu bir ders kitabında,[3] burjuva iktisadının geleneklerine uyularak, “bunalım”lar yerine “iş çevrimleri”nden (business cycles) söz ediliyor. İş çevrimleri, kapitalizmin daha uzun aralıklarla yinelenen ve daha köklü sonuçlar doğuran büyük bunalımlarını değil, kısa dönemli dalgalanmaları anlatıyor. Söz konusu kitapta, tek bir bölümde anılan iş çevrimleri, “toplam çıktı trend eğrisinin etrafındaki kısa dönemli dalgalanmalar” olarak tanımlanırken,[4] yatırım harcamalarındaki değişimin neden ve sonuçlarını tarif etmeye çalışan “çarpan-hızlandırıcı modeli”yle açıklanıyor. Buna göre, şirketler gelecekteki üretim ve karlarını geçmişteki üretim değişimi eğilimini geleceğe taşıyarak tahmin etmeye çalışır. Ve ekonomi, hareket ettirmesi de durdurması da uzun zaman alan büyük bir büyük petrol tankeri gibi hareket eder. Daha genel olarak bakıldığında üretim istihdam ve ücret ayarlamalarına ilişkin kararların toplam talepteki değişmelerle aynı anda alınamaması iş çevrimlerine yol açar.

Ancak bu model kapitalistlerin neden her seferinde aynı hatalara düştüğünü açıklamıyor. Diğer yandan toplam talepteki dalgalanmalar kapitalist ekonomilere tümüyle dışsal bir etken olarak tanımlanmış oluyor.

Asıl önemlisi iş çevrimlerine ilişkin bu tartışma OECD ülkelerindeki büyüme oranlarının ‘70’li yıllardan itibaren neden gerilediğini ve neden bugüne dek eski düzeyine dönemediğini aydınlatmıyor. Oysa “Ekonomik Büyüme” başlıklı bölümde yer alan bir tablo (burada Tablo 1) ortada bir “sorun”un bulunduğunu açık şekilde gösteriyor.


Tablo 1: Çalışan Kişi Başına Gerçek Çıktıda Ortalama Yıllık Büyüme (%)


OECD
Japonya
Almanya
İtalya
Fransa
İsveç
İngiltere
ABD
1950-73
3,6
8,0
5,6
5,8
4,5
3,4
3,6
2,2
1973-79
1,4
2,9
3,1
2,9
3,0
1,5
1,6
0,0
1979-90
1,5
3,0
1,6
1,9
2,6
1,7
2,1
0,7
1990-95
1,2
1,1
2,6
1,9
1,3
2,1
1,8
0,7

Kaynak: D. Begg, S. Fischer, R. Dornbusch, Economics, 5Rev Ed, McGraw-Hill Company Europe, England 1997..


Ders kitabının yazarları da sorunun farkında ve bu tabloya bir açıklama getirmeye çalışıyorlar. Sıkıntının temelinde petrol fiyatlarındaki artış (hani şu 1973’teki!) varmış. Birincisi, petrol fiyatlarındaki artış sonrasında araştırma-geliştirme fonları sonuçları ancak çok uzun vadede alınabilecek olan alternatif enerji kaynaklarını geliştirme girişimlerine yönlendirilmiş. İkincisi, fazla enerji tüketen fabrikaların tasfiye edilme süreci 1973’ten bugüne devam etmiş...

Öne sürülen gerekçeleri tartışmak anlamsız. Ama gerekçelerin anlamsızlığı, ortadaki sorunun gerçekten ciddi olduğuna işaret etmiyor mu?


Kâr oranlarının azalma eğilimi

Marksizme göre kapitalizmi kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan ayırt eden, emek gücü sömürüsü ve artı değerin varlığı değildir. Sınıflı tüm toplumlarda emek gücü sömürüsü de vardır.

Feodalizmde, emek gücü sömürüsünün temel amacı, egemen sınıf için kullanım değeri üretmektir. Bu da, artı değere duyulan ihtiyacı sınırlandırır. Oysa kapitalizm değişim değeri üretimine dayanır. Kapitalist gelişmenin temel dinamiği sermayenin kendisini genişletme çabasıdır ve sermayenin artı değer üretimini artırmaya dönük açlığı sınırsızdır. Bu da, göreli artı değer üretiminin büyük bir önem kazanmasına yol açar.

Makine ile kapitalizm arasındaki ilişki, aynı dönemde ortaya çıkmalarından ibaret değildir. Makineyle üretim, üretimin kapitalist tarzda örgütlenmesini; üretimin kapitalist tarzda örgütlenmesi de sınai üretimi ve üretici güçlerin hızlı gelişmesini mümkün kılmıştır (ya da daha doğrusu zorunlu kılar).

Göreli artı değer üretimi, üretici güçlerin sürekli geliştirilmesinin, yani sermayenin organik bileşiminin (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı) yükselmesinin sonucudur. Emek üretkenliğinin artırılması yoluyla zorunlu tüketim maddelerinin değerlerinin düşürülmesi, ücretlerin, işçi sınıfının tüketim düzeyinde herhangi bir gerilemeye yol açmaksızın düşürülmesini mümkün kılar. Böylece, artı değer, işçi ücretlerinin düşürülmesi ya da çalışma sürelerinin uzatılması yoluyla elde edilen “mutlak artı değer artışı”ndan farklı olarak, “göreli” bir şekilde artırılmış olur.

Sermayenin organik bileşiminin artışı, aynı zamanda, değişen sermayenin (sermayenin işçi ücretlerine ayrılan bölümü) toplam sermaye içindeki payının düşmesine yol açar. Oysa artı değerin (ve dolayısıyla kârın) kaynağında değişmeyen sermaye (sermayenin makinelere, ara mallara, fabrika binalarına vb. ayrılan bölümü) değil, yalnızca değişen sermaye vardır. Gerçi, sermayenin organik bileşiminin zorunlu tüketim malları üreten sektörlerde de artması ve bu malların fiyatlarının düşmesi, artı değer oranını ve dolayısıyla kâr oranını artırır. Ama kârın gerekli emek süresinin kısalmasından kaynaklanan bu artışı, genellikle, sermayenin organik bileşiminin artışından kaynaklanan gerilemesini telafi edecek kadar büyük olmaz.

Sermayenin organik bileşiminin artmasının kâr oranlarının düşmesine yol açtığını kapitalistler bilmiyor mu? Kapitalistler buna rağmen üretim teknolojilerini sürekli geliştirmeye çalışırken kendi bindikleri dalı kesmiyor mu?

Sorun, bireysel kapitalistlerin, kapitalist üretimin temel yasallıklarından ne kadar haberdar olduğu değil. Bir bütün olarak sermayenin çıkarları ile bireysel sermayelerin çıkarları özdeş değildir. Sermayenin organik bileşimini de artıran teknik bir yenilik, piyasa fiyatlarının ilk anda düşmesine yol açmaz. Gelişkin tekniğe (makinelere, üretim teknolojisine vb.) sahip kapitalist, rakipleri söz konusu tekniğe sahip olana kadar, ürettiği metaları piyasa fiyatının, altında ama değerinin üzerinde satma olanağına sahip olur. Bu ilk dönem boyunca, bireysel sermayenin kâr oranı, ortalama kâr oranının üzerine çıkar. Zaten, yalnızca bu sonucu sağlayabilecek türden teknik gelişmeler üretim sürecine taşınır. Dolayısıyla kâr oranlarının düşme eğiliminden haberdar bir kapitalist ile bunu bilmeyen bir kapitalistin davranışları farklı olmaz.

Kapitalistlerin kendi bindikleri dalı kestikleri ise doğru. Bu da, kapitalist üretimin ayırt edici yönleri arasında yer alıyor. Sermaye ilişkilerinin yaygınlaşarak derinleşmesi, bu ilişkilerin ortadan kaldırılmasına yol açacak çelişkilerin de derinleşmesiyle birlikte yaşanır!

Ya talep yetersizliği?

Kapitalizmin bunalımlarını incelemenin çok kolay ve kolay olduğu için de yaygın kabul gören bir yolu var: Görünene bakmak.

Neredeyse her bunalım kendisini bir eksik tüketim (bir başka deyişle aşırı üretim) sorunuyla dışa vurur. Ürettikleri metalar kapitalistlerin elinde kalmaktadır. Buradan esnaf bakış açısıyla çıkarılabilecek kestirme sonuç bellidir: Bunalımlar “talep yetersizliği”nden kaynaklanır...

Yine pek çokları, bir adım daha atarak, kapitalistlerin, işçi ücretlerini belirlerken “pazar ihtiyacı”nı da hesaba kattıklarını düşünür. Öyle ya, üretilen onca mal “birilerine” satılmak zorundadır. Türkiye’de de, iç pazara dönük üretim yapılan ithal ikameci sanayileşme döneminde yaşanan bu değil miydi? Kapitalistler pazarı genişletmek için işçilere yüksek ücret vermemiş miydi?

Buradaki akıl yürütmeye göre kapitalistler işçilerine verecekleri ücretleri saptarken ürettikleri metaları satma sorununu da hesaba katmak zorundadır. Eğer çok düşük ücret verirlerse iç pazar daralır ve metalar ellerinde kalır.

Bu noktada sorulması gereken şu: Ücretlerin “çok düşük” olması ne anlama gelir. Daha doğrusu ücretler ne zaman “çok düşük” olmaktan kurtulur?

Ücretler hiçbir zaman üretilen tüm metaları satın almaya yetmeyecektir. Çok basit bir nedenle: Eğer yetselerdi, kâr ortaya çıkamazdı.

Söz konusu akıl yürütmeye göre işçilere en azından “çok düşük” olandan “biraz daha fazla” ücret vermek kapitalistlerin de çıkarınadır.

Öyleyse bu “biraz daha fazla” ücretin kapitalistlerin zenginleşmesini sağlayıp sağlayamayacağına bakmak gerekiyor.

İşçilerin “biraz daha fazla” ücret alması, kapitalistlerin işçilere “biraz daha fazla” para vermesi demektir. İşçiler de bu “fazladan” parayla “fazladan” bir miktar meta satın alacaktır. Ama satın alacakları “fazladan” meta miktarı hiç kuşku yok ki, kapitalistlerin kendilerine verdiği “fazladan” paradan daha fazla olmayacaktır. Kapitalistler “kendi ceplerinden” çıkan bu “fazladan” parayı geri alabilmek için işçilerine meta satacaktır.

Oysa eğer bu para ceplerinde dursaydı onu geri almak için çaba harcamaları ve işçilere daha fazla meta satmaları hiç gerekmezdi!

Şu ya da bu şekilde üretmeleri gereken meta miktarı belli olduğu için mi sorun çıkıyor?

Ama metaları satın alacak insanlara tam da satın almalarına yetecek kadar para verip bir de satış masraflarına girmek yerine, bu metaları denize dökmeleri çok daha “kârlı” olacaktır.

Dolayısıyla kapitalistler açısından “ideal” ücret, her durumda 0 (sıfır) liradır.

Ancak kuşkusuz, kapitalistlerin talep yaratmak için ücretleri artırdığını iddia etmeden de, bunalımları eksik tüketim sorununa bağlamak mümkün.

Ünlü eksik tüketimciler arasında Rosa Luxemburg’u anmak neredeyse zorunlu. Luxemburg’a göre,[5] kapitalizmin en önemli sorunu, “artı değer realizasyonu”ydu. Kapitalistler, ürettikleri metaların bir bölümünü, daha önce vermiş oldukları ücretler karşılığında işçilere satar. Ancak işçilerin üretilen tüm metaları satın alması mümkün değildir. Eğer bu mümkün olsaydı, artı değer ve dolayısıyla kâr söz konusu olamazdı.

Bu durumda, kapitalistler metaların artı değere karşılık gelecek olan bölümünü kime satacaktır? Elbette, bunların bir bölümünü yine kapitalistler satın alarak tüketir. Ancak artı değerin tümünün kapitalistler tarafından bireysel olarak tüketilmesi, sermaye birikiminin olamayacağı anlamına gelir.

Luxemburg’un bu soruna bulduğu çözüm, artı değere karşılık gelen metaların sermaye birikimine girecek olan bölümünün, kapitalist olmayan üretim ilişkilerinin egemen olduğu ülkelere satılmasıydı. Nitekim Sermaye Birikimi’nin yazıldığı dönemde sömürge ülkelerde henüz kapitalist üretim ilişkileri tümüyle egemen hale gelmemişti.

Ancak Luxemburg, kapitalizmin kendi üretim ilişkilerini tüm dünyaya yaygınlaştırma eğiliminden de söz eder. Bu durumda kapitalizmin ömrü son derece nesnel bir sınıra sahip oluyordu: Tüm ülkelerin kapitalistleştiği noktada, artı değer realizasyonu ve dolayısıyla sermaye birikimi olanaksızlaşacak, böylece bizzat kapitalist sistemin kendisi son bulacaktı.

Böyle olmadı!

Rosa Luxemburg’un yeterince önemsemediği olgu (aşağıda daha ayrıntılı olarak tartışılacak), meta kitlesinin önemli bir bölümünün üretim araçlarından oluşması ve bunların kapitalistler arasındaki değişimlere konu olmasıydı. Kuşkusuz, üretim araçları üretiminin nihai hedefi, tüketim malları üretiminin artırılmasıdır. Ancak kapitalist ekonominin bütünü üretim araçları üreten kesim ile (Kesim I) tüketim malları üreten kesim (Kesim II) olarak ikiye ayrılırsa Kesim I’deki büyümenin, ilkesel olarak, artı değer realizasyonuna ilişkin herhangi bir sorun yaratmayacağını görmek mümkündür. Kapitalizm, belirli ölçüler içerisinde kendi pazarını da yaratma gücüne sahiptir.

Immanuel Wallerstein, ‘90’lı yıllardaki çalışmalarında bile, Luxemburg’la aynı tezi savunmaya devam edebiliyordu:

“Kapitalist dünya ekonomisi dengeli bir biçimde dört yüz yıldır ve son iki yüz yıldır da artan bir hızla, kırsallığın yok edilmesi sürecinden (kimi zaman, daha az doğru olarak proleterleştirme denen süreçten) geçmektedir. 1945-67/73 yılları bu süreçte göz alıcı bir sıçramaya tanık oldu: Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya tamamen ve Güney kısmen fakat önemli ölçüde kırsallıktan arındı. 2000-2025 döneminde bu sürecin tamamlanması muhtemeldir. ... Coğrafi sınırlara ulaşıldığında ve ahaliler kentleştiğinde, gider azaltmaya ilişkin siyasi süreçlerin yol açtığı zorluklar tasarrufların gerçekleştirilmesini engelleyecek denli büyür.”[6]

Bundan yüz yıl önce, kapitalistlerin artı değere karşılık gelen metaları, kapitalist olmayan üretim ilişkileriyle üretilen metalarla değiştirdiklerini ileri sürmenin bir anlamı bulunabilirdi. Ancak aradan geçen süre içinde kapitalist üretimin ölçeği bu türden değişimlerin göreli hacmini ihmal edilebilir düzeye indirmiştir. Dolayısıyla, Wallerstein’ın bu kez “kırsal alandaki kapitalist olmayan üretim”den söz ederek savunmaya çalıştığı tez, “tartışmalı” bile sayılamaz.

Diğer yandan, gelişkin kapitalist ülkeler dışındaki ülkelerin artı değer realizasyonu sorununu çözdüğünden söz edebilmek için bu ülkelere yönelik ihracatın çok büyük değerlere ulaştığını da ileri sürmek gerekir. Oysa 1992 yılında ihracatın GSYİH’e oranı Batı Avrupa ülkeleri için yüzde 21,7 iken ABD için yalnızca yüzde 7,5 ve Japonya içinse yüzde 8,8 düzeyindeydi.[7] Diğer yandan dünya ticaret hacminin yüzde 70’i yine aynı üçlü arasında gerçekleşiyor.[8] Dolayısıyla eksik tüketimci akıl yürütmeye göre Avrupa ABD ve Japonya dışında tek bir kapitalist ülkenin bulunmaması durumunda bile artı değer realizasyonu daha şimdiden çözümü imkansız bir sorun haline gelmiş olmalıydı...

Marx, Kapital’in ikinci cildinde şunları söyler:

“Bunalımlara fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. ... Bir kimse eğer işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa bunalımların daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının yıllık üretimin tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeterli olacaktır”.[9]

Ancak Wallerstein örneğinin de gösterdiği gibi, ne Marx’ın bu sözleri ne de kapitalist üretim ilişkilerinin tüm dünyada egemen hale gelmiş olmasına karşın kapitalizmin hâlâ ayakta durması, eksik tüketimciliğin sonunu getirdi.

Eksik tüketimciliğin sürmesi tek başına kolaycılıkla açıklanamaz elbette. Görünürde “devrimci” bir neden daha var: Kapitalizmin bunalımlara ve dahası yıkılmaya mahkum olduğunu gösterme kaygısı. Eksik tüketimci yaklaşım kabul edildiğinde bunalımları “açıklamak” kolaylaşırken kapitalizmin nasıl ayakta kaldığını ve hatta büyüme dönemlerine girdiğini anlamak iyiden iyiye zorlaşır. “Sürekli bunalım” tezi eksik tüketimciliğin doğal sonucudur.

Nitekim tekelci kapitalizm döneminde kar oranlarının azalması eğiliminin yerini “artık”ın (surplus) artma eğiliminin aldığını ileri süren Baran ile Sweezy bu dönemde durgunluğun kural olduğunu söylüyordu (Türkçe çeviride “artık” yerine “fazla” sözcüğü kullanılıyor):

“Bu sistem [tekelci kapitalizm - EÖ] gittikçe daha çok fazla doğurmakta buna karşılık bu artan fazlanın emilmesi dolayısıyla sistemin düzgün işlemesi için gerekli olan tüketim ve yatırım alanları sağlamakta başarısızlığa uğramaktadır. Emilemeyen fazla üretilmeyeceğinden tekelci kapitalist iktisadın normal durumunun durgunluk olduğunu söyleyebiliriz.”[10]

Buna göre bunalım dinamikleri değil ama kapitalizmin büyüme dönemlerinin dinamikleri “dışarıda” olmalıydı:

“Kendi başına bırakılırsa yani sistemin mantığındaki ilk kurallara göre sistemin bir parçası olmayan karşı güçlerin yokluğunda tekelci kapitalizm müzmin bir buhran bataklığına gittikçe daha çok batacaktır.”[11]

Samir Amin de aynı kanıda:

“... kapitalist üretim tarzının özünde var olan toplumsal çelişki sistemde sürekli bir tüketilebilecek olandan fazla üretme eğilimine neden olmuştur. ... Krizler ve buhranlar özgül nedenlerle açıklanmayı gerektirmezler. Tam tersine genişleme evrelerinin her birini kendi özel koşulları üretir.”[12]

Kapitalizmin “doğal” halinin bunalım olduğu tezini mantıksal olarak çürütmek mümkün değil. Bugüne dek nasıl olup da ayakta kaldığını kavramayı ve dolayısıyla ne şekilde yıkılabileceği hakkında fikir yürütmeyi zorlaştırsa bile... Yapılabilecek olan, ortaya bunalımları ve kapitalizmin gelişme dinamiklerine daha iyi açıklayan bir model koymak ve aşağıda da buna çalışılacak.


“Dengeci” yaklaşımlar

Ernest Mandel kapitalist gelişmenin “uzun dalga”larıyla ilgili çalışmalarında “teknolojik devrim”lerle bağlantılı uzun süreli çevrimlerle ilgilenir. Sınai çevrimler sabit sermayelerin az çok eşzamanlı olarak yenilenmesinden kaynaklanırken “uzun dalga”ların temelinde üretimin teknolojik temelinin, bir başka deyişle de sermaye yapılanmasının köklü şekilde değişmesi yatar. Sınai çevrimler hem uzun genişleme hem de depresyon dönemlerinde yaşanmaya devam eder. Ama genişleme dönemlerinde görece kolay atlatılırken depresyon dönemlerinde daha yıkıcı sorunlar doğururlar.

Kapitalizmin aşırı üretim bunalımlarını tek bir nedene dayalı olarak açıklama girişimlerine karşı çıkan Mandel’e göre krizlere ne tek başına eksik tüketim ne de kâr oranlarının düşme eğilimi yol açar. Marksist bunalım teorisi bu ikisini de içermek zorundadır.

Mandel bu yorumunu savunmaya çalışırken aşağıda yürütülecek tartışma açısından da önem taşıyan bir noktaya değiniyor:

“Krizin bu iki kesimden [Kesim I ve Kesim II - EÖ] birinde ya da diğerinde başlamış olması büyük bir önem taşımaz. Deneysel olarak krizin sıklıkla II. Kesimde başlaması dikkat çekicidir. 1974-1975 iktisadi durgunluğunda böyle oldu (otomobil). Fakat bu deneysel olgu belirli bir içsel mantığın varlığını göstermez. Her iki kesimde de eş zamanlı olarak başlayan ya da -daha az sıklıkla- sadece Kesim I’de üretici mallarında başlayan aşırı üretim krizleri olmuştur ve olabilir.”[13]

Bu “deneysel olgu”yu önemsemeyen Mandel, sonuçta eksik tüketimciliğe daha yakın bir konum alır. Bunu da açıkça savunur:

“Şimdiki kriz ve Marksist kriz teorisi hakkında burada ortaya koyduğumuz analizimizi yeni pazarlar ve dolayısıyla taleple ilgili olgulara aşırı önem vermekle suçlayanlar olacaktır. Şu yanıtı verebiliriz; çevrim sırasındaki dalgalanmalar son çözümlemede daima birikimdeki ve bu nedenle de sermayenin genişletilmiş yeniden üretimindeki dalgalanmalardır. Fakat sermayenin genişletilmiş yeniden üretilme süreci özellikle Marx’ın Kapital’in ikinci cildinde ayrıntılı olarak açıkladığı gibi üretim ve dolaşım süreçlerinin birliğidir. Krizler olgusunu artı değerin gerçekleşmesi olgusunu yani dolaşımı -yani piyasayı- bir yana bırakarak sadece üretim alanında olup biten şeylerle (sermayeye kabul edilebilir bir kâr oranı sağlamak bakımından yetersiz nicelikte artı değer üretimi) açıklamaya kalkışmak gerçekte kapitalist üretimin temel bir özelliğini yani genelleşmiş emtia üretimi denilen şeyi dışlamaktır.”[14]

Kapitalizmin her bunalımının kendisini bir aşırı üretim ve aynı anlama gelmek üzere eksik tüketim sorunu olarak gösterdiğini tartışmaya bile gerek yok. Ancak eksik tüketim sorunu (kâr oranlarının düşme eğilimi gibi) her dönem için geçerli olduğuna göre asıl sorun bunalımın mekanizmasını tarif edebilmek...

Maurice Dobb ise Dünya Kapitalizminin Dünü ve Bugünü başlıklı çalışmasında kapitalizmin bunalımlarını tartışırken talep yetersizliğinin ürünü bunalım olasılığını ele aldıktan sonra bunalımların tek başına Kesim II’den hareketle çözümlenemeyeceğini vurguluyor:

“... Kol-2’de neler olduğuna bakmanın yanı sıra Kol-1’de olanlarla da ilgilenmeliyiz. Kol-1’in büyümesi Kol-2’den yakından etkilense de onunla sınırlanmak zorunda değildir.”[15]

Büyümenin asıl olarak Kesim I’de gerçekleşmesi ve bunun aynı zamanda Kesim II’de üretilen mallar için ek tüketim talebi yaratması olasılığından söz eden Dobb, böylesi bir eğilimin “sonsuza kadar” sürmesinin olanaksız görünmesine karşın “bir süre” devam edebileceğini kabul ettikten sonra, buna nelerin yol açabileceği üzerinde duruyor:

“Nedenleri Kol-1’deki üretimin çok kısa zaman süresi içinde fabrikaların donanımını yenilikler ve teknolojik devrimle değiştirme imkanı vermesi bu yenilikler devam ettiği sürece sermaye mallarına olan talebi körüklemeleri olabilir. Ama Kol-1’e olan talebin körüklenmesi olgusunun uzun ömürlü olabilmesi için bir tek yeniliğe değil devamlı (ve gittikçe çoğalan) yenilik dizilerine ihtiyaç vardır. Sermaye mallarına bir defaya özgü bir talep olmamalı talepte devamlı bir artış olmalıdır.”[16]

Kesim I’in en azından bir süreliğine Kesim II’den bağımsız olarak büyüyebileceğini kabul eden Dobb hemen ardından böylesi bir büyümenin karşılaşacağı zorluklardan söz ediyor. Dobba göre ilk zorluk şu:

“... yatırım yapılan sermayeden Kol-2’ye hiç pay düşülmemesi akla uygun gelmiyor. Yatırım yapılma derecesine göre buradaki üretim kapasitesi yavaş da olsa artacak bir aşamada da bireysel tüketim talebini aşacaktır ...”[17]

Dobb’un “akla uygun gelmiyor”, “yatırım yapılma derecesi”, “yavaş da olsa” gibi bulanık ifadelere başvurmak zorunda kalmış olması buradaki değerlendirmelerin kendisini bile tatmin etmediğini düşündürüyor. Gerçekten de asıl sorun yatırımların Kesim I’de yoğunlaştığı bir dönemde Kesim II’ye yatırım yapılıp yapılmadığı değil, iki kesim arasındaki oransal dağılımdır. Kesim I’deki büyümenin Kesim II’deki büyümeye oranla yeterince hızlı olması durumunda Kesim II’deki üretim kapasitesinin “yavaş da olsa” artmasının “bir aşamada” bu kesimdeki üretimin bireysel tüketim talebini aşması türünden bir zorunluluktan söz edilemez. Kesim II’deki büyümenin yalnızca Kesim I’in istihdam ettiği işçilere verilen toplam ücretlerdeki ve yine bu kesimdeki kapitalistlerin bireysel tüketim hacmindeki toplam artışa denk düşmesi durumunda herhangi bir talep yetersizliği sorunuyla karşılaşılmayacaktır.

Maurice Dobb’un sözünü ettiği diğer iki zorluk kâr oranlarının azalma eğilimi ile ilgili ve bunlara aşağıda değinilecek. Buradaki tartışma açısından önem taşıyan, önce eksik tüketim sorunundan söz eden ve Kesim I’deki büyümenin bu sorunun “bir süreliğine” aşılması olasılığına işaret etmekle birlikte bu olasılığı yeterince önemsemeyen Dobb’un sonuçta bunalımlara teorik bir açıklama getirmekten vazgeçmiş olması:

“İktisadi krizlere doğru bakış açısının onları kapitalizmin gelişen üretim güçleri ile sermayenin kârlılığı arasındaki temel çelişkisinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görmek değil kendini çeşitli biçimlerde gösteren bu temel çatışmanın bir ifadesi olarak görmek olduğuna inanıyorum. İktisadi çeşitli büyümeler aynı nedenle değil değişik nedenlerle olabilir. Nedenin ne olduğunu söz konusu büyümenin somut koşullarını ve olaylar dizisini inceleyerek meydana çıkarabiliriz.”[18]


Kâr oranlarının azalması eğilimine dayalı bir açıklama

Eğer üretim yalnızca doğrudan tüketime yönelik olarak yapılsaydı, artı değerin realizasyonu gerçekten de çözülemez bir sorun olurdu. Daha doğrusu artı değerin realizasyonu basit yeniden üretimin aşılamamasına, sermayenin kendisini büyütememesine yol açardı. Bu durumda da kapitalizmin büyüme dönemlerine girmesi olanaksız hale gelirdi.

Üretim malları üretiminin de nihai olarak tüketim malları üretimine yönelik olduğu açık. Ancak arada bir zaman farkının bulunduğunu ihmal etmemek gerekiyor. Üretim malları üretimine ayrılan sermayenin tüketim malları üretimine ayrılan sermayeden büyük olmaması ve daha hızlı büyümemesi için herhangi bir neden yok.

Aslına bakılırsa Marx sermayenin herhangi bir eksik tüketim sorunuyla karşılaşmadan genişleme olasılığını Kapital’in ikinci cildindeki yeniden üretim şemalarıyla göstermişti.

Marx’ın genişletilmiş yeniden üretime ilişkin olarak verdiği ilk örnekte başlangıç değerleri şunlardı:[19]

I. 4000s + 1000d + 1000a = 6000
                                                         } Toplam, 9000
II. 1500s + 750d + 750a = 3000

Yani 4000 liralık bir değişmeyen sermayeye (hammaddeye, makinelere vb.) sahip olan ve işçilere 1000 lira ücret ödeyen üretim araçları üreticisi kesim 6000 liralık meta (üretim aracı) üretirken 1000 liralık da artı değer elde ediyor (burada hesapları sadeleştirmek amacıyla tüm değişmeyen sermaye öğelerinin aynı üretim dönemi içinde tüketildiği varsayılıyor). Tüketim malları üreten Kesim II ise 1500 liralık değişmeyen sermayesini harekete geçirmek için çalıştırdığı işçilere 750 lira ücret ödüyor ve 3000 liralık meta (tüketim malı) üretirken 750 liralık artı değer elde ediyor.

Marx bu örnekte Kesim I’deki sermayedarların elde ettikleri 1000 liralık artı değerin yarısını yani 500 lirayı sermaye olarak değerlendireceklerini varsayıyor. Bu 500 liralık sermaye (üretim teknolojisinde ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminde herhangi bir değişiklik olmaması durumunda) 400 liralık değişmeyen sermaye satın almak ve işçilere 100 lira ücret ödemek için kullanılacaktır.

Bu örnekte iki kesim arasındaki dengenin bozulmaması için Kesim II’deki kapitalistlerin 150 liralık bir sermaye yatırımı gerçekleştirmeleri gerekecektir (Kesim I’in ürettiği 6000 liralık üretim aracının 4400 liralık bölümü yine Kesim I içinde kullanılırken geri kalan 1600 liralık üretim aracı ise Kesim II’nin değişmeyen sermayesini oluşturur. Kesim II’deki ek 100 liralık değişmeyen sermayeyi üretim sürecine sokabilmek için 50 liralık emek gücü satın alınır).

Bu durumda:

I. 4400s + 1100d + 500 tüketim fonu = 6000
II. 1600s + 800d + 600 tüketim fonu = 3000

Dolayısıyla Kesim II’nin ürettiği 3000 liralık tüketim malı, Kesim I ve Kesim II’deki işçiler (1100 + 800 = 1900) ve her iki kesimdeki kapitalistler (500 + 600 = 1100) tarafından tüketilebilecektir.

Bir sonraki dönemin üretimi ise şu şekilde gerçekleşecektir:

I. 4400s + 1100d + 1100a = 6600
                                                        } = 9800
II. 1600s + 800d + 800a = 3200

Marxın da ifade ettiği gibi bu işlem aynı oranlar korunarak sürdürülebilir.

Kesim I’e yapılacak yatırımların niceliğini sınırlandıran faktörler mevcut sermaye stoku, emek gücü hacmi ve emek gücünün yeniden üretimi için gerekli tüketim mallarının miktarıdır. Bunların dışında Kesim I ile Kesim II arasındaki dengenin Kesim I lehine ne kadar bozulabileceğini belirleyen “teorik” bir sınır bulunmamaktadır. Kesim I’deki genişleme herhangi bir eksik tüketim sorunuyla karşılaşmak zorunda olmadığı gibi, çalıştırılan işçi sayısının artışıyla birlikte tüketim malları talebinin artmasını sağlayabilir.

Rosa Luxemburg’un (itiraz etmek üzere!) belirttiği üzere Marx’ın genişletilmiş yeniden üretim şemaları “Kesim II’deki birikimin tamamen Kesim I’deki birikim tarafından belirlendiğini ve Kesim I’in egemenliğine girdiğini” varsaymaktadır:

“Birikimin her iki kesimde de aynı anda ilerleyebilmesi; geçimlik mal üreten kesimdeki değişmeyen sermayedeki artışın üretim araçları üreten kesimdeki kapitalistlerin değişken sermayelerinin yanı sıra kişisel tüketim fonunu artırdıkları miktara eşdeğer düzeyde olması koşuluna bağlıdır. Bu eşitlik ... somut uygulama açısından hangi sayıları seçersek seçelim Marxın birikim şemasının matematiksel temel taşıdır.”[20]

Luxemburg’a göre yeniden üretim şemalarının işaret ettiği gerekirlikler birikimin yeterli koşullarını oluşturmaz:

“Her iki kesimde birikim için isteklilik de görünebilir ama biriktirme isteği ve birikimin teknik öngereklerinin bulunması kapitalist meta üretimi ekonomisi için yeterli değildir. Birikimin gerçekten ilerleyebilmesi ve üretimin genişleyebilmesi için bir başka koşul daha gerekmektedir: Metalar için efektif talep de artmaktadır. Marx’ın şemasında yeniden üretimin artan düzeyde gerçekleştirilmesinin temelini oluşturan ve devamlı olarak artan talep nereden gelecektir?”[21]

Rosa Luxemburg’un burada kastettiği tüketim malları talebidir. Çünkü ona göre Kesim I’in ürünlerine olan talep de tüketim malları talebine bağımlıdır. Ve yine Luxemburg’a göre bu talep ancak “dışarıdan”, yani kapitalist sistemin dışından gelebilir.

Herhalde Luxemburg’un en önemli sorunu sermaye birikimini çözümlemeye çalışırken bireysel tüketim talebine belirleyicilik atfetmesi. Bu yazıda tartışılan başka şeyler bir yana eğer üretim yalnızca mevcut talebe göre yapılsaydı o zaman televizyon, bilgisayar, oyun programları, dondurulmuş gıda, kolalı meşrubatlar vb. pek çok meta hiçbir zaman üretilemezdi! Kapitalistler yalnızca mevcut talebi değil ama aynı zamanda ürettikleri metaların bir tüketim talebi yaratma potansiyelini de hesaba katar. Nitekim üretime geçmeden önce sipariş toplayan kapitalistlerin sayısı bir hayli sınırlıdır.

Diğer taraftan kapitalizmin belirli sınırlar içinde kendi pazarını da yaratabilmesinden hareketle sermayenin kendisini genişletme potansiyelinin sonsuz olduğu görüşüne de ulaşılabilmiştir. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Rus Marksistleri arasında kapitalizmin sonunun ne şekilde geleceğine ilişkin tartışmada Tugan-Baranowskiy, Marx’taki yeniden üretim şemalarından hareketle yaptığı hesaplamalarla kapitalizmin sınırsız büyümesinin olanaklılığını bu şekilde açıklamıştı.

Eksik tüketimci Sweezy, Tugan-Baranowskiy’e şu şekilde itiraz ediyor:

“... üretime kullanma değeri yaratan bir teknik süreç olarak bakarsak görürüz ki üretim araçlarıyla (tamamiyle kullanıldığı varsayımı unutulmamalıdır) tüketim malları arasında belirli bir ilişki olmalıdır. Bu ilişkiler son bir incelemeyle üretimin teknik karakteristikleriyle belirlenir ve üretim yöntemlerindeki gelişmelere uygun olarak değişir. Bununla beraber elimizdeki bu delil makul ve iyi gelişmiş kapitalist ekonomide yüksek derecede bir kararlılık varsayar. Yani uzun bir sürede giderek üretim araçlarının belli bir oranda artışı genel olarak üretimde hemen hemen aynı orandaki bir artışla beraber görünürler. Bu temel kabul olunursa üretim araçları stoku ile tüketim malları ürünü arasında teknik olarak belirlenen ilişkiyi değişmez olarak almakla haklı çıkmış bulunuyoruz. Bir denge durumundan işe başlanırsa üretim araçlarındaki bir artışın aynı oranda tüketim malı ürünlerinde eşit bir artışla at başı gitmelidir. Başka bir deyişle tüketim mallarının üretimindeki artış oranı üretim araçları üretimindeki artış oranına göre aynı olmalıdır. Bu sonuç insanların tüketimine yararlı mallar yapma sürecinin örgütlenmiş (organize) ve zaman bakımından ayarlanmış bir üretimi düşünmenin sonucudur.”[22]

Sweezy’nin herhalde en önemli sorunu kapitalist üretimi bir “denge” noktasından hareketle çözümlemeye çalışırken bu dengenin çok sayıda dengesizliğin, eşitsizliğin ürünü olduğunu, aslında dengeden ancak bir soyutlama olarak söz edilebileceğini ihmal etmiş olmasıdır.

Üretim malları üretimi ile tüketim malları üretimi arasındaki dengeyi belirleyen faktörler ve bu dengenin nerede oluştuğu üzerinde yeterince durulmamış olması bir tesadüf değil. Yeterince uzun bir dönemde iki kesim arasındaki “denge”ye işaret ettiği iddia edilecek olan belirli bir nicel oran bulunabilir. Oysa sorun böylesi bir oranın var olup olmaması değil, ne şekilde belirlendiğinin açıklanmasıdır. Bu sonuncusu yapılmadığında bulunan niceliğin teorik açıdan ne anlama geldiği sorusu boşlukta kalacaktır.

Ama asıl önemlisi Sweezy Kesim I ile Kesim II arasındaki dengenin belirli dönemlerde Kesim I lehine değişmesi olasılığı ve bunun doğuracağı sonuçlar üzerinde durmayarak tartışmanın en kritik noktasının üzerini çizmiş oluyor.

Bir büyük bunalım döneminin ardından ve genişleme döneminin başlangıcında Kesim I’e yapılan yatırımlarda ciddi bir artış yaşanır. Belirli bir dönem boyunca Kesim I, Kesim II’ye oranla çok daha hızlı bir büyüme gösterir.

Büyük bunalım dönemlerinden çıkış sermayenin yeniden yapılanmasını da içerir. Sermayenin yeniden yapılanması genellikle enerji kaynaklarının ve hareket aktarım mekanizmalarının değişmesini de içeren köklü bilimsel-teknolojik değişmeleri ve ekonominin lokomotif sektörlerinde bir farklılaşmayı anlatır. Dolayısıyla yeniden yapılanma ancak üretim malları üreten kesimde hızlı bir büyümeyle birlikte yaşanabilir:

“... enerji tekniğinde -hareket sağlayıcı makinelerin makineyle üretilmesi tekniğinde- meydana gelen devrimler teknolojinin bütününde meydana gelen devrimin belirleyici uğrağı olarak kendilerini gösterirler. 1848’den sonra buhar gücüyle harekete getirilen motorların makineyle üretilmesi; 19. yüzyılın doksanlı yıllarından sonra elektrikli ve patlamalı motorların makineyle üretilmesi; yüzyılımızın kırklı yıllarından bu yana elektronik ve çekirdek enerjili aygıtların makineyle üretilmesi. Bunlar kapitalist üretim tarzının 18. yüzyılın ikinci yarısındaki ilk sanayi devriminden sonra meydana getirdiği üç teknolojik devrimdir.”[23]

Kapitalizmin uzun süreli genişleme dönemlerini başlatan, yeni bir sermaye yapılanmasına geçişle birlikte Kesim I’e yönelik yatırımların hızlı bir büyüme göstermesidir. Bu açıdan bakıldığında, İkinci Dünya Savaşının yarattığı fiziksel tahribatın, savaş sonrasında Kesim I’e yönelik yatırımların artırılmasını zorunlu kılmanın yanında yeni bir sermaye yapılanmasına geçişin olanaklarını da yarattığı görülebilir.

Örneğin Maurice Dobb yukarıda sözü edilen çalışmasında savaş sonrası dönemdeki büyümeyi açıklarken her iki etkeni de anıyor. Birincisi “Savaşın hemen sonunda talep savaşın eşi görülmemiş yıkımının onarılması ihtiyacıyla tükenen mal stoklarının yenilenmesi fabrika ve makine donanımlarının onarımı ve yenilerinin yapımı ile destekleniyordu. Amerika savaştan doğrudan etkilenmediği ve gerçekte sermaye stoğunu önemli ölçüde arttırdığı halde endüstrisi Avrupa’da olduğu gibi çeşitli yardım programları adı altında onarım ihtiyaçlarını karşılamakla meşguldü. Savaş sonrası birkaç yıl boyunca tüketim malları gibi sermaye malları da ihtiyacı karşılamıyordu.”[24] İkincisi ve belki de asıl önemlisi, “Bu büyümenin akılcı bir açıklaması ... 1950’lerin ... teknolojik devrimlerden birine tanık olmasıdır. Teknolojik devrimin modernleşmeye etkisi olmuş yatırımlara güçlü bir destek olmuştur.”[25]

Bu büyümenin sonunu getirecek olan, kâr oranlarının düşme eğilimi olacaktır. Kesim I’deki büyümenin hızı ve sermayenin organik bileşiminin yüksekliği, bu kesimdeki kâr oranlarının da (Kesim II’ye göre) daha çabuk düşmeye başlamasına yol açacaktır.

Nitekim, Kesim I’in Kesim II kaynaklı herhangi bir eksik tüketim sorunu yaşanmadan büyümesinin mümkün olup olmadığını tartışan Maurice Dobb’un sözünü ettiği üç zorluktan ikisi, Kesim I’deki kâr oranlarının düşmesi eğilimi ile ilgili. Dobb, Kesim I’deki sermaye birikiminin emek arzını aşarak büyüme eğilimini göstermesi halinde ücret artışları nedeniyle, buna tepki olarak sermaye yoğunluğunun artırılması durumunda ise tam da bu nedenle, kâr oranlarının düşeceğini söylüyor.[26]

Diğer yandan, Kesim I’deki büyüme, aynı zamanda madencilik, tarım vb. hammadde üreticisi sektörlerdeki bir büyümeyi gerektirecektir. Ancak emek üretkenliğinin bu sektörlerdeki artış oranı genellikle daha düşüktür ve bu nedenle Kesim I’deki hızlı büyümenin sonuçlarından biri de hammadde fiyatlarındaki yükseliş olabilir. Nitekim Marx, kapitalizmin bunalımlarının olası nedenlerinden biri olarak hammadde fiyatlarındaki doğal (kötü hasat vb.) artıştan söz ettikten hemen sonra, benzeri bir artışa yol açabilecek bir diğer nedenden söz eder:

“... artı değerin, ek sermayenin aşırı bir bölümü, belli bir üretim alanında makineye vb. yatırılırsa, o zaman hammadde, eski üretim düzeyi için ne kadar yeterli olsa da, yeni düzeyde yetersiz kalacaktır. Demek ki böyle bir durum, ek sermayenin çeşitli tamamlayıcı parçalarına oransız dönüştürülmesinden ileri gelir. Bu, sabit sermayenin aşırı üretimidir ve birinci durumda ortaya çıkan sonuçların aynısına yol açar.”[27]

Hammadde fiyatlarındaki yükseliş, değişmeyen sermaye oranında bir yükseliş anlamına gelecek, dolayısıyla da Kesim I’deki kâr oranlarında ek bir düşmeye yol açacaktır.

Kesim I’deki kâr oranlarının düşmeye başlaması, sermayeyi Kesim II’ye yöneltir. Sermaye, yalnızca genel olarak Kesim II’ye değil, Kesim II’nin içinde de, emek-yoğun sektörlere yönelir. Çünkü bu sektörlerde kâr oranları daha yüksektir. Diğer yandan. Kesim I’deki emek-yoğun üretim alanları zaten her zaman daha sınırlıdır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası büyüme döneminin ikinci yarısından itibaren hizmet sektörünün hızla büyümeye başlamasını, en azından kısmen, sermayenin burada tarif edilen yönelimi ile açıklamak mümkündür.

Ancak, Kesim II’ye yapılan yatırımların artmaya başlaması, aynı zamanda, kapitalist yeniden üretimin kesintisizliğini sağlayabilecek olan tek koşulu, yani Kesim I’deki sermaye birikiminin Kesim II’ye oranla daha hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi koşulunu ortadan kaldırır.

Bu durumda da, aşırı üretim sorununun kendisini öncelikle Kesim II’de göstermesinden daha doğal bir şey olamaz. Mandel’in “deneysel olgu”su, böylece, bir “içsel mantık”ın ürünü haline gelir. Dolayısıyla, eksik tüketim, bir neden değil, sonuçtur.

Bunalımdan çıkışın yolu ise, Kesim I’deki bir yeniden canlanmanın da koşulu olarak, sermayenin yeniden yapılanmasıdır. Ancak yeniden yapılanma, mevcut sermayelerin değersizleşmesi, yani kapitalist ekonomilerin merkezi sektörlerinde yoğun iflaslar anlamına gelir ve sermaye sahiplerinin bunu sessizce kabullenmesi mümkün değildir. Hele söz konusu sektörlerde siyasal iktidarlar üzerinde de ciddi güç sahibi olan tekelci şirketler egemense...

Nitekim, dünya kapitalizminin 1929 tarihiyle anılan bunalımı, ancak, mevcut sermayelerin fiziksel olarak tahrip edildiği İkinci Dünya Savaşıyla birlikte aşılabilmiştir.

Bugünse, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyüme döneminde öne çıkan neredeyse tüm sektörlerde (otomotiv, inşaat, elektrikli cihazlar, tekstil, petrokimya, kimya, demir-çelik ve makine yapımı) aşırı üretim sorunu yaşanıyor. Sözgelimi, dünya ölçeğinde, otomotiv sektöründeki kapasite kullanım oranı yüzde 70’in altına düşmüş durumda.[28]


Sermayenin tepkileri

Sermayenin bunalıma verdiği ilk yanıtlar, onu daha da derinleştirmek pahasına bile olsa, sermaye değersizleşmesinin önüne geçmeye dönüktür. Bu yanıtlardan ilki, mali sermayenin hızla genişletilmesidir. Kredi hacminin hızla büyütülmesi, gelecekteki talebin bugünden realize edilmesini mümkün kılar. 1999 yılının başlarında, ABD’deki özel sektör borçları GSMH’nin yüzde 130’una yaklaşırken, Japonya’da yüzde 200’ü düzeyindeydi.[29] Diğer yandan, ‘70’lerden bu yana, mali sermayenin uluslararası ölçekteki aşırı genişlemesine tanık oluyoruz. Dünya ölçeğindeki bireysel, şirket ve devlet borçları toplamı 1997 ile 1999 yılları arasında 33,1 milyar dolardan 37,1 milyar dolara çıkmış. Yıllık yüzde 6,2’lik bu artış, dünya gayri safi hasılasındaki artış oranının üç katı düzeyinde.[30]

Ancak kredi hacmindeki genişleme, bunalım dinamiklerinin derinleşmesine de yol açar:

“... kredi genişletme süreci, çelişik bir süreçtir. Sermayenin değer yitirmesini ‘erteleyen’ sürecin ta kendisi, üstesinden gelmeye çalıştığı eğilimleri azdırır. Kredi, gelecekteki kârlara ilişkin beklentilere dayalı olarak üretimin genişlemesini sağlar ve -sağlanabilir krediyi elde edenler genellikle büyük sermayedarlar olduğu için- sermayenin merkezileşmesi sürecini hızlandırır. ... kredi sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşme sürecini çabuklaştırıp gerekli kredi miktarını elde edemeyen daha küçük, daha az etkin sermayenin yıkılmasını mümkün kılar. Ne var ki bu süreç, üretimin genişlemesini mümkün kılarken bunalım eğilimlerini hızlandırır. Kredi, göreli artık değer artışı -emek üretkenliğinin artması- için gerekli giderek büyüyen yatırımlara olanak sağlar. Oysa bu sürecin gerektirdiği organik sermaye bileşimi artışı, yalnızca kâr haddinin azalma eğilimini azdırır. Öyle ki kredi, sermayenin ‘değer yitirme’sini erteleyerek ancak çelişkileri ve bunalım eğilimini azdırmış olur.”[31]

Diğer yandan, ‘70’li ve ‘80’li yıllarda, bunalıma rağmen meta fiyatlarının aşırı derecede yükselmesinin ardında da kredi hacminin genişlemesi bulunuyordu:

“... kârlılığın azalmasıyla yüz yüze gelen özel sermaye, birikimin sürmesinin gerektirdiği kârları, fiyatları artırarak elde etmeye çalışır. ... Kredi genişlemesi ve devlet ikrazatı aracılığıyla para arzının artışı, bu fiyatların ‘gerçekleşmesinin’ -yani metaların o fiyatlar üzerinden satılmasının- güvencesidir. Bu yoldan sermayenin ‘değer yitirmesi’ ve yığınsal işsizlik ertelenmiş olur. Ne var ki aşırı sermaye birikimi eğilimlerini hızlandıran bu süreç, anlatımını ancak gitgide büyüyen fiyat artışlarında bulur. Kısılmadan kaçınmak için devlet harcamaları ile kredi genişlemesinde yapılan her artış, sömürü haddinin yoğunlaşmasına, sermayenin organik bileşiminin yükselmesine, kâr kütlesinin büyümesine, kâr haddinin de düşmesine yol açar. Sanayiciler, bu düşüşü kapatmak üzere fiyatları yeniden artırmaya kışkırtılırlar; böylece büyüyen ye yığışımlı bir enflasyonla karşı karşıya kalırız.”[32]

Yukarıdaki alıntıların yapıldığı çalışmada, aynı sürecin bir sonraki aşaması şu şekilde tarif ediliyor:

“Bu sürecin belirli bir aşamasında, kredinin elde edilebilirliği, kârlı üretime yol açmaz -özel sermaye kredi kullanmaz- olur. O zaman devlet, ‘aşın kapasite’de muazzam bir artışı ve işsizliğin hızla büyümesini önlemek için işe karışmak zorunda kalır. Kısılma koşullarının tam boy çöküntüye dönüşmesini önleme yükü devlete düşer. Devletin bütçe açığı, çabucak ve birdenbire artar. Ancak bu harcama, zaten yüksek olan enflasyon haddini yalnızca hızlandırır. Devlet daha sonra birdenbire tornistan ederek sermayenin yeniden yapılaştırılmasında önde gelen bir rol oynar; harcamalarını kısar ve yönetip denetlediği sanayilerde rasyonelleştirme uygulamalarına girişir. İşsizliğin büyümesine izin verilir ve devlet, işçi sınıfı yaşam düzeylerinde ciddi kısıntılara yönelik bir hamleyi başlatır.”[33]

Bu noktadan sonra, “enflasyonun kontrol altına alınması” da mümkün hale gelmiş olur! Nitekim, ‘90’lı yılların sonlarında gelişkin kapitalist ülkeler için artık enflasyonun yol açtığı sorunlar değil, gündemdeki deflasyonist eğilimlerin doğuracağı sonuçlar tartışılıyordu.

Diğer yandan, kredi hacmindeki genişlemenin sınırlarına varılmış olduğuna ilişkin işaretler giderek artıyor. Yine bir “mali bunalım” olarak yaşanan Güneydoğu Asya Krizinin ardından, Wall Street’teki hisse senetleri, 1929 çöküntüsünün hemen öncesine oranla daha fazla aşırı değerlenmiş durumda.

Kredi hacminin genişletilmesi, sermayenin “eksik tüketim” sorununa verdiği bir yanıt olarak da görülebilir. Ancak sermayedarların asıl sorunu kâr oranlarındaki düşme eğilimidir ve buna verdikleri yanıt ücretleri (ve “emek gücü maliyeti” başlığı altında toplanabilecek olan diğer harcamaları) düşürmek olur. Bunun eksik tüketim sorununu daha da ağırlaştırması, sermayedarların dünyanın her yanında ücretleri geriletmek için ‘70’li yıllardan bu yana yürüttükleri mücadeleyi hafifletmelerine yol açmadı.

Nitekim, tam da eksik tüketim sorununun gündeme girdiği bir dönemde, Keynes’in talebi artırmaya yönelik iktisat politikalarının yerini, neo-liberalizmin “arz yönetimi”ni merkeze yerleştiren politikaları aldı.

Burada, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilen bir olguya açıklama getirmek mümkün hale geliyor: “Keynesçi” sıfatıyla anılan ekonomi politikaları, formüle edildikleri dönemde, yani 1929 bunalımı ile İkinci Dünya Savaşı arasında değil, ancak savaştan sonra uygulamaya geçirilebildi. Oysa Keynes, ekonomi politikası önerilerini, dünya kapitalizminin bunalımda olduğu bir dönemde ve bunalıma “çare” bulmak için geliştirmişti. Tam da bunalım döneminde, yani kapitalizmin eksik tüketim sorunu çektiği bir dönemde ciddiye alınmayan Keynes’in İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki genişleme döneminde kazandığı “itibar”, dünya kapitalizminin bir kez daha bir büyük bunalım dönemine girmesiyle, yani eksik tüketim sorununun kendisini bir kez daha göstermesiyle birlikte, silinmeye yüz tuttu. Çünkü kapitalizmin bunalımlarının temelinde kâr oranlarının düşme eğilimi vardır ve sermayenin buna yanıtı, eksik tüketim sorununu ağırlaştırmak pahasına, kâr oranlarındaki düşme eğilimini durdurmak ya da yavaşlatmak için ücretleri geriletmektir.

Son olarak, emperyalist ülkeler söz konusu olduğunda, bunalıma verilecek yanıtlardan biri de, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerden kaynak aktarma mekanizmalarını güçlendirerek yükün en azından bir bölümünü bu ülkelerin sırtına bindirmektir. Artık herkesin malumu olan yöntemlerle...


Değişenler, Değişmeyenler...

Dünya kapitalizminin bugünkü bunalım döneminde, kapitalist sistemin geleceği açısından kritik önem taşıyan kimi nitel değişimlerden söz etmek mümkün ve gerekli. “Değişim” sözcüğünün bu denli kirletilmiş ve anlamsızlaştırılmış olması, oruç bozmanın bir gerekçesi haline getirilmemeli. Kuşkusuz, iftardan vazgeçmenin yıkıcı sonuçlarını unutmadan!

Bu yazının asıl amacı, kapitalizmin, dünyamızın “son devrim çağı”na girmesine yol açan bazı nitel dönüşümler geçirdiği tezini savunmak. Ama bu çağın gereklerini yerine getirebilmek için, öncelikle, söz konusu nitel dönüşümleri yanlış yerlerde aramaktan vazgeçmek gerekiyor. Bu nedenle de, değişenleri tartışmaya geçmeden önce, o kadar da değişmeyenler üzerinde durulacak.

Ve ilk olarak, 1915 tarihli bir çalışmadan bir pasaj:

“Günümüzde de benzer süreçler, kapitalizmin daha soyut şeklinin gelişmesi, sermayenin giderek daha anonim hale gelmesi, günümüzde karakteristiği olan mülkiyet şeklinin bir ifadesi olarak hisse senedi ve tahvillerin büyümesi, eşdeyişle ‘hisse senedi’ kapitalizmi (Leifman) veya ‘finans’ kapitalizmin (Hilferding) gelişmesiyle büyük boyutlarda ortaya çıkmaktadır. Uluslararası emtia fiyatlarının, hisse senedi veya tahvillerin değerinin rayici telgrafla belirlenmektedir (hisse senedi ve borsa faaliyetleri). Telgraf ağı, ulaşım araçları gibi aynı hızda gelişmektedir. Kıtaları birbirine bağlayan kabloların uzunluğunun artmasının özel bir önemi vardır. 1913 yılının sonunda 2.547 kablo vardı (bu sayı 2.583’e yükselmiştir) ve bu kabloların uzunluğu 515.578 kilometreydi. Bu kabloların uzunluğu, dünyadaki tüm demiryollarının uzunluğunun yarısına eşittir ... . Böylece, tüm kısımlarının birbirine karşılıklı olarak bağımlı olduğu, dünya kapitalizminin aşırı derecede esnek ekonomik yapısı gelişmektedir. Bir tarafta meydana gelen çok küçük bir değişme, diğerlerine de hemen yansımaktadır.”[34]


Bunalım ve “postfordizm” edebiyatı

Türkiye’de sağ akademizm ile sol akademizmin (akademizmin ne kadar “sol” olabileceği tartışmasını bir yana bırakıyorum) ortaklaştığı bir nokta var: Kopyacılık. Her ikisi de, emperyalist ülkelerin üniversitelerinde popüler olan kavram ve modelleri bir miktar gecikmeyle Türkiye’ye transfer etmekten başka neredeyse hiçbir şey yapmıyor.

İşin üzücü yanı, Türkiye solunun da, sol akademizmin ilgi alanına zaten girmeyen başlıklar dışında, popüler kavram ve modellere fazlasıyla alıcı olması. Sözgelimi, bir dönem boyunca, tarihsel açıdan hiçbir önemi bulunmayan “kalite çemberleri”, “üretim süreci” dendiğinde solcuların da aklına ilk gelenler arasındaydı.

Kalite çemberlerinin kapitalist üretim sürecindeki nitel bir dönüşümü anlattığı düşüncesini yıkmak için teorik bir mücadele yürütmek gerekmedi; bu konudaki tartışmalar kendi kendine sönümlendi. Ama “kapitalizmin bunalımı”ndan söz etmek istemeyenler tarafından ‘70’li yılların sonlarında geliştirilen “fordizmin krizi” çözümlemeleri ve “postfordizm” kavramı için aynı şeyi (en azından şimdilik) söyleyemiyoruz. Ve bugün Türkiye’de, “üretim süreci” dendiğinde aklına “postfordizm”den başka bir şey gelmeyen solcuların sayısı hiç az değil.

Buna göre, kapitalizmin yaklaşık otuz yıl önce yaşamaya başladığı (ve bugün de süren) dönüşüm şu şekilde özetlenebilir: ‘70’li yıllara kadar özellikle kapitalist büyümenin lokomotif sektörlerinde (örneğin otomotiv) bant sistemine dayalı “kitlesel üretim” yapılıyordu. Standart malların özelleşmiş makinelerle üretimine dayanan bu örgütlenme biçiminde ölçek büyüklüğü maliyetlerin düşürülmesi açısından kritik önem taşıyordu. Ama “talep dalgalanmaları”nın giderek önem kazanmasıyla birlikte bu (“fordist”) birikim rejimi bunalıma girdi. Sonuçta, teknolojik gelişmelerin de yardımıyla, standart malların kitlesel üretiminin yerini, giderek özelleşen malların giderek daha küçük birimler tarafından üretilmesi aldı. Üstelik bu birimlerin artık “merkez” ülkelerde yoğunlaşması da gerekmiyordu. Üretim süreci her açıdan “esnekleşiyor” ve “postfordist” birikim rejimi dünya ölçeğindeki bir değişimi ifade ediyordu. Bu arada örneğin, dar alanda uzmanlaşmış işçinin yerini çok yönlü işçi, vasıfsız emeğin yerini vasıflı emek ve kol emeğinin yerini kafa emeği alıyordu...

Tüm bunlar elbette gerçeklikle tümüyle ilgisiz bir yığın safsata değil. Zaten öyle olsalardı, bu denli yaygın ve uzun süreli bir kabul görmeleri o kadar da kolay olmazdı.

Ama ortada iki sorun var. Birincisi, dünya kapitalizminin bunalım dinamikleri ile üretim sürecindeki değişmeler arasındaki ilişki ikinci plana itilirken, teknik değişmeler öne çıkarılıyor. İkincisi ve asıl önemlisi, kapitalizmin yaşadığı nitel dönüşümler yanlış yerlerde aranıyor.

Sözgelimi, kitlesel üretimin küçük ölçekli işletmeleri tümüyle ortadan kaldırması hiçbir zaman söz konusu olmadı. Birincisi, pek çok mal kitlesel ölçekte üretilemez. Örneğin makine sanayisinde, özellikle de kitlesel üretim için gerekli olan özelleşmiş makineleri üreten alt sektörlerde ağırlıklı olarak küçük ölçekli isletmeler vardır. Benzer şekilde kalıp imalatı da, daha çok, bu alanda uzmanlaşmış küçük işletmeler tarafından yapılır. Diğer yandan, belirli malların üretiminde kullanılan ara malların bir bölümünün küçük ölçekli işletmelerden oluşan yan sanayiden alınması daha rasyoneldir.

Bunların yanında, üretim teknolojisinden kaynaklanan maliyet farklılaşmasının sınırlı olduğu sektörlerde, kaçak (sigortasız, düşük ücretli) işçi çalıştıran, ürünün kalitesinden çok fiyatına önem veren ve ucuz girdi kullanarak alım gücü düşük tüketicilere yönelik üretim yapan küçük işletmelerin ayakta kalma şansı vardır.

Bu nedenlerle de, kitlesel üretimin yaygınlaşması, büyük ölçekli işletmelerin toplam üretimdeki göreli ağırlıklarının artmasına, küçük (ve hatta orta) ölçekli bazı işletmelerin iflasına yol açmış, ama örneğin küçük-orta ölçekli işletme sayısının azalmasını getirmemiştir.

Dünya kapitalizmi açısından her zaman kritik önem taşımış olan inşaat sektörü, hiçbir zaman, “fordizm” tanımına sığmadı. Ama herhalde tekstil ve dokuma sektörleri çok daha iyi bir örnek oluşturuyor:

“Tekstil ve giyim sanayilerinin artan rekabet koşullarında aşama aşama dünya çapında iş bölümünün alt kademelerine indirilmesi sayesinde, 1960’ların başında taşeronlaştırmaya dayalı organizasyon düzeni bu sanayiler için örgütleyici çerçeve haline gelmiştir.”[35]

Bunalım dönemleri, sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma süreçlerini hızlandırır. Ama aynı zamanda, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yeni işlevler kazanmasına da yol açar. Nitekim, 1945 tarihli bir çalışmada, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki bunalım döneminde, yalnızca küçük şirketlerin “çok belirgin bir inatla” varlıklarını sürdürdüklerinden değil, taşeronlaştırma uygulamasından da söz ediliyor:

“Bu küçük firmalar, büyük kapitalistlerle küçük kapitalistler arasında uygulanan bir modern ‘dışarıya iş verme’ sistemi temelinde büyük firmaların taşeronluğu rolünü oynarlar.”[36]

Taşeronlaşma ile sağlanan “esneklik”, büyük ölçekli işletmelerin tasfiye olması değil, daha iyi organize olması anlamına gelmektedir. Teknoloji üstünlüğüne sahip büyük işletmelerle yan sanayi arasındaki ilişkide belirleyici olan, hiç kuşku yok ki, hâlâ büyük işletmelerdir.

“Çokuluslu” sıfatıyla anılan şirketlerin son yıllardaki hızlı gelişmesi de, üretim sürecindeki değişmelerin aslen hangi kesime güç kazandırdığını somut olarak göstermektedir. Dünyanın en büyük 200 şirketinin ciroları toplamı, 1995 yılında, dünyadaki tüm ülkelerin GSMH’ları toplamının yüzde 32’sine ulaşmıştı.[37]


Ya üretici güçlerin gelişimi ve “yeni ekonomi”?

Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”ya yazdığı önsözde yer alan şu ifade oldukça talihsiz sonuçlar doğurdu: “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz ... .”[38] İyi niyetlerinden kuşku duyulmayacak kimileri, daha 19. yüzyılın sonlarında, devrimin gerçekleştirilebilir olduğunu savunmak adına, kapitalizm üretici güçleri geliştirme yeteneğini tümüyle yitirdiğini kanıtlama çabasına girişti. “Sürekli bunalım” tezinin kimi versiyonları bu çabanın bir ürünüydü. Kötü niyetli olduklarından kuşkulanmak için özel bir çaba harcamaya değmeyecek kimileri de, üretici güçlerin gelişmeye devam etmesini, devrimin henüz güncel olmadığı iddiasının “Marksist” kanıtı olarak göstermeye çalıştı.

Yukarıda alıntılanan ifadeye yeniden dönülecek. Burada vurgulanması gereken, kapitalizmin bunalımlarının, üretici güçlerin gelişimindeki mutlak bir duraklamanın nedeni ya da sonucu olmadığı.

Maurice Dobb, 1945 tarihli çalışmasında, 1929 sonrası dönemin açıklanması en zor özelliğin emek üretkenliğindeki artış olduğunu söylüyor ve aynı durumun 1870’ler ve 1890’lardaki bunalım döneminde de geçerli olduğunu hatırlatıyordu. Bazılarının 18. yüzyılın sonundaki gelişmelerle karşılaştırdığı bir “teknik devrim”den söz ettiğini belirten Dobb, kronik düşük kapasite sorununu çözmeyen ve kâr oranlarının düşmesini engelleyemeyen söz konusu devrimin krizin derinleşmesine hizmet ettiğini de vurguluyordu. Dolayısıyla, 30’lardaki “teknik devrim”, sermayenin yeniden yapılanması anlamına gelmiyordu:

“Bu krizden, yeni bir temel üzerinde yeniden-inşa yönünde bir hareket değil, ucuz maliyetle üretim yapanlar ile yüksek maliyetle üretim yapanlar arasında üretim kotalarının bölüşümü ve kısıtlama önlemlerinin hedeflemesi gereken fiyatın belirlenmesi konusunda ölümcül bir mücadele ve kısıtlamacı projeler salgını doğdu.”[39]

Yine Dobb’a göre, bu dönemde büyüyen sanayiler de vardı! Elektrik, kara taşımacılığı, otomobil ve hava taşıtları, suni ipek, gıda ve inşaat sanayileri büyürken, dağıtım sektöründe de üzerinde oldukça fazla tartışma yürütülen bir genişleme söz konusuydu. Yeni girişlerin henüz kısıtlanmadığı alanlarda sermaye ve girişim yığılmasının yaşandığını belirten Maurice Dobb, ardından ekliyor:

“Fakat 1930’ların sonlarında, Amerika’da olduğu gibi İngiltere’de de bu genişlemeci etkilerin gücünün azalmaya başladığını gösteren belirtiler ortaya çıkmıştı. 1937 yılı sonundan itibaren otomobil ve elektrifikasyon sektörleri maksimum genişleme noktalarını artık geride bıraktıklarına dair işaretler veriyorlardı; otomobil ve elektrikli alet üretimindeki gerileme, bir resesyona yol açtı ve 1938 yılında silahlanma harcamalarının tırmanmasıyla bu gelişmenin önü alındı.”[40]

Yani, bunalım döneminin henüz sürdüğü 1937 yılının sonundaki durgunluğa yol açan gerileme, tam da İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyüme dönemine damgasını vuran sektörlerde yaşanıyor!

Bunalımların aşılmasını sağlayan, teknolojik gelişmelerin varlığı ya da belirli sektörlerin yüksek büyüme oranları yakalaması değil, sermayenin bir bütün olarak yeniden yapılanmasıdır. Bunun yolu da, mevcut sermayelerin ciddi bir değersizleşme süreci yaşamasından geçer. Kesim I’in yeniden kurulmasını gerektirecek ölçekte bir değersizleşme süreci, İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaşın yarattığı fiziksel tahribat aracılığıyla gerçekleşmişti. Bugünse böylesi bir değersizleşme süreci yaşanmış değil.

İnternet üzerinde faaliyet gösteren şirketleri, bilgisayar yazılım üreticilerini, telekomünikasyon sektörünün kimi yeni alt dallarındaki şirketleri ve biyoteknoloji şirketlerini anlatmak için kullanılan “yeni ekonomi” kavramı da, son yıllardaki diğer pek çok kavram gibi, belirli somut olgulara gerçekten de karşılık düşüyor. Ama sorun, “yeni ekonomi”nin, kapitalizm açısından bütünsel bir yenilenmenin dinamiklerini barındırıp barındırmadığı.

Özellikle ABD’de, yeni teknolojilere dayalı “yeni ekonomi” şirketlerinin hisse senetleri, “eski ekonomi”yi gölgede bırakacak bir hızla değer kazandı. Ancak ilk söylenmesi gereken, bu şirketlerin kapitalist ekonomiler içindeki ağırlıklarının, en azından bugün için, yeni bir sermaye yapılanmasına geçişten söz edilmesini sağlayabilecek denli büyük olmadığı.

1998 yılında dünyanın en büyük 500 şirketinin toplam satış gelirleri içinde bilgisayar ve büro malzemeleri üreticilerinin payı yüzde 2,5’i bulmazken, bilgisayar hizmetleri ve yazılım üreticisi şirketlerin payı yalnızca binde 2,7’ydi. Bilgisayar ve büro malzemeleri üreticileri arasında ise, ne oranda “yeni” sayılabileceği kuşkulu olan IBM, 500 büyük şirket listesine girenlerin toplam satışlarının yaklaşık üçte birini tek başına gerçekleştiriyordu. Elektronik ve elektrikli alet sektöründe General Electric ve Siemens gibi “geleneksel” şirketler ilk sıraları alırken, sözgelimi bilgisayar yongası üreticisi Intel, satış gelirleri açısından ancak 13. sırada yer alıyordu. Yine satış gelirleri açısından, bankalar yüzde 11,3’lük, motorlu taşıt ve parçaları üreten şirketler yüzde 9,6’lık, ticaret şirketleri yüzde 7,3’lük, petrol şirketleri ise yüzde 6,5’lik paya sahipti.[41]

İnternet üzerinde faaliyet gösteren şirketlere gelince... Bu şirketlerin hisse senetlerinin değerleri, özellikle Güneydoğu Asya krizinden sonra, çok hızlı bir yükseliş gösterdi. Bunda, kriz ortamında uluslararası mali sermaye hareketlerinin yönünün gelişkin kapitalist ülkelere doğru olmasının ve yeni kârlı yatırım araçları bulma çabalarının da önemli payı vardı. Sonuçlardan biri, İnternet şirketlerinin hisselerinin aşırı değerlenmesi oldu.

İnternet üzerindeki ticaretin gerek nicelik, gerekse oranı açısından başı çeken ABD’de, 1998 yılında, İnternet aracılığıyla gerçekleştirilen satışlar (7,8 milyar dolar), toplam satışların (1,7 trilyon dolar) yalnızca binde 4.6’sı düzeyindeydi. En iyimser tahminlere göre bile, 2003 yılında İnternet üzerindeki ticaretin oranı yüzde 5’i bulmayacak.[42]

Buna karşın, İnternet üzerinden satış yapan şirketlerin borsa değerleri, on milyarlarca dolara yükselebiliyor. Örneğin faaliyetlerine 1996 yılında kitap satışıyla başlayan Amazon şirketinin borsa değeri 1999 yılında 30 milyar doları aşabildi. Üstelik, hiç kâr etmemesine, hatta kurulduğu yıldan beri her yıl daha fazla zarar etmesine karşın: Amazon’un 1999 yılındaki zararı 700 milyon dolardan daha fazlaydı.[43]

Benzeri bir eğilim, biyoteknoloji şirketleri için de geçerli. Herhangi bir gelecekte işe yarayıp yaramayacağı tartışmalı genlerin patentlerini alan ve yakın gelecekte kâr etme olasılığı bulunmayan biyoteknoloji şirketlerinin hisse senetleri de aşırı değerlenebiliyor.

Dolayısıyla, “yeni ekonomi”nin yükselişinin ardındaki dinamiklerden birinin de, mali sermayenin (hayali sermaye üretme yoluyla) büyüme dürtüsü olduğunu ihmal etmemek gerekiyor.

Kuşkusuz yine de sorulması gereken bir soru var: Spekülatif boyutlarından arındırıldığında bile, “yeni ekonomi”nin gelişimi, yeni bir sermaye yapılanmasına geçişi ifade ediyor olabilir mi?

Buradaki temel bir sorun, mevcut sermayeler ciddi bir değersizleşme süreci yaşamadan da yeni bir sermaye yapılanmasına geçilip geçilemeyeceği. “Geleneksel” şirketlerin, bunalım dinamiklerini derinleştirme pahasına da olsa, sermayelerin değersizleşme eğilimine karşı ciddi bir direnç sergileyebildiklerini hatırlatmak gerekiyor. Zaten, belki de yeni teknolojilere dayalı yeni üretim sektörlerinin ekonomik ağırlıklarının artmasının önündeki engellerden biri de bu.

Bu noktada söylenebilecek olan, eğer İkinci Dünya Savaşı’ndakine benzer bir sermaye değersizleşme süreci yaşanmayacaksa, bu kez, mevcut sermaye yapılanmasının “tedrici” ve oldukça uzun bir süreye (muhtemelen on yıllara) yayılan bir değişim sürecine girme olasılığının ihmal edilemeyeceği.

Böylesi bir süreçte Kesim I ile Kesim II arasındaki dengenin eksik tüketim sorununa yol açmayacak şekilde kurulması kolay olmayacaktır. Dahası, yine böylesi bir süreç, yeni sektörlerdeki kâr oranlarının düşme eğiliminin de, kapitalist ekonomiler henüz büyüme dönemine girmeden, belirleyici önem kazanmasına yol açabilecektir. Diğer yandan, “yeni” sektörlerden bazıları (örneğin yonga üretimi) aşırı üretim sorununu yaşamaya başladı bile...


İşçi sınıfına ne oldu?

Son yıllarda işçi sınıfına ilişkin olarak yürütülen belki de en boş tartışma, vasıfsız emek ile vasıflı emek ya da kol emeği ile kafa emeği arasındaki dengeye ilişkin olanı. Kapitalizm, tüm tarihi boyunca, bir yandan mevcut üretim faaliyetlerini giderek daha vasıfsız emekçilere yaptırmanın yollarını geliştirirken, diğer yandan da vasıflı emekçileri gerekli kılan yeni üretim faaliyetleri yaratmıştır.

Marx, Kapital’de, her iki eğilimden de söz eder. Örneğin, Kapital’in birinci cildinde şunları söyler:

“Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir “parça-insan” haline gelen bugünün parça-işçisinin yerine, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.”[44]

Burada Dobb’un 1945 tarihli çalışmasına bir kez daha başvurmakta yarar var. Dobb, yine 1929’la başlayan bunalım döneminde, yüksek ücretler alan yeni bir teknisyenler ve büro çalışanları tabakasının ortaya çıktığından söz ediyor:

“Bazı yazarlar kapitalizmin en son evresindeki yeni özellikleri arasında, yeni bir orta sınıfın ortaya çıkmasını vurguladılar. Hatta Durbin, sosyal konutlarıyla ve bahçeleriyle, radyo setleri ve taksitle satın alınmış mobilyalarıyla proletaryanın ‘burjuvalaşması’ndan bile bahsetmiştir; ona göre, Marx ve okulunun hiçbir zaman öngörmediği, 20. yüzyıla özgü gelişmelerdi bunlar.”[45]

Aynı çalışmada, yine aynı dönemde “teknolojik işsizlik” konulu bir literatürün ortaya çıktığı da belirtiliyor.

İşçi sınıfının ortadan kalkmakta olduğuna ilişkin iddialar, genellikle, hizmet sektöründeki yoğunlaşma ya da “beyaz yakalı”ların sayıca artışıyla temellendiriliyor.

Birincisi, kapitalist üretim ilişkileri yalnızca sanayide, ya da örneğin yalnızca imalat sanayisinde geçerli değildir. Meta üretiminin ve artı değer sömürüsünün bulunduğu her yerde kapitalist üretim ilişkileri söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında, mavi yakalı bir işçinin ürettiği bir vida ile bir garsonun sunduğu hizmet arasında, birer meta olmaları ve artı değer sömürüsünü yansıtmaları açısından hiçbir fark bulunmaz.

İkincisi, işçi sınıfı yalnızca kol emekçilerinden oluşmaz. Geçimini sağlamak için emek gücünü satmak zorunda kalan herkes, ister kol, isterse kafa emeğini kullansın, işçi sınıfının bir üyesidir. Ve kapitalistler, kafa emekçilerinin ücretlerini düşürmek için de benzer yöntemler kullanır.

Kapitalizmin tarihi boyunca, neredeyse her yeni sektör, ortaya çıkma ve büyüme döneminde, ihtiyaç duyduğu niteliklere sahip emek gücünün kıtlığı sorunuyla karşılaşmıştır. Makineler, ortaya çıkmak için, makine mühendislerinin belirli bir sayıya ulaşmasını beklememiştir!

Ama bunu, söz konusu emek gücünün ucuzlatılmasına yönelik girişimler izler. Bu çerçevede örneğin, mühendislik fakültelerinin sayısı 20. yüzyılda son derece hızlı bir şekilde artmıştır. Mühendisler arasındaki hiyerarşi giderek daha fazla önem kazanmış, alt kademe mühendislerle teknisyenler arasındaki ayrımlar silikleşmiştir. Özellikle ‘70’li yıllardan bu yana, “teknoloji=işsizlik” denklemi, mühendisler ve hatta işletme yöneticileri için de geçerli olmaya başlamıştır. Diğer yandan, bilişim teknolojisindeki gelişmelerin de katkısıyla, mühendislik eğitimi almış olanların önemli bir bölümü son derece rutin teknik faaliyetler yürütmeye başlamış ve bir meslek olarak mühendisliğe atfedilen “yaratıcılık” boyutu giderek zayıflamıştır. Zaten, 20. yüzyılın “mucit”leri, kendi başına araştırma faaliyeti yürütenlerden çok, büyük şirketlerin araştırma-geliştirme birimlerinde çalışan ücretli mühendislerdir. Bu süreçte mühendislerin ücretlerinin göreli olarak düştüğünü ve ayrıcalıklı statülerini giderek yitirdiklerini eklemeye bile gerek yok.

Büyük sermaye sahipleri çoğu kez üniversitelerin eğitim programlarım değiştirmesini bile beklemez ve ücretleri düşürebilmek için kendi eğitim programlarını geliştirir. Diğer yandan uluslararası rekabet de büyük sermayeler lehine işler: Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerde yetişen uygun nitelikteki emek gücü transfer edilir. Sözgelimi yine ABD’deki Silikon Vadisi her yıl on binlerce yeni yabancı işçiyi istihdam ediyor. Son olarak, teknolojik gelişmeler de, emek gücünün ucuzlatılmasına hizmet edebilir: Bugün pek çok iş, İnternet üzerinden, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin İngilizce bilen kafa emekçilerine ucuza yaptırılabiliyor.

Kimileri, yalnızca beyaz yakalı işçilerin sayıca artmasından değil, ama aynı zamanda kapitalizmin kol emekçilerine “ihtiyacının kalmamasından” söz ediyor. Onlara göre, kol emekçilerinin giderek “dışlanması”, yakın geçmişe kadar ürettikleri metalara ve dolayısıyla da kendilerine ihtiyaç kalmamasıyla ilgili.

Kapitalistler açısından otomobil, televizyon, çamaşır makinesi, pantolon, gömlek, çelik vb. üretiminin önemsizleştiğine ilişkin tezleri tartışmaya bile gerek yok: Kuşku duyan, istatistiklere bakar...

Teknolojik gelişmelerle birlikte aynı miktarda meta üretmek için gereken işçi sayısının azalması ise, kapitalizmin tüm tarihi boyunca geçerli olmuş bir eğilimdir. Bunun sınıf mücadelesi ile birlikte doğurduğu sonuçlardan biri, çalışma saatlerinin düşürülmesidir. Eğer içinde bulunduğumuz döneme ait bir “özgünlük” varsa, bu da işçi sınıfının çalışma saatlerinin düşürülmesini sağlayacak bir mücadeleyi örgütleyememiş olmasıdır. Bu da, sermayenin bunalım dönemindeki saldırganlığı ile bağlantılı...


İçinde bulunduğumuz dönemin farkı

Yukarıda da belirtilmişti: Bu yazının amacı, son bunalım döneminde ortaya atılan tezlerin bütünsel ve kapsamlı bir eleştirisini yapmak değil. Yukarıda yürütülen tartışmalar da, yalnızca, değişim dinamiklerinin sermaye sahiplerinin bunalıma verdiği standart tepkilerde aranmaması gerektiğini vurgulamaya dönüktü.

İçinde bulunduğumuz dönemin temel bir yeniliği var: Kıtlığın ortadan kaldırılmasının tüm nesnel koşullarının olgunlaşmış olması.

Marx’a göre, komünizmin temel ön koşulu, kıtlığın ortadan kaldırılmasıydı. İnsanların insanca yaşaması için gerekli tüketici nesnelerinin yetersiz olduğu bir dünyada, sınıfsal ayrımları ve dolayısıyla çelişkileri tümüyle ortadan kaldırmak mümkün değildir.

“Kıtlık”, göreli bir kavram. “İnsanca yaşamak” için gereken tüketim nesnelerinin nitelik ve niceliği tarihsel olarak belirlenir. Yüz yıl öncesinin insanları için lüks kabul edilenler, bugünün insanları için en sıradan tüketim nesneleridir. Diğer yandan teknolojik ilerlemenin en yeni ürünleri, çoğu kez, yeryüzündeki tüm insanların kullanımına hemen sunulamaz.

Ancak, bu türden ayrımların mutlaklaştırılamayacağını baştan kabul ederek, maddi yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli tüketim nesneleri ile düşünsel gelişime hizmet eden (ve kuşkusuz onun ürünü olan) tüketim nesneleri arasında bir fark olduğunu kabul edebiliriz.

Böylesi bir ayrıma gidildiğinde, bugünkü teknolojik gelişme düzeyinde, dünya üzerindeki tüm insanların beslenme, giyinme, barınma, ulaşım ve sağlıkla ilgili tüm temel ihtiyaçlarım karşılamanın mümkün olduğu kolaylıkla saptanabilir. Bugün bile, yeryüzündeki 6 milyar insanın yeterli şekilde beslenmesini sağlayacak miktar ve nitelikte besin maddesi üretiliyor. l milyara yakın insanın açlıkla boğuşması, yalnızca kapitalizm koşullarında yaşamanın bir ödülü.

Kuşkusuz, tek başına fiziksel varlığının yeniden üretimi, insanın “insanca” yaşaması anlamına gelmiyor. Temel ihtiyaçların karşılanması, düşünsel gelişimin önündeki en önemli engellerden birinin kaldırılması anlamına gelse bile, kendi başına yeterli olamaz.

Ama zaten, yine insanlığın elindeki bilimsel ve teknolojik olanaklar, tek tek tüm insanların düşünsel üretkenlik potansiyellerinin insanlığın hizmetine sunulmasını da mümkün kılıyor. Bunun için, zorunlu tüketim nesnelerinin üretilmesi için gerekli çalışma süresinin çalışabilir durumdaki tüm insanlara bölünmesi sonrasında tek tek insanlara kalan “boş zaman”ı ve gerekli olanaklar sağlandığında insanların bu zamanı ne tür şekillerde değerlendirebileceğini hayal etmek yeterlidir.

Sözgelimi, bireysel ya da kolektif çalışmalar aracılığıyla bilimsel ya da teknik ilerlemeye katkıda bulunmak, temel ihtiyaçlarını karşılama sıkıntısı olmayan insanlar için, başlı başına bir zevk haline gelebilir. Bunun yeni bir tarafı da yok. Ama eğer yeterince yeni ve hatta “yeni ekonomi”ye ilişkin bir örnek vermek gerekirse, piyasa koşullarında başına gelenler bir yana, Linux adlı bilgisayar işletim sistemi, pek çok ülkeden bilgisayarcıların karşılık beklemeden yaptıkları katkıların bir ürünüydü.

Tüm bu söylenenler her zaman, ya da en azından yüz yılı aşkın süredir geçerli değil miydi?

Bazı açılardan evet. Reel sosyalizm deneyimleri, insanların temel maddi ihtiyaçlarını karşılamanın mümkün olduğunu göstermişti. Diğer yandan eski sosyalist ülke insanlarının entelektüel gelişkinliğine ilişkin somut verileri uzunca bir süredir Türkiye’de bile gözlemlemek mümkün.

Bu noktada, bilişim, yani bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri anmak gerekiyor. Bu gelişmeler, bir yandan rutin faaliyetleri alabildiğine sınırlandırma, diğer yandan da kolektif çalışmanın önündeki fiziksel engellerin önemli bir bölümünü ortadan kaldırma olanağını sağlıyor.

Asıl önemlisi, yine bilişim teknolojilerindeki gelişmeler, üretimin merkezi olarak planlanmasını aşırı ölçülerde basitleştiriyor. Bunun böyle olduğunu, bugünün dev şirketleri somut olarak gösteriyor. Söz konusu şirketlerde, “girişimci kapitalist’lerin maceracı ruhları değil, önlerine konan hedeflere ulaşmak için gerekli teknik faaliyetleri yürüten yöneticilerin son derece “bürokratik” ruhları egemen. Ve buna rağmen ayakta kalabiliyorlar!

“Kıtlık’la ilgili olarak mutlaka vurgulanması gerekenlerden biri de, kapitalizmin toplumsal kaynakları yalnızca bölüşüm düzeyinde değil, üretim düzeyinde de son derece verimsiz bir şekilde kullanması ve çok büyük bir bölümünü çarçur etmesi. Kapitalizm koşullarında vazgeçilmez kabul edilen pek çok faaliyet, toplumsal açıdan bakıldığında mutlak bir gereksizlik içeriyor. Bankaları, borsaları, sigorta şirketleri ve “leasing” ya da “factoring” gibi İngilizce adlı şirketleriyle mali sermaye, toplumsal üretime zerre kadar katkıda bulunmadığı gibi, yalnızca maddi kaynakların değil, aynı zamanda yüz binlerce eğitimli insanın düşünsel emeğinin de tümüyle boşa harcanmasını sağlıyor. Otomotiv sektörü, “güzellik” endüstrisi, reklamcılık sektörü, tedaviye dayalı sağlık sektörünün önemli bir bölümü ve ilaç sektörünün önemli bir bölümü, yine tümüyle gereksiz, halta düpedüz zararlı mal ve hizmetler üretiyor. Bunlara piyasanın işleyiş yapısından kaynaklanan aşırı kapasite ve aşırı üretim sorunlarını da eklemek gerekiyor. Yalnızca bugün boşa harcanan toplumsal kaynaklarla bile kıtlık ortadan kaldırılabilir.

Kuskusuz, tek başına kıtlığın ortadan kaldırılmasının koşullarının var olması, kapitalizmin yıkılmasını güvence altına almıyor. Ama bir olanağa işaret ediyor: Bir sonraki devrim dalgasının bir dünya devrimi ile sonuçlanması ve sınıfsız topluma giden yolda çok hızlı bir şekilde ilerlenmesi mümkündür.

Burada Marx’ın Katkı’ya önsözüne dönülebilir. Kapitalizm üretici güçleri geliştirmeye devam ettiğine göre, “içerebildiği bütün üretici güçleri” geliştirmiş olma koşulu ne olacak?

Birincisi, böylesi bir koşulun var olmadığı, yani Marx’ın yanıldığı söylenebilir. Ne de olsa, Marx’ın tüm saptama ve beklentilerinin doğru olduğu, Marksizme ait bir iddia değildir.

Ama bir noktaya dikkat etmek gerekir: Reel sosyalizm deneyimleri, Marx’ın haksız çıktığını kanıtlamadı. Çünkü Marx’ın söz konusu tezi, tek tek ülkelerin kapitalist sistemden kopmaları olasılığını dışlamıyor.

İkinci olarak da, söz konusu tezin “diyalektik olmayan” bir tarzda yorumlanmaması gerektiği vurgulanabilir.

Feodalizm, üretici güçlerin gelişimini mutlak olarak durdurduğu için son bulmadı. Yalnızca, kendi bağrından çıkmış olan üretici güçlerin hızlı gelişiminin önünde bir engel oluşturdu. Feodal ilişkiler teknik ilerlemelerinin yarattığı toplumsal olanakların değerlendirilmesini olanaksızlaştırıyor ve bu da teknik ilerlemeyi yavaşlatıyordu.

Sermaye, gelişen teknolojide, muazzam bir değişim değeri birikiminin olanaklarını gördü. Kullanım değerleriyle ilgilenen feodal sınıflarsa, haklı olarak, kendi iktidarlarının altlarındaki zeminin kayışını...

Feodalizmin yıkılması, bir açıdan bakıldığında, kaçınılmaz olmayan bir gelişmeydi. Ezilen sınıflar feodalizmin tarihi boyunca yüzlerce kez ayaklandı; bu ayaklanmaların bir bölümü tek tek ülkelerdeki feodal düzeni ciddi şekillerde sarsabildi; ama feodal düzen her seferinde restore edilebildi. Teknik ilerleme ve bu ilerlemenin hızı tarih dışı birer etken olmadığına göre, bunları kontrol altında tutabilen bir feodalizm, kendi varlığını sonsuza dek sürdürebilirdi.

Ama geçmişteki ayaklanmalarla, ezilen sınıfları, arkasında toplayan burjuvazinin başkaldırısı arasında temel bir fark vardı: Bir başka düzen kurmanın somut olanaklarının belirginleşmiş olması. Burjuvazinin tarihsel bir özne haline gelmesini sağlayan bu farka rağmen, feodalizmin dünya ölçeğinde alt edilmesi, yüzyıllar süren bir mücadelenin ürünü oldu.

Burada üzerinde mutlaka durulması gereken bir nokta daha var. “Üretici güçlerin gelişimi” dendiğinde, “saf” haliyle teknik ilerleme anlaşılamaz. Önemli olan, bu ilerlemenin üretim sürecine ne şekilde yansıdığıdır. Diğer yandan, eldeki teknik olanakların üretim sürecine aktarılması, özellikle çığır açıcı yenilikler söz konusu olduğunda, toplumsal ilişkilerin de köklü bir dönüşümünü gerektirebilir.

Makine üreten makineler, feodalizm döneminde çıktı ortaya. Ama bu makinelerin üretim sürecinin merkezine yerleşmesi için, bunları imal edecek ve işletecek olan emekçilere ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacın karşılanması için de, köylüyü toprağa bağlayan feodal ilişkilerin kırılması gerekiyordu.

Bugünse, kapitalizm, teknik ilerlemeyi tümüyle durdurmamakla birlikte, yarattığı toplumsal olanakların değerlendirilmesini engelliyor. Bu da, üretici güçlerin farklı bir temel üzerinde yeniden örgütlenmesini ve bu yolla gelişmesini...

Kapitalizm koşullarında tek tek insanların insanlığın gelişimine katkıda bulunma olanağı aşırı derecede sınırlandırılmıştır. İnsanların büyük bir bölümü enerjilerinin çoğunu kendilerini fiziksel ve/veya zihinsel olarak tüketmekle birlikte yeniden üretmeyen işlere harcarken, bunu bile yapamayan insanlar, yani işsizler ve kısa süreli, düzensiz ve aşırı düşük ücretli işlerde çalışanlar, her tür toplumsal olanaktan mahrum kalıyor.

Eldeki teknik olanaklar, insanlar tarafından yapılması zorunlu rutin/fiziksel işlerin tüm insanlara paylaştırıldığı ve geri kalan zamanların toplumsal ve bireysel gelişimi sağlamaya dönük olarak değerlendirildiği bir düzenin kurulmasını mümkün kılıyor. Ama böylesi bir düzenin kurulabilmesi için, insanların büyük bir bölümünü toplumsal açıdan gereksiz, hatta zararlı işlere bağlayan sermaye ilişkilerinin kırılması gerekiyor.

Dolayısıyla, bugün, kapitalizmin üretici güçlerin gelişiminin önündeki temel engel haline gelmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Bunu söylemek, kapitalist düzenin ne şekilde son bulacağı sorusunu yanıtlamış olmak anlamına gelmiyor elbette.

Ama kapitalizmin sonunu tartışmadan önce, bugünkü bunalımın aşılma olasılığı üzerinde bir miktar daha durmakta yarar var. Çünkü eğer kapitalizm bu bunalımını aşabilirse, üretici güçlerin gelişimini engellemeye devam etmesine karşın, daha uzunca bir süre ayakta kalabilir.


Güncel bunalım aşılabilir mi?

Yukarıda, sermayenin bunalıma ne tür tepkiler verdiği üzerinde durulmuştu. Herhalde ilk saptanması gereken, söz konusu tepkilerin belirleyici niteliklerini 2000 yılında da koruduğu. Mali sermaye büyümeye, gerçek ücretler geriletilmeye ve az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler üzerindeki sömürü artırılmaya devam ediyor. Sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma süreçleri, bu eğilimlerden destek alıyor ve bunları destekliyor. Mevcut sermaye yapılanmasını temsil eden dev şirketler daha da devleştikçe, yalnızca ekonominin bütünü üzerindeki ağırlıkları değil, devlet politikaları üzerindeki belirleyicilikleri de artıyor. Bunlar da, bunalımın aşılması için yıkılması zorunlu sermaye yapılanmasının ömrünü uzatıyor. Kısacası uluslararası sermaye, “bunalımı yönetmeye” devam ediyor.

Dünya ölçeğindeki birleşme ve satın almaların toplam değeri 1999 yılında bir önceki yıla göre yüzde 50’lik bir artışla 2,4 trilyon dolara,[46] 1999 yılında ise yüzde 60’a yaklaşan bir artışla 3,8 trilyon dolara ulaştı.[47] Petrolden otomotive, ilaç üretiminden bilişime, bankacılıktan ticarete neredeyse tüm sektörlerde yaşanan birleşmelere yukarıda söylenenler ışığında bakılabilir.

Sözgelimi, bankacılık sektöründeki birleşmelerin en önemli nedenlerinden biri, borsaların aşırı büyümesi sonucunda bu sektördeki kâr oranlarının düşmesi. Hisse senetlerinin hızla (ve aşırı) değer kazandığı bir dönemde, temel faaliyetleri mevduat toplayarak kredi açmak olan bankalar giderek daha fazla zorlanıyor. “Tasarruf” sahipleri, paralarını bankalara yatırmak yerine, çok daha yüksek kazanç sağlayan hisse senetlerini satın almayı tercih ediyor. Diğer yandan, şirketler açısından da, hisselerini borsa aracılığıyla satarak para toplamak, banka kredisi kullanmaya oranla çok daha ucuza geliyor. Bu koşullarda, bankaların tasarruf mevduatlarına verdikleri faizlerle kredi faizleri arasındaki farkı giderek azaltmaları ve “maliyetleri kısma” operasyonlarına girişmeleri bile yeterli olmuyor.

Mali sermayenin borsalara yönelmesi nedeniyle zor durumda kalan bankaların bulduğu çıkış yollan arasında, geleneksel bankacılık işlemlerini bir yana bırakarak “yatırım bankacılığı”na yönelmek de bulunuyor. Nitekim, Deutsche Bank-Dresdner Bank birleşmesinin ardından, “yeni” Deutsche Bank, “küçük tasarruf sahipleri”ne yönelik bankacılık hizmetlerini tasfiye ederek, yatırım bankacılığında uzmanlaşma kararını almıştı.

Dünya ölçeğindeki birleşme ve satın alma dalgasının ardındaki en önemli aktörler arasında yer alan yatırım bankaları, bu birleşmelere “danışmanlık” yaparak para kazanıyor. Her bir birleşme sonucunda el değiştiren sermayenin yaklaşık olarak yüzde yarımı oranında komisyon alan bu bankalar,[48] yalnızca kendilerine yapılan başvuruları değerlendirmiyor. Bir başka şirketle birleşmeyi ya da bir başka şirketi satın almayı düşünmeyen şirketlere de öneri götürüyorlar. Hatta zaman zaman “öneri” ile tehdit iç içe geçiyor: Başka şirketleri yutmakta geç kalan şirketler yutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.

Özellikle büyük yatırım bankalarının “müşteri” sıkıntısı çekmesi mümkün değil: Kâr oranlarının düştüğü ve aşırı kapasite, bir başka deyişle aşırı üretim sorunun yalnızca “geleneksel” sektörlerde değil, bilgisayar yongası üretimi gibi “yeni” sektörlerde bile yaşandığı bir dönemde, şirket birleşmeleri, işçi sayısını azaltma, bazı bölümleri tümüyle kapatma ve böylece rekabet gücünü artırma olanağını sağlıyor.

Birleşmeler ve satın almaları kolaylaştıran etkenlerin başında, yine borsalardaki hisselerin aşırı değerlenmiş olması geliyor. Birleşmeler sırasında, nakit para değil, aşırı değerlenmiş hisseler el değiştiriyor. Diğer yandan, her bir birleşme ya da “evlilik”, ilgili şirketlerin hisselerinin daha fazla değer kazanmasını sağlayarak yeni birleşmelerin yolunu açıyor.

Bugüne dek yaşanan birleşmelerin üçte ikisinin başarısızlıkla sonuçlanması, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü her bir birleşme, yalnızca yatırım bankalarının değil, aynı zamanda birleşen şirketlerin üst düzey yöneticilerinin büyük paralar kazanmasını sağlıyor. Şirket sahipleri, yani hissedarlar açısından bakıldığında ise, birleşme haberlerinin ardından borsada sağlanan yüksek kazançlar, gelecekteki kaybetme olasılığını önemsizleştiriyor.

Bu arada, şirket birleşmelerinin büyük bir çoğunluğunun aynı ülkenin şirketleri arasında gerçekleştiğini vurgulamakta yarar var. Sınır ötesi birleşmelerin toplamdaki payı yüzde 25’i geçmiyor. Diğer yandan, sınır ötesi birleşmeler de, büyük çoğunlukla, bir gelişkin kapitalist ülkenin şirketinin bir diğerininkini yutması biçimini alıyor. Dev şirketler kendi ülkelerinin devletleri üzerinde giderek daha büyük bir ağırlık oluştururken, uluslararası sömürü mekanizmalarını da yine kendi devletleri aracılığıyla biçimlendirme mücadelesi veriyor.

Kuşkusuz, sermayenin yeniden yapılanma süreci, tüm ülkelerde eşzamanlı olarak yaşanmak zorunda değil. Aksine, tam da bunalım dönemlerinde eşitsiz gelişmenin önem kazanması beklenir. Ve olasılıklardan biri, belirli bir dönemin sermaye yapılanmasını en iyi temsil eden hegemon gücün, yeni sermaye yapılanmasını temsil eden bir diğer güç tarafından alt edilmesidir.

Nitekim, Almanya ve Japonya’nın ABD hegemonyasına son vermek üzere olduğuna ilişkin iddialar ‘80’li yıllarda bir hayli popülerlik kazanmıştı. İleri sürülen tezler arasında, ABD, Almanya ve Japonya’nın farklı kapitalizm modellerine sahip olduğu ve mücadelenin aynı zamanda bu modeller arasında yaşandığı da bulunuyordu. Kapitalizme Karşı Kapitalizm’in yazarı Michel Albert şunları söylüyordu:

“Komünizmin çöküşü iki kapitalizm arasındaki karşıtlığı gün ışığına çıkartıyor. Bunlardan biri olan ‘Yeni Amerikan’ kapitalizmi, bireysel başarı ve kısa vadeli mali kazanç üzerine bina edilmiştir. Diğeri, ‘Renli’ olan, Almanya merkezlidir ve Japon örneği gibi, toplumsal başarıya, oydaşmaya, uzun vade kaygısına değer verir. ... Olaylara biraz mesafeli ve yukarıdan bakıldığında, yeni ideolojik mücadelenin birinci devresinde artık komünizmle kapitalizmin değil, fakat Yeni Amerikan kapitalizmiyle Renli kapitalizmin karşı karşıya geleceği görülecektir.”[49]

Immanuel Wallerstein ise, bu mücadelenin sonucunu önceden ilan ediyordu:

“Beş on yıla kadar, yeni mevkilerde yoğunlaşmış, yani tekelleşmiş önde gelen ürünlere dayalı, yeni bir Kondratieff A safhasına gireceğiz. Japonya, bu mevkilerin en başında gelmektedir; Batı Avrupa ikincisi, ABD üçüncüdür (ancak bu üçüncülük açık arayla olabilir).”[50]

Wallerstein bu satırları 1994 yılında yazmıştı. Aradan geçen altı yıl içinde dünya kapitalizmi yeni bir “Kondratieff A” aşamasına, yani yeni bir büyüme dönemine giremedi. Ama ABD hegemonyasının son bulmak üzere olduğu iddiası gibi “üç kutuplu dünya” tezleri de ciddi bir prestij yitimine uğradı. Bugün yapılan sıralamalarda, ABD açık arayla birinci sıraya, Japonya ise son sıraya yerleştiriliyor.

Ne Federal Almanya ne de Japonya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gösterdikleri hızlı gelişmeyi, farklı bir sermaye yapılanmasına sahip olmalarına borçluydu. Bu ülkelerin hızlı büyüme dönemlerinde öne çıkan sektörler (otomotiv, elektrikli aletler, demir-çelik, kimya, elektronik, makine yapımı vb.), ABD ekonomisinin en önemli sektörlerinden farklı değildi. Gerçi her iki ülke de, bu sektörlerin en azından bazılarında daha yüksek emek üretkenliklerine ulaşmayı başardı. ABD hegemonyasının sarsılmakta olduğuna ilişkin iddiaların ardında bu başarıları da vardı. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyüme döneminde başı çeken sektörler, kâr oranlarının düşmesi eğiliminden de en fazla etkilenen sektörler oldu.

ABD ekonomisi, ‘70’li yıllarda, kâr oranlarının düşmesi eğiliminin sonuçlarını Federal Almanya ve Japonya’ya oranla daha hızlı ve daha şiddetli şekilde yaşadı. Bu sonuçlar arasında, kâr oranlarındaki düşüşü sınırlandırmak için ücretleri geriletmeye ve bu arada mali sermayeyi hızla büyütmeye dayalı politikaların öncelikle ABD’de uygulanması da bulunuyordu. Neo-liberal politikalar, Federal Almanya ve Japonya’dan çok önce, ABD’de ve en yakın müttefiki olmanın yanı sıra ekonomik açıdan da ABD’ye daha yakın durumdaki İngiltere’de hayata geçirildi.

Federal Almanya ve Japonya büyümeye devam ederken ABD ekonomisinin ciddi sıkıntılar yaşamaya başlaması ve alınan “önlem”lerin yalnızca ücretlerin gerilemesine değil ama aynı zamanda işsizliğin artmasına yol açması, “hegemonya bunalımı” tezinin de güçlenmesine yol açtı.

Aradan geçen süre içinde, Ren kapitalizminin “sosyal” cephesinden söz edenlerin sayısı bir hayli azaldı. Çünkü Almanya, bir miktar gecikmeyle de olsa. Reagan ve Thatcher’ın açtığı yoldan ilerlemeye başladı. ‘90’lı yıllarda Almanya’da da sosyal haklar kısıtlanıyor, taşeronlaştırma uygulamaları yaygınlaştırılıyor ve kamu hizmetleri sınırlandırılıyor. Sosyal demokrat partinin başkanı ve Maliye Bakanı Lafontaine’in her iki görevinden de Alman sermayedarlarının baskısı sonucu istifa etmesi, “sosyal devlet”in tümüyle tasfiye edileceğini gösteren son örneklerden biriydi.

ABD şirketleri yoğun devlet desteğiyle bilgisayar, iletişim ve biyoteknoloji gibi sektörlerde hızla egemenlik kurarken, Japonya gibi Almanya da bu sektörlerde fazlasıyla geride kaldı. Üstelik teknolojik gelişmenin başını çeken ABD, İnternet’te, bilgisayar, telekomünikasyon ve medya sektörlerinde ve biyoteknoloji alanında kendi kurallarını koyma olanağına kavuştu.

ABD’nin yeni sektörlerdeki başarısı, otomotiv, petrol, kimya, ilaç vb. sektörlerde geri kalmasına da yol açmadı. Bugün dünyanın en büyük otomotiv ve petrol şirketleri hâlâ ABD’nin. Asıl önemlisi, bu ülkenin “yeni ekonomi”de üstünlük kurma hedefi ile mevcut sermaye yapılanmasını koruma hedefi, çelişik olmaktan çok, birbirlerini tamamlıyor.

Dolayısıyla, yukarıda dile getirilmiş olanı yinelemek mümkün: Dışsal kimi etkenler eldeki tablonun köklü bir şekilde değişmesine yol açmadığı sürece, bunalımın aşılması muhtemel görünmüyor. Bu tablo belki de yalnızca, dünya ölçeğindeki bir savaşın yaratacağı fiziksel tahribat sonucu değişebilir.

En azından kısa vade için, emperyalist ülkeler arasındaki gerilimlerin bir dünya savaşına yol açabilecek büyüklükte olmadığı ortada.

Bir dünya sistemi olarak kapitalizmin hâlâ ayakta kalacağı varsayımıyla, uzun vadede gerçekleşebilecek bir dünya savaşı ise, eğer bu savaş aynı zamanda bir devrim dalgasının yaratıcısı olamazsa, Kesim I’de yarattığı yıkım ölçüsünde, yeni bir büyüme dönemine girilmesini sağlayabilir.

Ancak, olası bir Üçüncü Dünya Savaşının, öncesinde ortaya çıkacak bir devrim dalgasına emperyalistlerin vereceği karşılık olması ihtimali küçümsenemez. Böylesi bir durumda savaş, dünya devrimine giden yoldaki son engel olabilir.


Hangi strateji?

Yerine neyin konacağı konusundaki görüşlerin tüm farklılığına karşın, mevcut “sistem”in ömrünü doldurduğuna ve güncel bunalımını aşamayacağına ilişkin kanaat bir hayli yaygın. Sözgelimi “bestseller” yazarı Alvin Toffler, insanlığın üçüncü değişiklikler dalgasını yaşadığını iddia ediyor. Toffler’a göre, 1650-1750 yıllarından 1955’e kadar süren ikinci dalganın ayırt edici niteliklerinden biri, piyasa ilişkileri aracılığıyla üretim ile tüketimi birbirinden ayırmasıydı. 1955 yılında başlayan, ama henüz ikinci dalgayı alt edemeyen üçüncü dalganın üste çıktığı noktada ise piyasa ilişkileri son bulacak.

Samir Amin daha sol kavramlarla konuşuyor:

“Burada sunulan tez, bu krizin, her ikisi de sistem içi krizin biçimleri olacak bir geçici durgunluk ya da hatta uzun bir yapısal durgunluk değil, tamamıyla kapitalizmin bir krizi olduğudur. Dahası, en temel özelliği olan ekonomik yabancılaşma göz önüne alındığında, bir sistem krizidir. Başka bir deyişle, kapitalizm, aşılması için gereken nesnel koşullan yarattığı kritik bir aşamaya ulaşmıştır.”[51]

Immanuel Wallerstein ise, daha popüler kavramları kullanarak, kapitalist sistemin bir “kaos”a doğru sürüklendiğini savunuyor:

“Fakat sistemler, döngüsel ritmlerin yanı sıra uzun vadeli eğilimler de taşırlar ve bu uzun vadeli eğilimler daima (her sistemde var olan) çelişkileri şiddetlendirir. Sonra çelişkilerin gittikçe büyüyen dalgalanmalara yol açacak denli keskinleştiği bir noktaya gelinir.”[52]

Daha “temkinli” bir dil kullanan Hobsbawm bile, içinde bulunduğumuz krizin sıradan olmadığını düşünüyor:

“Gelecek geçmişin bir devamı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına ulaştığımızı gösteren belirtiler var.”[53]

Bu değerlendirmelerin tümünde “temenni” boyutu bir hayli güçlü. Ne de olsa bugünün dünyasından hoşnut olmak kolay değil!

Ancak aynı yazarlar, sıra “son kriz” saptamasından siyasal sonuçlar çıkarmaya geldiğinde, Hobsbawm dışında, anlamsızlıklar üretmeye başlıyor. Hobsbawm’ın ayrıcalığı ise, siyasal sonuçlar çıkarmaya hiç kalkışmamasından kaynaklanıyor.

Toffler, üretim ile tüketim arasındaki kopukluğu gidermenin yolu olarak, insanların kendi ihtiyaç duydukları şeyleri üretmesini, yani insanlığın bir miktar geri adım atmasını öneriyor: “Ne yazık ki, İkinci Dalga propagandası dünyanın en uzak köşesinde oturan en yoksul insanlara bile kendi ürettiklerinin fabrika işi sıra malından daha kötü olacağı inancını yaymıştır.”[54] Öyle ya, bu insanlar “dünyanın en uzak köşesinde”ki yoksul yaşamlarını mutluluk içinde sürdürseler, çevre sorunları da hafifleyebilirdi! Toffler’ın okuma-yazmanın gereksizliğine, tek başına okumayı öğrenmenin yeterli olabileceğine ve “sözlü kültür”e dönülebileceğine ilişkin değerlendirmelerinde tutarsızlık aramak boşuna...

“Çevre sağlığı birliği”, “sağlık birliği”, “yaşlılara yardım birliği” gibi örgütlerin hem çalışanlara, hem de topluma yararlı olabileceğini söyleyen Toffler, tam da “sivil toplum örgütleri”nin doldurmaya çalıştığı boşluğa işaret ediyor. Bunalım koşullarında devletin toplumsal harcamaları kısılırken, ortaya çıkan boşluğun çok küçük bir bölümünü dolduran bu örgütler, “devlet elini çeksin”cilikleriyle de, sermayenin saldırılarını meşrulaştırma görevini üstleniyor.

Alvin Toffler’ın aynı anda hem yerelci hem de küreselci olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Ama bu konuda sözü Wallerstein’a bırakmak daha doğru olacaktır:

“Dünyada bugün yaşanmakta olan geçiş döneminde, hem yerel düzeyde hem de dünya düzeyinde çalışmak etkilidir; ancak artık ulusal devlet düzeyinde çalışmak sınırlı bir yarara sahiptir. Çok kısa vadeli ya da uzun vadeli hedefler izlemek yararlıdır, ama orta vade süregiden, iyi işleyen bir tarihsel sistemi varsaydığından, etkisiz hale gelmiştir. Önümüzdeki dönemin bu denli karışık görünmesinin nedeni, zorunlu olarak buna özgü ve tesadüfi taktiklere sahip olan bu tür bir stratejinin yerine getirilmesinin basit olmamasıdır.”[55]

Wallerstein, son derece yararlı bir iş yaparak, liberal solun siyaset kavrayışını özlü bir şekilde dile getirmiş: Ulusal ölçeğe ve orta vadeye, yani iktidar hedefiyle yürütülecek sınıf mücadelesine hayır! Başka her şey serbest...

Ama hakkını teslim etmeli; bu işin kolay olmadığını Wallerstein da kabul ediyor:

“Mevcut dünya düzeninin dışında bırakılanların tümüne düşen tüm cephelerde birden ilerlemektir. Bundan böyle devlet iktidarını odak almak gibi basit bir hedefleri yok. Yapmaları gereken iş çok daha karmaşık bir şey: Aynı anda hem yerel, hem de küresel düzeylerde hareket etmek suretiyle yeni bir tarihsel sistemin yaratılmasını sağlamak.”[56]

Daha özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, boşa kürek çekmek! Neyse ki artık stratejik hedefler tarif edilirken işçi sınıfına özne olma rolü yüklenmiyor. Bunun yerine, “mevcut dünya düzeninin dışında bırakılanlar”dan, yani “öteki”lerden söz ediliyor. Ya bir de bu tür fikirleri doğrudan işçi sınıfına aşılamaya çalışsalardı?

Kanada’nın Ottowa Irmağı’nın yukarı kesimlerinde konuşulan Algonkin dilinin yok olmaması ya da Adıyaman’ın Besni ilçesinden Artvin’e göç etmiş insanların kendi kültürlerini koruyabilmesi için mücadele edebilir, hatta İnternet aracılığıyla bu konularda küresel bir dayanışma geliştirebilirsiniz. Üstelik böylece, yalnızca yerelcilik ve küreselciliği bütünleştirmekle kalmaz, bunlara bir de “çokkültürlülük”ü eklemiş olursunuz.

Kimileri, böylesi bir “mücadele” anlayışını benimserken, “parti” formundan vazgeçmemeye çalışıyor. Wallerstein ise, partili mücadeleyi dışlarken çok daha tutarlı davranıyor. Gerçekten de, ulusal ölçek ve iktidar hedefi bir yana bırakıldığında, parti, gereksiz olmakla kalmaz, “bürokratik” bir engel haline gelir.

Liberalizmden Sonra’da her şeye rağmen somut bir “strateji” (“sisteme fazla yüklenme stratejisi”) geliştirmeye çalışan Wallerstein, sonraki çalışmalarında bundan vazgeçiyor. Doğru da yapıyor: Her somut strateji, anlamlı bir özne tarifini de gerekli kılar. Genel bir “dışlananlar” toplamını tek bir strateji ekseninde bir araya getirmekse, neredeyse tanım gereği olanaksızdır.

Çok daha iddialı olan Samir Amin’se, “Bir Alternatif İnsancıl Küreselleşme Projesi” öneriyor.[57] Amin’e göre, küresel silahsızlanma ilkesini örgütleyecek, gezegenin kaynaklarını “eşitsizliği en aza indirecek” şekilde dağıtacak, küresel ekonomiyi yöneten kurumlara ve bir dünya parlamentosuna sahip olacak bir “küresel siyasi sistem”in yaratılması gerekiyor. Bunun ilk adımı olarak “Üçüncü Dünya bölgeleri”nin oluşturulmasını öneren Amin’in “özne”si, “demokratik bir çerçeve içinde hareket eden ulusal ve halkçı güçler”. Peki bu güçler hangileri? “Sanayileşmiş çevrelerde”, yani emperyalist ülkelerde, “yeni işçi sınıfı”, yani köylüler ve “marjinalleşmiş kitleler” etrafında eklemlenecek olan ittifaklar. Amin, “sanayileşmemiş” ülkelerdeki müttefikleri ise anmıyor. Ama mevcut devletleri temel alan bölgeselleşme önerisinden hareketle, bu ülkelerin birer bütün olarak müttefik sayıldıklarını düşünebiliriz.

Amin’in bir de uyarısı var:

“Söylemeye gerek yok ki, yeniden inşanın bu ilk evresinde önem taşıyan kamu iktidarının acilen ele geçirilmesi değildir.”[58]

Gerçekten de söylemesine gerek yoktu...

Samir Amin, Kapitalizmin Hayaleti’nde ise, Toffler gibi, “daha en baştan ve dünyanın tüm bölgelerinde ticari olmayan toplumsal etkinliklerin genişletilmesi temeline oturan” stratejilerin geliştirilmesini öneriyor.

Hobsbawm, Toffler, Wallerstein ve Amin’i (ve bugün kendilerini solda kabul eden daha pek çoklarını) birleştiren noktalardan belki de en önemlisi, reel sosyalizm deneyimine ve uluslararası komünist hareketin bugüne dek geliştirdiği neredeyse tüm mücadele araç ve yöntemlerine küfretmeleri. En başta da partiyle yürütülen iktidar mücadelesine...

Böylesi bir ortak noktaya sahip olmaları ile “stratejik” önerilerinin zayıflığı (ve yer yer saçmalığı) arasında herhangi bir ilişkinin bulunmaması mümkün mü?

On yıldan uzun süredir “yeni bir mücadele stratejisi lazım” diye kafa ütüleyenler, bugüne dek, yukarıda aktarılanların pek fazla ötesine geçemedi.

Ama bu arada “pratik” ilerlemeler kaydedildi. Sivil toplumculuğun yanı sıra “küresel direniş” çizgisi de alıp başım yürüdü. Sorulması gereken şu: Nereye?

“Küresel direniş”çilerin büyük bir çoğunluğu, haklı olarak, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların kapatılmasını istiyor. Ama bugünün dünyasında böylesi bir adım, yalnızca, emperyalist ülkelerin az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelere yönelik doğrudan müdahalelerinin daha fazla önem kazanmasına yol açacaktır. Nitekim, IMF’nin işlevleri, bir süredir, bizzat ABD yönetimi tarafından da sorgulanıyor: Bu kuruluşu devre dışı bırakarak ipleri ele almak üzere... Tek tek her bir emperyalist ülkenin kendi çok daha somut çıkarları doğrultusunda gerçekleştireceği müdahalelerin daha “yumuşak” olması mümkün mü?

Benzeri bir durum, “sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi” türünden talepler için de geçerli. Bugünün dünyasında böylesi bir adım, yalnızca kredi faizlerinin yükseltilmesine yol açacaktır.

Tek tek kapitalist ülkeleri emperyalist-kapitalist bağımlılık zincirlerinden kurtarmadıkça, emperyalizmin kimi kurumlarının değiştirilmesi ya da kaldırılması, mevcut bağımlılık ilişkilerinin farklı kurumlar aracılığıyla yeniden üretilmesinden başka hiçbir sonuç doğurmayacaktır.

Öyleyse uluslararası düzeyde yürütülecek her tür mücadele anlamsız mı?

Elbette değil. Ama örneğin, toplumsal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri ve özelde Vietnam direnişi olmasaydı, 1968 hareketinin siyasal ve toplumsal anlamının son derece sınırlı kalacağını unutmadan...

Peki solun stratejik yeniliklere hiç mi ihtiyacı yok?

Öncelikle ve olanca açıklığıyla söylenmesi gereken, uluslararası ölçek söz konusu olduğunda, yeni bir strateji geliştirmenin nesnel koşullarının hiç de olgun olmadığıdır. Eğer “küreselleşmeci” olunmayacaksa ve eğer tek başına hayal kurmakla yetinilmeyecekse, dayanışmacılığın ötesine geçen somut ve anlamlı siyasal hedefler saptayabilmek için, bunları hayata geçirebilecek güçleri de tarif etmek gerekir. Komünistlere düşen, bugün de, öncelikle kendi ülkelerinde devrim yapma mücadelesine konsantre olmalarıdır.
Tek tek ülkelerdeki devrim mücadelelerinde ne tür stratejik yeniliklere ihtiyaç duyulduğu ise, aslen, bu yazının konusu dışında kalıyor. Somut devrim süreçlerini çözümlemek ve strateji belirlemek, tek başına uluslararası dinamiklerden hareketle yapılabilecek işler değildir. Bir dünya sistemi olarak kapitalist sistemin çelişkilerinin tek tek yerelliklerde ne tür şekillerde somutlanacağı, ne tür siyasal ve ideolojik kriz dinamikleri üreteceği ve bunlarla bağlantılı olarak iktidarın yolunun ne şekilde açılabileceği, ancak tek tek ülkelerin komünist hareketlerinin yanıtlayabileceği sorulardır.

Ama bu yazının konusu dışına çok fazla çıkmadan ve “yepyeni” tezler ileri sürme çabasına girişmeden de söylenebilecek olanlar var.

Birincisi, kıtlığı ortadan kaldırmanın nesnel koşullarının olgunlaştığı ve kapitalizmin, üretici güçlerin gelişiminin önündeki temel engel haline geldiği bugün, ulusal ölçekli mücadelelerin anti-kapitalist niteliği çok daha fazla öne çıkarılabilir ve çıkarılmalıdır.

İkincisi, yine aynı nedenle ve dünya kapitalizminin içinde bulunduğu bunalım da hesaba katılarak, ulusal ölçekli sınıf mücadelelerinin yüzü “Batı”ya, yani gelişkin kapitalist ülkelere daha fazla dönmelidir. Tek tek ülkelerin devrim sürecine girmesi ve bazılarının kapitalist sistemden koparılması, tam da bugünkü bunalım koşullarında, emperyalist ülkeler açısından çok daha sarsıcı sonuçlar doğurmaya adaydır.

“Kapitalizm tüm dinamit yığınını emperyalist metropollerde toplamaktadır. Ve bu dinamitler tutuştuğunda uluslararası sermayenin geçen sefer olduğu gibi kaçabileceği ‘güvenli’ limanlar olmayacaktır. Sözgelimi, zaten aşırı derecede şişkinleşmiş olan uluslararası sermaye birikimi, son krizin ardından emperyalist metropollerde yoğunlaşmıştır. Emperyalist metropollerdeki mali bir kriz, dünya ölçeğinde bir sarsıntıya yol açabilecektir.”[59]

Ve bugünkü koşullarda, tek tek kimi kapitalist ülkelerin emperyalist-kapitalist zincirden koparılması, dünya ölçeğinde sarsıcı sonuçlar doğurabilecek olan böylesi bir krize kaynaklık edebilir. Önümüzdeki dönemde, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin gelişimi ile dünya kapitalizminin kriz dinamiklerinin birbirlerini besledikleri bir sürece girilmesi son derece muhtemeldir ve bunun bir olasılık olmaktan çıkması yalnızca nesnel koşullara bağlı değildir.

İkincisiyle de bağlantılı olarak üçüncüsü, sosyalizm, toplumların en fazla ezilen katmanlarının sözcülüğünü yapmanın ötesinde, ideolojik ve siyasal ağırlıkları bulunan ve yeni bir düzen kurmanın olanaklılığını kavramanın ötesinde temsil edebilecek yarı aydın kesimleri sınıf mücadelesine kazanma mücadelesi vermelidir. Bu kesimler üzerinde bir ideolojik belirleyicilik sahibi olmadan, geleceği temsil etme iddiasının altını doldurmak mümkün olmayacaktır.

Dördüncüsü, bunalım koşullarında ayakta kalabilmek için işçi sınıfını geriletmek dışında hiçbir şansı bulunmayan sermaye sahiplerinin bu konuda elde ettikleri başarıların ardında, başta sendikalar olmak üzere kapitalizmin egemenliğini veri kabul eden kurumların ve mücadele tarzlarının işçi sınıfı üzerindeki etkisinin kritik bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Bugün, herhalde tüm kapitalist ülkelerin ve özelde de zayıf halka adayı ülkelerin komünist hareketleri, işçi sınıfını yeniden örgütleme, “yeni bir sınıf hareketi yaratma” göreviyle karşı karşıyadır.

Dünya kapitalizminin son devrim çağında, kritik sorulardan biri, bu çağın ne kadar sürebileceğidir.

Bu soruyu nesnel dinamiklerden hareketle yanıtlama çabası anlamsız. Yapılması gereken, bu süreyi azaltmaya dönük öznel müdahaleleri gerçekleştirmek.

Son devrim çağında olduğumuzu ve artık gecikmelerin devrim dinamiklerinin daha da olgunlaşmasından çok, insanlığın gereksiz yere daha büyük acılar çekmesine yol açacağını bilerek...


Marksist teori dergisi Gelenek’in Ekim 2000 tarihli 63. sayısında Dünya Armağan imzasıyla yayımlanan bu yazıda yalnızca biçimsel düzeltmeler yaptım.




[1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, Eylül 1976; s. 25.
[2] a.g.y., s. 26.
[3] D. Begg, S. Fischer, R. Dornbusch, Economics, 5Rev Ed, McGraw-Hill Company Europe, England 1997.
[4] a.g.y., s. 518.
[5] Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, çev: Tayfun Ertan, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986.
[6] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, çev: Erol Öz, Metis Yayınları, İstanbul 1998, s. 44-45.
[7] P. Hirst, G. Thomson, Küresellesme Sorgulaniyor, çev: Çağla Erdem, Elif Yücel, Dost Kitabevi, Ankara 1998; s. 9.
[8] a.g.y., s. 103.
[9] Karl Marx, Kapital, İkinci Cilt, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara 1979, s. 435.
[10] Paul A. Baran, Paul M. Sweezy, Tekelci Kapitalizm, Doğan Yayınevi, Ankara, Mayıs 1970, s. 132.
[11] a.g.y., s. 132.
[12] Samir Amin, Kapitalizmin Hayaleti - Günümüzün Entelektüel Modalarının Bir Eleştirisi, çev: Cengiz Algan, Sarmal Yayınları, İstanbul, Ekim 1999.
[13] Ernest Mandel, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, çev: Yavuz Alogan, Koral Yayınları, İstanbul, tarihsiz.
[14] a.g.y., s. 192-193.
[15] Maurice Dobb, Kapitalizmin Dünü ve Bugünü, çev: Feyza Kantur, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1999, s. 60-61.
[16] a.g.y., s. 61.
[17] a.g.y., s. 62.
[18] a.g.y., s. 63-64.
[19] Marx Karl, Kapital, İkinci Cilt, a.g.y., s. 540-541.
[20] Rosa Luxemburg, a.g.y., s. 96-97.
[21] a.g.y., s. 100.
[22] Paul Sweezy, Kapitalizm Nereye Gidiyor, çev: Arslan Başer Kafaoğlu, Ağaoğlu Yayınevi, 1970, s. 275-76.
[23] Ernest Mandel, “Kapitalizmin Tarihinde Uzun Dalgalar”, N. Satlıgan, S. Savran (derleyenler), Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, Alan Yayıncılık, İstanbul, Şubat 1988, s. 99.
[24] Maurice Dobb, a.g.y., s. 70.
[25] a.g.y., s. 71.
[26] a.g.y., s. 62-63.
[27] Karl Marx, Artı Değer Teorileri, İkinci Kitap, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Birinci Baskı, Ankara, 1999, s. 496.
[28] The Economist, February 20th-26th 1999, s. 19.
[29] a.g.y., s. 25.
[30] F. F. Clairmont, “Riesenspielzeug Weltwirtschaft”, Le Monde Diplomatique (Almanca baskı), 17.12.1999.
[31] P. Bullock, D. Yaffe, “Enflasyon, Bunalım ve Savaş Sonrası Genişleme”, N. Satlıgan, S. Savran (derleyenler), a.g.y., s. 272.
[32] a.g.y., s.278.
[33] a.g.y., s. 279.
[34] N. İ. Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, çev: Dr. Gülsüm Akalın, Dr. Uğur S. Akalın, Spartaküs Yayınları, İstanbul, Ekim 1996.
[35] Satoshi Ikeda, “Dünya Üretimi”, T. K. Hopkins, I. Wallerstein, Geçiş Çağı içinde, çev: Nuri Ersoy vd., Avesta Yayınları, İstanbul, 2000, s. 122.
[36] Maurice Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, çev: F. Akar, Belge Yayınları, İstanbul, Ocak 1992, s. 313.
[37] F.F. Clairmont, “Endlose Profite, endliche Welt”, Le Monde Diplomatique (Almanca baskı), 11.4.1997.
[38] Karl Marx, Ekonomi..., a.g.y., s. 26.
[39] Maurice Dobb, a.g.y., s. 305.
[40] a.g.y., s. 309.
[41] Fortune, August 2, 1999.
[42] The Economist, January 30th-February 5th 1999.
[43] The Economist, February 26th-March 3rd 2000.
[44] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, 1986, s. 497.
[45] Maurice Dobb, a.g.y., s. 314.
[46] The Economist, January 9th-15th 1999.
[47] Der Spiegel, 13.3.2000
[48] a.g.y.
[49] Michel Albert, Kapitalizme Karşı Kapitalizm, çev: Cemil Oktay, Hüsnü Dilli, Afa Yayınları, İstanbul, 1992, s. 29.
[50] Immanuel Wallerstein, a.g.y., s. 36.
[51] Samir Amin, a.g.y., s. 113.
[52] Immanuel Wallerstein, a.g.y., s. 35.
[53] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, çev: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1996, s. 666.
[54] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, çev: Ali Seden, Altın Kitaplar, 3. Basım, İstanbul, Eylül 1996, s. 398.
[55] Immanuel Wallerstein, a.g.y., s. 14-15.
[56] a.g.y., s. 15.
[57] Samir Amin, Küreselleşme Çağında Kapitalizm, çev: Vasıf Erenus, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Nisan 1999.
[58] a.g.y., s. 200.
[59] “Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi”, SİP Konferans - Mart 2000, Gelenek, 62, Mayıs 2000; s. 6.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder