1 Mart 2012 Perşembe

11 Eylül'den sosyalist devrime

(İlk olarak Mart 2002’de yayımlandı.)


Sosyalist devrimcilik, bugünün dünyasında, yalnızca farklı devrim stratejileri arasında en “ileri” olanı savunmak anlamına gelmiyor. Sosyalist devrim perspektifi, güncel gelişmeleri doğru yorumlamak ve doğru tavırlar alabilmek için de vazgeçilmez hale geldi. Bunu görmek için, 11 Eylül sonrasında yazılıp çizilenlere bakmak bile yeterli olabiliyor.

Dünya ölçeğindeki tüm diğer “sarsıcı” olaylar gibi 11 Eylül de, farklı siyasal ve ideolojik yönelimlerin kristalize olmasını sağladı. Gerek “sıcağı sıcağına” yapılan yorumlar, gerekse 11 Eylül sonrasındaki gelişmelere gösterilen tepkiler, sosyalist devrimci olmayan bakış açılarının körleştirici etkilerini fazlasıyla somutladı.

“Üçüncü Dünya Savaşı”nın başlamış olduğu türünden aceleci saptamaları bir yana bırakalım ve Marksizm hakkında “yeni düşünceler” ileri sürdüğü iddiasıyla ortaya çıkan bir yazara kulak verelim:

“Dileriz ki Amerika, ‘Suçlular en kısa vakitte cezalandırılacaktır’ deyip tek başına hesap sorma yoluna sapmaz ve terör kanserine karşı uluslararası bir işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmede rol alır.”[1]

Bugünün dünyasında, ABD’nin de katkılarıyla güçlendirilecek bir “uluslararası işbirliği ve dayanışma”nın ne anlama geleceği açık değil mi? Emekçiler ya da ezilenler adına, emperyalist ve kapitalist ülkelerin iktidarlarına, kendi aralarındaki “işbirliği ve dayanışma”yı güçlendirme çağrısı yapmaktan daha anlamsız bir politika olabilir mi?

11 Eylül’ün iktidar perspektifine sahip olmayanların çoğunda yarattığı temel duygu korku oldu. Hem “terör” korkusu, hem de ABD’nin dünya ölçeğindeki saldırganlığının artacak oluşundan duyulan korku. Bunun son derece anlaşılır, “insani” yanları var elbette. Ama korku, hem körleştirir hem de teslimiyetçiliği güçlendirir. Nitekim ABD de, her iki korkuyu büyütmek için özel bir çaba harcadı.

Kimileri, ABD Başkanı Bush’un “Haçlı Seferi”nden söz etmesinin bir dil sürçmesi ya da gaf olduğu açıklamasına kolayca inandı. Daha doğrusu, inanmak istedi. Oysa, her bir cümle ve sözcüğü danışmanları tarafından özenle seçilen bir başkanın böylesi bir hata yapması ihtimal dışıydı. “Haçlı Seferi” benzetmesi, bir yandan korkuları beslemeye, diğer yandan da dünya ölçeğindeki temel çelişkiyi tarif etmeye yönelikti...


“Medeniyetler Çatışması” ya da yeniden ısıtılan Doğu-Batı tartışmaları

“... bu karışıklıkta zarlar hilelidir: Batı her zaman kazanacaktır,
diğerleri de her zaman yenilecektir. İşte bu yüzden
diğerlerinin kültürelci seçenekleri, yalnızca tolere edilmez,
aynı zamanda cesaretlendirilir.”[2]

Samuel P. Huntington’ın 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı makalesinin tek amacı, ABD’ye ya da daha genel olarak emperyalist ülkelere yeni bir “global strateji” önermek değildi. En az bunun kadar önemli olan bir diğer amaç, her türden muhalif hareket için bir zemin tarifi yapmaktı. Kuzey-Güney çelişkisine ilişkin tezler gibi Medeniyetler Çatışması tezi de, önemsendiği oranda, muhalif dinamikleri sınıfsal çelişkilerden ve iktidar perspektifinden uzak tutmak gibi bir işleve sahipti.

Huntington şunları söylüyordu:

“Medeniyet kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde ehemmiyet kazanacak ve dünya büyük ölçüde, belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Bunların içine, Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri giriyor. Geleceğin en mühim mücadeleleri, bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca meydana gelecektir.”[3]

Bu kadar çok sayıda medeniyetin tarif edilmiş olması elbette bir sorundu. Huntington, sadeleştirme ihtiyacını şu şekilde giderdi:

“Kültür ve güç sebebiyle Batı’ya katılmak istemeyen, katılamayan ülkeler, kendi ekonomik, askeri ve siyasi kudretlerini geliştirerek Batı’yla rekabete giriyorlar. Bunu dahili inkışaflarını ilerletmek ve Batılı olmayan diğer ülkelerle işbirliği etmek suretiyle yapıyorlar. Bu işbirliğinin en göze çarpan şekli, Batılı menfaatler, değerler ve iktidara meydan okumak için doğmuş bulunan Konfüçyen İslami yakınlıktır.”[4]

Huntington’a göre, “Batılı olmayan medeniyetler, Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır” ve “Bu ülkeler aynı zamanda, bu modernliği geleneksel kültür ve değerleriyle telif etmeye çalışacaklardır.”[5]

11 Eylül sonrasında neredeyse aynı tezi “sol” adına gündeme getirerek “Asya Kalesi”nden söz edenlerin varlığını anımsamamak elde mi?

11 Eylül, emperyalistler açısından, “İslam”ın ya da “Doğu”nun ciddi bir “tehdit” (ya da en büyük tehdit) olarak tarif edilmesini kolaylaştırdı. Medeniyetler Çatışması tezi, 11 Eylül’le birlikte, daha bir güç kazanmış oldu.

Bir yanda “İslami terör”, diğer yanda ise modernliği yalnızca iktisadi ve askeri olarak değil, kültürel olarak da temsil eden “Batı”. Hangisini tercih edersiniz?

Eski bir solcu, Fred Halliday, böylesi bir ikilem karşısında ABD emperyalizmini meşrulaştırmaya çalışıyor:

“ABD, insanlık tarihindeki en müreffeh ülke. Belki de dünyanın yarısının gidip yaşamak istediği yer. Müzikten tıbba kadar birçok alanda herkesin önünde. Cinsellik ve göçmen politikasındaki geçmişi Avrupa’yı utandırır. Amerikan militarizmi ve saldırganlığına çuvalla laf edilir. Ancak, hiçbir ülkenin sicili ABD kadar ılımlı değil. II. Dünya Savaşı’na da, Bosna’ya da rızası hilafına sürüklendi. Bir de Amerikan saldırganlığına çatan (Almanya, İtalya ve Japonya bir yana) Asya ile Afrika’nın yarısını çiğnemiş Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin’e bakın.”[6]

Halliday, ABD’yi “dışa dönük” olmaya çağırıyor!

Dünya solunda “savaşa da teröre de hayır” çizgisinin bu denli güç kazanması da aynı korkunun ürünü değil miydi?

Söz konusu korkunun ardında, “İslami tehdit” hakkındaki abartılı değerlendirmeler vardı. Nitekim, 11 Eylül sonrasında, Afganistan’ın hiç de kolay bir hedef olmadığı ve ABD’nin bu ülkeye saldırması durumunda ikinci bir “Vietnam Sendromu” yaşayacağı sanısı bir hayli güçlüydü. Örneğin, Noam Chomsky, şu uyarıda bulunmuştu:

“Afganlara yapılacak bir saldırı çoğu analistin beklediği etkiyi yaratacaktır. Tam da onun [Usame Bin Ladin’in - EÖ] umduğu gibi, çok sayıda insan, onun saflarına katılacaktır. O öldürülse bile, pek bir şey fark etmeyecek. Sesi, İslam dünyasının dört bir yanına dağıtılan kasetlerden dinlenecek ve muhtemelen şehit muamelesi görüp başkalarına da ilham verecektir.”[7]

Benzer bir korku, Eric Hobsbawm’da da vardı:

“Teröristler, petrol bölgesinde yönetimi ele alabilecek bir yedek yönetici sınıf oluşturuyorlar. Bu açıdan bakıldığında, eylemleri, 21. yüzyıl savaşlarının bir başlangıcı olarak görülebilir.”[8]

Korku cephesinin sol kanadında yer alanlar, ABD’nin bir Frankestein yaratmış olduğunu düşünüyordu. Ama eğer ortada tüm insanlığı tehdit eden bir Frankestein varsa, bunu kimin yaratmış olduğu ikinci plana düşecektir.

ABD’nin Afganistan’a karşı yürüttüğü savaş, “İslami tehdit”in gücü hakkındaki abartılı değerlendirmeleri boşa çıkardı. En fazla kaygı uyandıran Pakistan’da bile, gerici hareketler, ciddiye alınabilir bir toplumsal muhalefet örgütleyemedi. “İslam medeniyeti”, İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırıları karşısında bile ciddi bir direnç oluşturamadı. “Radikal islami” ya da “fundamentalist” hareketler, yeni mevziler kazanmak bir yana, bir hayli geriletildi.

Böylece, Türkiye’nin burjuva medyasında iddia edildiği üzere, dünya ölçeğinde bir “28 Şubat süreci” mi başlamış oldu?

Birincisi, dinci gericiliğin dünya ölçeğindeki gücü, hiçbir zaman, Türkiye’deki gerici hareketin bir dönem kazanmış olduğu siyasal güçle karşılaştırılabilir düzeye ulaşmadı.

İkincisi, Ortadoğu’nun ve Asya’nın dinci gerici hareketleri, birleşik bir “radikal islami hareket” oluşturabilecek duruma hiçbir zaman gelmedi. Nitekim, ABD, geçmişte bizzat iktidara taşıdığı Taliban gericiliğine savaş açarken, Afganistan’daki diğer gerici hareketlerin ve hatta İran’ın desteğini almak konusunda herhangi bir zorlukla karşılaşmadı.

Emperyalizm, dinci gericiliği kullanmak konusunda, iki yüzyıllık bir deneyim birikimine sahiptir.[9] Diğer yandan, kimi dinci gericilerin kendileri hakkındaki yanılsamaları bir yana, gericilik, ne kapitalizme alternatif bir toplumsal düzen tasarımına sahiptir, ne de böylesi bir düzen tasarlama potansiyelini taşımaktadır. Özel mülkiyeti kutsamak konusundaki mutlak mutabakat, her türden gericiliği emperyalizme yalnızca “bağımlı” değil, ama aynı zamanda “mahkum” kılmaktadır.

Bu çerçevede bakıldığında, ABD yönetiminin 11 Eylül sonrasında “İslam”, “terör” ve “düşman” kavramlarını özdeşleştirmesi, basit bir “dar görüşlülük” örneği olarak değil, bir ideolojik saldırı olarak değerlendirilmelidir. Saldırıya uğrayan ve kendisini savunması gereken taraf, bir bütün olarak “İslam dünyası” ya da “İslam ülkeleri”dir. Bu durumda savunma da, kaçınılmaz olarak, “İslami kimlik” merkeze yerleştirilerek yapılacaktır.

Birikim yazarı Ruşen Çakır, tarif edilen görevi ne kadar iyi kavradığını şu şekilde gösteriyor:

“Henüz vakit geçmeden, İslam dünyası; dindarı, dinsizi, sağcısı, solcusu, Arabı Türkü Acemiyle kendi gerçeğiyle yüzleşmek ve kendisiyle hesaplaşmak durumundadır. Bu kaçınılmaz ve daha fazla ertelenemez bir zorunluluk. Hiç kuşkusuz bunu ABD ya da Batı istiyor diye yapacak durumda değiliz.”[10]

Hiç kuşkusuz! Zaten bu ülkede emperyalistlerin istediği her şey, onlar istediği için değil, bize çok lazım olduğu için yapılıyor!..

Dileyenler, bu saldırıları, tarif edilen karşı kutba geçerek göğüslemeye de çalışabilir. Yeter ki, “İslam dünyası” ufkunun ötesine geçilmesin!

Diğer taraftan, böylesi bir “kutuplaşma”ya muhalefet etme imkanları da mevcut: “Çokkültürlülük”, “hoşgörü”, “diyalog”, “çok-kimliklilik” vb. için mücadele ne güne duruyor? Üstelik, bu mücadelenin “gerçekçi” olduğunu, “hemen şimdi” kimi somut sonuçlar alma olanağını barındırdığını kanıtlamak için çok fazla çaba harcamak gerekmiyor. 12-13 Şubat tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)-AB Ortak Forumu, “medeniyetler buluşması”nın imkansız olmadığını göstermedi mi?

Bu konudaki sorumluluk elbette “sivil toplum örgütleri”ne düşüyor. Çok şükür, onlar da üzerlerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışıyorlar. Örneğin, Helsinki Yurttaşlar Derneği, 2000 yılının Mart ayında İstanbul’da “Daha Geniş Bir Avrupa: Modernleşme ve Çoğulculuk” başlıklı iki günlük bir toplantı düzenliyor. Avrupa Birliği Komisyonu’nun “desteğiyle” (yani verdiği paralarla) düzenlenen bu toplantıda sunulan bildiriler, yine Avrupa Birliği Komisyonu’nun “katkılarıyla” (yani verdiği paralarla) İletişim Yayınları tarafından basılıyor. Dernek Başkanı Nazan Aksoy, toplantının mana ve ehemmiyeti hakkında şunları söylüyor:

“Önümüzdeki dönemde Türkiye’de gerçek bir toplumsal barış ortamı oluşabilmesi için bu fikirlerin tartışılmaya başlamış olması çok önemliydi. Türkiye’deki farklı etnik ve dini kimlikleri temsil eden katılımcılar çokkültürlülük ve çoğulculuk konusunda geniş bir yelpazede yer alan görüşlerini bu toplantıda dile getirdiler.”[11]

Böylece, bir yandan farklı dinlerden yobazlar ve farklı etnik kimliklerden ırkçılar meşru/doğal muhataplar haline getirilirken, diğer yandan da insanların kendilerini etnik, dini (ya da belki cinsel) kimlikleriyle tarif etmeleri neredeyse bir zorunluluk halini alıyor. Yeter ki sınıfsal ve siyasal kimlikler bir yana bırakılsın!

Bu noktadan sonra, ABD emperyalizmini daha fazla “dışa dönük” olmaya çağıranlar, akılcılık ve ilericilik adına konuşma yüzsüzlüğünü gösterebilir hale geliyor:

“Birliktelik savaştan iyidir; fakat kültürlerin temel farklılığı ve meşruiyetini, dolayısıyla bunları yorumlayan din adamlarının meşruiyetini kabul ettiğiniz an kendinizi örümcek ağında buluverirsiniz.”[12]


Doğu birleşebilir mi?

“Şark, sırf sıradan on dokuzuncu yüzyıl Avrupalısının varsaydığı
tüm o basmakalıp biçimleriyle ‘Şarklılığı’ keşfedildiği için değil,
Şark’ın Şarklı kılınabilmesi -yani, Şarklı kılınmışlığa boyun eğmesi-
için de Şarklılaştırıldı.”[13]

Sorun yalnızca emperyalistlerin “İslam ülkeleri”ni kendilerine bağımlı kılmak için çok gelişkin “taktik” ve “komplo”lara başvurmaları değil. “Doğucu” yaklaşımların en sığ yanlarından biri, emperyalizmin ya da “Batı”nın “siyasi oyun”larını fazlaca öne çıkarmaları. Oysa önemli olan, kimilerinin oyun oynamaya çalışmasından çok, bu oyunların tutmasını sağlayan koşullar.

En geniş anlamıyla eşitsiz gelişme, insanlığın tüm bir tarihi boyunca gözlenebiliyor. Farklı uygarlıklar farklı tarihsel kesitlerde yükseliyor ve düşüyor. İnsanlığın ilerlemesini temsil eden “çığır açıcı” gelişmeler çok farklı coğrafyalarda yaşanabiliyor. Kimi ilerleme süreçleri, farklı coğrafyalarda birbirlerinden bağımsız olarak yinelenebiliyor. Ve farklı tarihsel kesitlerde farklı uygarlıklar “en ileri” sıfatını kazanabiliyor.

Aslına bakılırsa, kapitalizm öncesi dönemde, “ilerleme”den çok, “yükseliş” ve “düşüş”lerden söz ediliyor. İnsanlığın çok yavaş ilerlediği, her bir kuşağın en fazla bir ya da iki ciddi yenilikle karşılaştığı oldukça uzun bir tarih dilimi boyunca, “ilerleme” kavramına pek fazla başvurulmuyor.

Kapitalizmle birlikte, iki önemli tarihsel gelişme yaşandı. Birincisi, toplumsal ilerleme büyük bir hız kazandı ve kolaylıkla algılanabilir hale geldi. İkincisi, kapitalizm, giderek tek bir uluslararası pazar ve tek bir dünya tarihi yarattı:

“Burjuvazi, tüm üretim aletlerinin hızla iyileştirilmesi ve çok büyük ölçüde kolaylaştırılmış ulaşım aracılığıyla, en barbarları da dahil olmak üzere tüm ulusları uygarlığın içine çekiyor. Mallarının ucuzluğu, tüm Çin setlerini yerle bir eden, barbarların en inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorlayan ağır toplarıdır. Yok olmak istemeyen tüm ulusları burjuvazinin üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları uygarlık denen şeyi benimsemeye, yani burjuva olmaya zorluyor.”[14]

Tek bir uluslararası pazarın ve tek bir dünya tarihinin yaratılması, bir açıdan bakıldığında, hiç de “doğal” ya da “kendiliğinden” bir süreç olmadı. Batı Avrupa dışındaki coğrafyalar, bu sürece içsel dinamikleri aracılığıyla değil, “zorla” dahil edildi. Yalnızca iktisadi zorlama mekanizmaları aracılığıyla değil, aynı zamanda siyasi/askeri zor kullanımıyla. Söz konusu zorlamanın ardında da, kuşkusuz, kapitalizmin dünyanın geri kalanını “muasır medeniyet” seviyesine yükseltme azmi değil, dünya üzerindeki bütün kaynaklara el koyma hırsı bulunuyordu. Kapitalizmin Batı Avrupa’daki gelişiminde de, emperyalizme dönüşümünde de, uluslararası sömürü mekanizmaları merkezi bir rol oynamıştır.

İyi mi olmuştur, yoksa kötü mü?

Açıkçası, bugünden bakıldığında, bu soru çok fazla anlamlı değil. İyi ya da kötü, “böyle” olmuştur!

“Şarkiyatçılık” eleştirmeni Edward Said, başka pek çokları gibi, Marx’ın Hindistan sorunu üzerine yazdıklarından rahatsız. Marx, Hindistan’ı kan dökerek, mevcut toplumsal dokuyu parçalayarak ve insanları sefalete sürükleyerek sömürgeleştirmiş olan İngiltere’nin, aynı zamanda geri bir toplumsal yapıyı yıkarak Asya’nın kapitalistleşmesinin, yani ileri bir aşamaya geçişinin temellerini attığını vurgular. Said ise, Marx’ın bu yaklaşımının, “Şark’ı Şarklılaştırma” hedefine yönelik Şarkiyatçı girişime tam anlamıyla uygun olduğu kanısında:

“Burada doğrudan doğruya, on dokuzuncu yüzyıl başı düşünürlerinin pek çoğu gibi Şarkiyatçıların da insanlığı ya geniş ortak terimler ya da soyut genellemeler kullanarak düşündüklerini görmüş oluyoruz. Şarkiyatçılar bireyleri ele almakla ilgilenmezler; kaldı ki bunu yapabilecek durumda da değildirler; bunun yerine, kökleri belki de Herder’in popülizmine uzanan yapay varlıklar egemendir. Şarklılar, Asyalılar, Samiler, Müslümanlar, Araplar, Yahudiler, ırklar, zihniyetler, uluslar vb. vardır, bunların bazıları Renan’ın çalışmalarındaki gibi bilgisel işlemlerdir. Benzer biçimde ‘Avrupa’ ile ‘Asya’ ya da ‘Garp’ ile ‘Şark’ arasındaki yüzlerce yıllık ayrım, her olası insan çoğulluğu çeşitlemesini, kapsamları son derece geniş etiketlerin altına sokar, süreç içinde bu çoğulluğu bir ya da iki nihai, ortak soyutlamaya indirger. Marx da istisna değildir.”[15]

Eğer bu şekilde bakılırsa, yalnızca “Şark”tan değil, işçi sınıfından, burjuvaziden ya da köylülükten de söz edilemez! Ne de olsa tüm bu “geniş ortak terim” ya da “soyut genelleme”ler de, “her olası insan çoğulluğu çeşitlemesini, kapsamları son derece geniş etiketlerin altına sokar”!

Sorun basit olarak şu: Akılcılık, özgürlükçülük, ilerlemecilik ve hatta eşitlikçilik, belirli bir tarihsel dönem boyunca, kapitalizm (“Batı”) tarafından temsil edilmiştir. Edward Said’in aradığı “birey”, bugün anladığımız biçimiyle ve var olabildiği kadarıyla, kapitalizmin ürünüdür. Yazılı kültürün gelişmesi ve yaygınlaşması, geniş kitlelerin eğitimi, iletişim ve ulaşım olanaklarının gelişimi gibi insanları özgürleştirme potansiyeli olan ilerlemelerin tümü, kapitalizmin ürünüdür. Kapitalizm öncesi dönemde, “kültür” ya da “uygarlık”, neredeyse mutlak bir şekilde ikiye bölünmüştür: Bir yanda iktidar organları etrafında toplanmış dar gruplara özgü ve toplumun geniş kesimleriyle bağları son derece sınırlı bir “yüksek kültür”, diğer yanda ise emekçi kitlelerin kendi gündelik pratikleriyle sınırlı ve bunlara uygun dinsel/batıl inançlarla zenginleştirilmiş bir “halk kültürü”.

Nitekim, kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerde “Batı”ya ya da onun kimi kurum ve ilişkilerine kuşkuyla yaklaşarak “öz değerlerimize dönmeliyiz” diyenler, önemli bir açmazla karşı karşıya kalmıştır: İçinde yaşadıkları toplumun büyük çoğunluğunu gerçekten de ifade eden ve geleceğe taşınabilecek tarihsel değerlerin sınırlılığı.

Bu nedenle de, tarihsel ilerlemenin fazlasıyla yavaş işlediği toplumlar hakkında kimi genel yargılarda bulunurken, her bir toplumu ve her bir toplumun içindeki “her olası insan çoğulluğu çeşitlemesini” incelemek, yalnızca olanaksız değil, düpedüz gereksizdir.

Söz konusu toplumlar, benzeri bir gelişme sürecini, yalnızca kendi içsel dinamiklerine dayanarak yaşayamaz mıydı?

Elbette yaşayabilirdi. Kapitalizmin yalnızca ve yalnızca Avrupa’da ortaya çıkabilecek bir toplumsal formasyon olduğunu iddia etmek anlamsız olur.

Ancak kapitalizm bir kez ortaya çıktıktan ve gelişme sürecine girdikten sonra, kapitalist ülkeler ile kapitalist olmayan ülkeler arasındaki ilişkilere, kapitalist ülkelerin diğerlerini birer ucuz hammadde kaynağı ve pazar haline getirme, yani sömürgeleştirme süreci damga vurdu. Bu süreç, Marx’ın üzerinde durmadığı yeni bir eşitsizliğe yol açtı. Sömürgecilik, bir yandan Batı Avrupa’da ve ABD’de kapitalizmin gelişimini hızlandırırken, diğer yandan da kapitalistleşme sürecine geç (ve çoğu kez sömürgeleştirilme yoluyla) giren toplumların Batı Avrupa ülkelerine ve ABD’ye yetişmesini giderek daha fazla zorlaştırdı. Emperyalizm döneminin başlamasıyla birlikte de, geriden gelenlerin aynı yolu izleyerek ileri geçmesi neredeyse olanaksızlaştı. Almanya’nın, kapitalistleşme sürecine oldukça erken girmesine ve oldukça hızlı bir gelişim göstermesine karşın, sömürgeleri olmadığı için çektiği ciddi sıkıntılar ve bu sıkıntıların ürünü olan savaşlar hatırlanabilir.

Kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme sürecidir. Emperyalizm’in ilk cümlesi şöyleydi: “Sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşma süreci, kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden biridir.”[16] Yoğunlaşma, belirli mal ya da hizmetlerin üretimi için gerekli sermaye miktarının artması, merkezileşme ise farklı üretim alanlarına ait sermayelerin bir araya gelmesidir. Bu iki sürecin toplamı, tekelleşme sürecidir.

Kapitalistleşme sürecine erken giren ülkelerin uluslararası ölçekte faaliyet gösteren tekellerini yarattığı bir dönemde kapitalistleşmeye başlayan ülkeler ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmıştır: Mevcut sermaye birikiminin, büyük ölçekli yatırımlara girişmek için yetersiz olması. İşe küçük ölçekli yatırımlarla başlamak da mümkündü elbette. Ama bu durumda, gelişkin kapitalist (ya da emperyalist) ülkelerin sermayesiyle rekabet edememe sorunu yaşanacaktı.

Bulunan ara çözümlerden biri, belirli bir sermaye birikim düzeyine ulaşana kadar korumacı politikaların uygulanması, yani ithalatın engellenmesi, ve bir dönem boyunca şu ya da bu oranda “bağımsız” bir kalkınma sürecinin yaşanması oldu.

Ancak unutulmamalı: Bağımsız kalkınma stratejileri, dünya gündemine asıl olarak 1917 Ekim Devriminden sonra girmiş ve en “prestijli” dönemlerini İkinci Dünya Savaşından sonra, yani sosyalizmin emperyalizm karşısında bir kutup olarak tanımlanabilir güce ulaşmasının ardından yaşamıştır.

Diğer yandan, kapitalizmden kopuşu içermeyen “bağımsız” kalkınma süreçleri, emperyalist sistemle bütünleşme ya da bağımlılaşma dinamiklerini de üretmiştir. Korumacı politikalarla yerli bir sermaye sınıfı yaratmak mümkündür. Ama sermaye sınıfı bir kez ortaya çıktıktan ve sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme süreci belirli bir aşamaya vardıktan sonra, siyasal açıdan da giderek daha fazla güçlenen büyük sermaye sahipleri açısından, emperyalist sermaye ile işbirliğine gitmek çok daha kârlı hale gelir. Emperyalist sermaye ile kurulan ortaklıklar, hem daha büyük pazarlara ulaşmayı, hem de daha büyük ölçekli yatırımlara girişerek tekelleşme sürecini hızlandırmayı mümkün kılar. Kuşkusuz, bağımsızlıktan vazgeçmek karşılığında! Emperyalist ülkelere kaynak aktarımını ve emperyalistlerin izin verdiği, “stratejik olmayan” sektörlerde yoğunlaşmayı içeren bağımlılık ilişkileri, bir kez kurulduktan sonra, kendi sürekliliklerini de sağlar.

Buraya kadar tartışılanlar, kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerdeki sınıfsal mücadele dinamikleri üzerinde de belirleyici rol oynamıştır.

Önce bir hatırlatma: Burjuvazi, henüz siyasal iktidara sahip olmadığı dönemde, feodalizme karşı mücadelesinde işçi sınıfı da dahil olmak üzere tüm ezilen sınıflarla birlikte hareket etmeye ve ezilen sınıfları harekete geçirmeye çalışmıştır. Buna karşın, 1848 Fransız Devrimi sırasında işçi sınıfının, burjuvazinin talepleriyle bile olsa, burjuvaziden bağımsız bir şekilde tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte ittifak bozulmuş ve burjuvazi, işçi sınıfına karşı, feodal sınıflarla ittifak kurma yoluna gitmiştir. Ve 1848 sonrası burjuva devrimlerinin karakteristik özellikleri, sınıfsal/toplumsal hareketlenmelere duyulan güvensizlik, feodal sınıflarla ittifak ve bunların ürünü olan bir “tepeden inmecilik”tir.

Kapitalistleşme sürecinin uzun bir döneme yayılması, sürecin aktif bir unsuru haline getirilmeyen geniş kitlelerin düzene “modern” ideolojiler aracılığıyla bağlanmasını zorlaştırır. Toplumsal ölçekte ciddi sancılara yol açan kapitalistleşme süreci, bir grup “Batıcı” aydın ve bürokratın toplumsal gerçeklikten kopuk özlemlerinin bir ifadesi gibi görünmeye başlar. “Batıcılık”, bir tür “taklitçilik” olarak görülür. Batı hayranı aydınların omurgasızlığı, “Batıcılık” hakkındaki bu türden yargıları daha bir pekiştirir. “Tamam, Batı’nın teknolojisini alalım, ama kendi kültürümüzü, kendi ahlakımızı, kendi değerlerimizi koruyalım” türünden sığ ve çoğu kez gericililik üreten tezler güç kazanır.

Ama bundan çok daha önemlisi, kapitalistleşme sürecine önderlik eden iktidarların, geniş kitleleri düzene bağlama ihtiyacıdır. “Modern” ideolojilerin toplumsal dayanaklarının zayıf kaldığı koşullarda, geniş kitleleri düzene bağlamak için geri ideolojilerin ve bu arada kimi geri ilişkilerin (ağalık, şeyhlik, mollalık vb.) yardımına başvurulur. Kuşkusuz, “geleneksel değerler”in hakkını teslim etme adına...

Dolayısıyla, kapitalizm öncesi döneme ait kimi ilişki biçimleri ile ideolojilerin 20. yüzyıla, hatta bazılarının 21. yüzyıla kadar yaşamasını sağlayan, kapitalizmden başka bir şey değildir!

Diğer yandan, geleneksel değerlerin içeriği de, kaçınılmaz olarak, bir hayli değişir. Hatta geleneksel olduğu iddia edilen bazı değerler, düpedüz kapitalistleşme sürecinin ürünüdür.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur’da, “iç kıymetlerimiz”in savunuculuğunu yaptırdığı romanın baş kişisi Mümtaz’a şunları söyletir:

“Elbette ki bizden mesut memleketler ve vatandaşlar vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyacağız. Fakat bu ıstırabın bizi inkara götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul değil midir? Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, ret veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil...”[17]

Vatan, millet ve din... “Millet”, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmış, “vatan” ise, milliyetçi bir bakış açısıyla yeniden tanımlanmış kavramlar. Geriye yalnızca din kalıyor. Dinsel inanç, uygulama ve örgütlenmelerin kapitalizm koşullarındaki değişimi ise bu yazının sınırlarını aşıyor...

Tüm bunlar, “Doğu” ülkelerinin ya da halklarının aynı kaderi ya da en azından benzer kaderleri paylaştığı anlamına gelmiyor mu?

Elbette. Ama yalnızca, emperyalist-kapitalist sistemle kurulan ilişkilerin niteliği açısından! Buna karşın, tek tek ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemin birer parçası olarak tutulmasına hizmet eden dinsel, ulusal ya da kültürel değerler, birleştirici değil, bölücüdür. Doğu ülke ve halkları arasındaki yüzlerce yıldır süren savaş ve çatışmaları hatırlatmaya gerek var mı?

Emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin sermaye sınıfları ve iktidarları açısından, emperyalizmle kurdukları ilişkiler, kendi aralarında kurdukları ilişkilerden daha belirleyici bir rol oynar. Kuşkusuz, zaman zaman pazarlık gücünü artırmak için kimi ittifaklar kurulabilir. Ancak bu ittifakların hedefi de, emperyalist sistemin yaratmış olduğu hiyerarşi içinde daha iyi bir yer kapmaktan başka bir şey değildir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan kimi aykırı deneyimlerse, Sovyetler Birliği’nden bağımsız olarak değerlendirilemez.

Dolayısıyla, Doğulu, İslami ya da Asyalı bir “ortak tarih”ten söz etmek pek mümkün değildir. Olsa olsa, böylesi bir ortak tarihin yaratılması için mücadele etmenin mümkün olduğu iddia edilebilir.

Ancak burada da ciddi bir çelişkiyle karşı karşıya kalınacaktır: Sınıfsal dinamikler yerine kültürel dinamikleri temel alan böylesi bir mücadelede, sermaye iktidarına ve sermaye egemenliğine karşı mücadele kaçınılmaz olarak ikinci plana (belki de çok daha gerilere) düşürülecektir. Buna karşın, sermaye iktidarına son vermeden de hedefe ulaşmak mümkün olmayacaktır!

Peki, sınıfsal dinamikleri merkeze yerleştiren ve sermaye egemenliğine son verilerek kurulacağı kabul edilen bir “Birleşik Doğu” projesi geliştirilemez mi?

Buna kim engel olabilir?

Ama böylesi bir proje, çok daha ciddi bir iç çelişki barındıracaktır: İnsanlığın kurtuluşunu ve bunun için de tüm dünyanın emperyalist-kapitalist boyunduruktan kurtarılmasını hedefleyen sosyalizm, kendisini belirli bir coğrafyayla sınırlandıramaz! Sınırlandırmaya kalkıştığında, insanlığın ortak bilimsel ve teknolojik birikimi ve dünya kaynaklarının önemli bir bölümü üzerindeki emperyalist tahakkümü de, kendi kaynaklarının çoğunu “savunma”ya ayırmayı da kabullenmiş olur.

Dünya devrim sürecinin belirli bir aşamasında sosyalizmin Doğu’da daha fazla güç kazanması elbette ciddi bir olasılıktır. Ama sosyalizm, Doğu-Batı geriliminin bir tarafı olarak tarif edilemez.

Sosyalizm, Doğu’nun da Batı’nın da aşılmasıdır!

Doğu’nun kurtuluşu, “Doğululuk”un ortadan kaldırılmasındadır. Tıpkı Batı’nın kurtuluşunun “Batılı” olmaktan kurtulmaya bağlı olması gibi!

Avrupa Birliği’yle ilgili başka çalışmalarda üzerinde epeyce durduğumuzdan, burada “Batıcılık” bahsine yeniden girmeyeceğim. Yalnızca bir hatırlatma:

“Aydınlanmacı gelenekten tek tek Avrupa uluslarının sosyo-kültürel yapılarına ve bir bütün olarak kıtadaki yaşam tarzına kalan değerler nedir diye bakıldığında, bugün görülen büyük bir hayal kırıklığıdır. ... Avrupa, bugün aydınlanmanın beşiği değil, büyük ölçüde inkarıdır.”[18]


Yoksa alternatif Porto Alegre’de mi?

“Burjuvazinin bir kesimi, burjuva toplumunun
 sürekliliğini güvence altına almak için,
toplumsal kusurları düzeltmek ister.
İktisatçılar, hayırseverler, insanlıkçılar,
çalışan sınıfların durumunu düzelticiler,
hayır işi örgütleyicileri, hayvanlara dönük
kötü muameleyi ortadan kaldırıcılar,
ılımlılık derneklerinin kurucuları,
her renkten sahte reformcu bu kesime girer.
Ve bu burjuva sosyalizmi,
eksiksiz sistemler haline de getirilmiştir.”[19]

11 Eylül sonrasında üzerinde en fazla durulan konulardan biri, dünya ölçeğindeki eşitsizlikler ve yoksulluk sorunuydu. Üstelik, liberaller de bu soruna dikkat çekti. Örneğin Ali Bayramoğlu, 16 Eylül günü Sabah gazetesinde yayımlanan yazısında şunları söylüyordu:

“Bugün 1.2 milyar insan günde bir doların altında parayla geçiniyor. Her dört çocuktan biri açlık sınırında bulunuyor. 1960’ta dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’sinin geliri en fakir yüzde 20’sinin 30 katıydı. 1995’te bu fark 82 kata çıktı. 1997’de ise 225 kata. 225 en zengin kişinin yıllık geliri, dünya nüfusunun yüzde 47’sinin, yani 2.5 milyar insanın gelirine eşit.
Terörün, radikal hareketlerin kazandığı meşruiyetin özünü işte bu rakamlarda aramak gerekir.
...
ABD, NATO, AB elbette teröre karşı askeri ve siyasi mücadele vermeli; bu, ‘insanlığın bir kaçınılmazı’dır. Ancak terörü üreten sorunları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ortadan kaldırma çabası her şeyden daha önemlidir.”[20]

ABD’nin Afganistan’a bir yandan bomba yağdırırken diğer yandan da yiyecek paketleri atması boşuna değildi!

Terörün nedenleri arasında “küresel yoksulluk” sorununun da bulunduğunu tespit edenler arasında, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ve Fransa Başbakanı Lionel Jospin de var! 22 Şubat 2002’de İsveç’in başkenti Stockholm’de buluşan ve kendilerini “ilerici liderler” olarak adlandıran 11 devlet ve hükümet başkanı, Cumhuriyet’in haberine göre, “(...) yayımladıkları sonuç bildirgesinde, 11 Eylül saldırılarının ardından uluslararası teröre karşı başlatılan mücadelenin bir benzerinin de yoksulluk ve çevre sorunları ile savaşım konusunda gösterilmesi gerektiğini söylediler. Bildirgede, terörle savaşıldığı gibi terörün nedenlerine karşı da mücadele edileceği kaydedildi.”[21]

Aslında bu konudaki mücadele çoktan başlamış durumda. Sözgelimi Dünya Bankası, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülke için “sosyal risk azaltma” projeleri hazırlıyor ve uyguluyor. En yoksul ülkelerin (zaten ödeyemedikleri) dış borçlarının en azından bir bölümünün silinmesi emperyalistlerin de gündeminde.

Emperyalistlerin “küresel yoksulluk” meselesine dönük bu ilgisi neden? Yoksa, “küreselleşme karşıtı” olarak anılan hareketin yoksulluk eleştirileri fazlaca etkili olmaya başladığı için mi?

İşin özü başka: Yoksulluğu bir kez “küresel” bir sorun olarak kabul etti(rdi)kten sonra, bu sorunla ancak küresel ölçekte mücadele yürütülebileceği tezini kabul et(tir)mek bir hayli kolaylaşır. Bugünün dünyasında da, küresel ölçeği ve küresel hedefleri temel alan mücadele stratejileri, ihmal edilebilirlik ile tümüyle emperyalizm tarafından belirlenme uçları arasında bir yerlere yerleşecektir.

Seattle’dan Porto Alegre’ye uzanan süreçte yaşanan temel değişme de, ikinci uca doğru daha fazla yol alınmış olması. Sol kanadında Wallerstein, Amin ve Negri gibi küreselleşmeci solcuların yer aldığı Porto Alegre toplantısı, belki de her şeyden önce, meydanların ikinci plana itilmesini simgeliyordu.

Dünya Sosyal Forumu’nda öne çıkan talepler şunlardı: Uluslararası sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi, en yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların reforma tabi tutulması ve bu kuruluşların karar alma süreçlerine sivil toplum örgütlerinin de katılması, yeni kimi “küresel” kurumlaşmalara gidilmesi ve kuşkusuz sivil toplum örgütlerinin bu kurumlaşmalar içinde ağırlık sahibi olması...

Kısacası ve işin özü, muhalif küreselleşmeci hareket, sermaye egemenliğini ortadan kaldırmak değil, ama onu sivil toplum örgütleri aracılığıyla denetim altına almak istiyor:

“Sosyalist burjuvalar, modern toplumun yaşam koşullarını, bunların zorunlu sonucu olan mücadele ve tehlikeler olmadan istiyor. Onu devrimci dönüşümlere uğratan ve çözen öğeleri çıkarıldıktan sonra, mevcut toplumu istiyorlar. Proletaryasız burjuvazi istiyorlar.”[22]

Diyelim ki, uluslararası sermaye hareketleri vergilendirildi (bunun bir vadede yapılması gerçekten de olası). Borçlu ülkeler açısından böylesi bir verginin temel sonucu, borçlanma faizlerinin daha da yükselmesi olacaktır!

Bunu boş versek bile, toplanan vergilerin nereye gideceğini sormamız gerekmiyor mu? İki olasılık var. Birincisi, bu paralar sermaye devletlerine teslim edilirse, yine sermaye sınıfına aktarılır. Ya da, “hayır işlerinde” kullanılmak üzere örneğin sivil toplum örgütlerine teslim edilirler. Böylece, kimi uluslararası ve ulusal sivil toplum örgütleri daha bir palazlandırılmış olur. Nitekim, Dünya Bankası’ndan proje kredisi alma koşulları arasında, sivil toplum örgütlerinin “katılım”ını sağlamak da bulunuyor. Avrupa Birliği, başta aday ülkelerde faaliyet gösterenler olmak üzere pek çok ülkedeki sivil toplum örgütüne (ve yakın geçmişte Türkiye’nin gündemine de girdiği üzere kimi solculara!) mali destek sağlıyor. Ama bu da sermaye sınıflarını üzmez. Sivil toplum örgütlerinin kimi kamusal görevleri üstlenmesi sayesinde, devletin eğitim ve sağlık harcamalarını daha da kısarlar!

Bundan 154 yıl önce yazıldığı gibi:

“... bu sosyalizm, maddi yaşam koşullarının değiştirilmesinden, gerçekleştirilmesi yalnızca devrimci yollarla mümkün olan burjuva üretim ilişkilerinin kaldırılmasını değil, ... en iyi durumda burjuvazinin egemenlik masraflarını düşüren ve devlet bütçesini küçülten idari düzeltmeleri anlıyor.”[23]

Üstüne üstlük, tek nedeni kapitalist üretim ilişkileri olan yoksullukla mücadele adı altında, tüm emperyalist ve kapitalist ülkelerin mevcut iktidarlarına meşruiyet kazandırılıyor!

Sivil toplum örgütleri güç kazandıkça, öne çıkanlar, devlet ve sermaye bağlantıları en güçlü olan örgütler oluyor haliyle. Örneğin, Dünya Sosyal Forumu’nun düzenleyicileri arasında, ATTAC adlı örgütün (öncülüğünü Fransa’da çıkan Le Monde Diplomatique adlı sol-liberal derginin yaptığı ve uluslararası sermaye hareketlerinin vergilendirilmesini savunan bir örgüt) ağırlıklı bir yeri vardı. Ve bugün hâlâ sömürgeleri olan Fransa, New York’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda üç bakanla, Porto Alegre’de ise altı bakanla temsil edildi.

Sivil toplum örgütlerinin muhalif küresel hareketinin işlevleri arasında, bunalım koşulları altında yaşayan emperyalistlerin önüne kimi seçenekler koymak da bulunuyor. Örneğin, dış borçlarını ödeyememe noktasına gelen ülkeler için kimi ek önlemler almak, er ya da geç zorunlu hale gelecek. Ve o gün geldiğinde, muhalif küreselleşmecilerin kimi taleplerinin kısmi bir şekilde de olsa hayata geçirilmesi, bu hareketin bir zaferi gibi sunulacak. Tıpkı MAI’nın (Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) emperyalist ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle rafa kaldırılması örneğinde olduğu gibi (aradan geçen süre içinde “uluslararası tahkim” başta olmak üzere MAI’nin içerdiği neredeyse tüm maddelerin az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelere kabul ettirildiği unutulmamalı).

Muhalif küreselleşmeci hareket içinde, sermayenin tümüyle ortadan kaldırılmasını ve eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir toplum düzeninin kurulmasını temenni edenler de var elbette. Ama bu hedefe küresel ölçekte ne tür bir mücadele stratejisiyle ve hangi dinamiklere dayanarak ulaşılabileceği konusunda, doğal olarak, ya hiçbir şey söylemiyorlar, ya da düpedüz saçmalıyorlar.

Örneğin, Michael Hardt ile Antonio Negri’nin, “21. Yüzyılın Komünist Manifestosu” olarak pazarlanan kitaplarında asıl yapmaya çalıştıkları, “çağdaş küresel düzen”in, “dışarısı olmayan” bir “İmparatorluk” haline geldiğini kanıtlamak. “Dışarısı olmayan” vurgusu, bu düzene karşı yine ancak küresel ölçekte mücadele edilebileceğini kabul ettirmeye yönelik. Ulus-devletlerin ve sınıf mücadelelerinin hükmünün kalmadığı bir dünyada, İmparatorluk’un karşısına çıkan toplumsal gücü ise “çokluk” olarak tarif ediyorlar. Aslında çok da fazla etmiyorlar! Yazarlar, kitabın Türkçe baskısı için yazdıkları önsözde şunu söylüyor: “İmparatorluk kavramı bu kitapta etraflı bir biçimde işlenmiş olmakla birlikte, çokluk kavramı soyut, neredeyse poetik bir düzeyde kalır.”[24]

“Çokluk”un neyi nasıl yapacağı konusundaki tartışmaları ise, kısa alıntılarla aktarılamayacak kadar karmaşık. Neyse ki, bu tartışmanın son iki cümlesi yeterince anlaşılır:

“Elimizde bu olay [Çokluk’un İmparatorluk’un yerine bir başka şeyi koyması - EÖ] için önerecek herhangi bir model yok. Sadece çokluk pratik deneyleri yoluyla modeller sunacak ve mümkün olanın ne zaman ve nasıl gerçek haline geleceğini belirleyecektir.”[25]

Ama asıl açıklayıcı olan, kitabın sonundaki “Militan” başlıklı kısa bölüm. Bu bölümde soyut kavramları ve anlaşılmaz betimlemeleri bir yana bırakan yazarlar, dertlerini şu şekilde ifade ediyor: “Günümüz militanı, sömürülenlerin temel insani ihtiyaçları için bile, bir temsilci gibi davranamaz.” Peki, ne yapar? “O, yıkıcı deneyimin iki yüz yıllık isyan eyleminin erdemlerini yineler; ama aynı zamanda da yeni bir dünyayla, hiçbir dışarısını bilmeyen bir dünyayla da bağlantılıdır. Bu militanlık yalnızca bir içerisine, toplumsal yapılar dizgesine canlı ve vazgeçilmez bir katılımı bilir; bu yapıları aşma ihtimalini tanımaz.” Yani, tarih hakkında bilgi edin, ahlaklı ol, ve bu düzenin sınırlarını aşma! Yeterince açık olmadı mı? O zaman, “Komünist militanlığın geleceğine ışık tutabileceğini düşündüğümüz bir destan var: Assisili Saint Francis destanı. Francis çokluğun yoksulluğunu mahkum etmek için onların ortak koşulunu benimser ve orada yeni bir toplumun ontolojik gücünü keşfeder.”[26] Yani, eğer bu düzenin eğitim kurumları, medyası, çalışma ve yaşam koşulları bile seni sıradanlaştırmayı başaramadıysa, o zaman kendi iradi çabanla sıradanlaş!

Ve bu gibi adamlar hâlâ “solcu” sayılıyor!

Küresel ölçekli bir mücadelenin örgütlenmesine daha “radikal” önerilerle katkıda bulunanlar da var elbette.

Örneğin, 11 Eylül’den bir gün sonra, Dario Fo, Franca Rame ve Jacopo Fo, ortak imzalı yazılarında, “çokuluslu ölüm”leri durdurmak için bir kurtuluş stratejisi önermiş:

“Bankalardaki paralarımızı çekelim. Esso yakıtları, Nestle ürünleri satın almayalım. Coca Cola içmeyelim. McDonald’s’tan yemeyelim. Benzinli araçlarımızı gazyağı, kolza yağına dönüştürelim. Tasarruflarımızı daha etik şekilde değerlendirelim. Bu öldüren sistemin ortağı olan özel sigorta şirketlerinin poliçelerini feshedelim. Mayın üretenlerin arabalarını satın almayalım, çocukları köle gibi çalıştıranların ayakkabılarını giymeyelim, kimyasal gıdalar tüketmeyelim.”[27]

Ama burada kalmak çok yanlış olur. Çöplerimizi dökmeden önce ayrıştıralım. Eski kağıtlarla üretilen tuvalet kağıtları kullanalım. Yerlere tükürmeyelim...

Ya bankada parası, sigorta poliçesi olmayanlar? Ya araba satın alabilecek durumda olmayanlar? Onlar da orta ve üst katmanların bu dünyayı değiştirme mücadelesine kendi paraları kadar katkıda bulunsun!

Tüm bunlar bir yana, “doğru” bir küresel mücadele stratejisi çizilemez mi?

Elbette çizilebilir!

Sınıfsız ve sömürüsüz topluma ancak dünya ölçeğinde (ille de sermaye cephesinin ürettiği kavramlar kullanılacaksa, “küresel ölçekte” de denebilir) ulaşılabileceği, Marksizm-Leninizmin temel doğrularından biridir. Ancak, bugünkü koşullarda ilk saptanması gerekenlerden biri de, dünya üzerindeki tüm devrimci dinamikleri açığa çıkararak birleştirebilecek somut ve gerçekçi bir siyasal hedefin yokluğudur. Olsaydı, çoktan bulunmuş olurdu!

Buna karşın, ulus-devletlerin önemsizleştiğine ilişkin tezlerin haklılık payı ne olursa olsun, işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından ulusal ölçek belirleyici olmaya devam etmektedir. Ve emperyalist-kapitalist sistem, çelişkilerini Türkiye gibi, Arjantin gibi ülkelerde biriktirmeyi sürdürmektedir. Ulus-devletlerin zayıf düştüğü, daha doğrusu zayıf düşürüldüğü doğrudur. Ama bu zayıflık, aynı zamanda, emperyalist-kapitalist sistemin zayıf halkalarında sermaye iktidarına son verme olanağına işaret etmiyor mu?

“Her ülkenin proletaryası kuşkusuz önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.”[28]

Kimileri hemen yaygara koparmaya başlayacaktır: İyi ama, asıl hedef sosyalizme dünya ölçeğinde ulaşmak değil mi? Tek tek ülkelerde sosyalizmin kurulamayacağı kanıtlanmadı mı?

Üstelik, bunların büyük çoğunluğu, “hemen şimdi” bir şeyler yapmak, daha doğrusu yalnızca “hemen şimdi” yapılabilecek olan şeyleri yapmak gerektiğini iddia edenler olacaktır! Sanki “yoksulluk”la mücadele edince, sermaye düzeni “hemen şimdi” ortadan kalkacakmış gibi... Sanki “tüketimden gelen güç”ü kullanmaya başlar başlamaz komünizme ulaşılacakmış gibi...

Ama bu tartışma bir noktadan sonra anlamsızlaşıyor. Çünkü tartışmanın bir tarafı, bu dünyada gerçekten “radikal” herhangi bir değişim istemek bir yana, buna var gücüyle direnenlerden oluşuyor.

Emperyalist-kapitalist sistemin bu kez bir türlü çıkamadığı bir büyük bunalım dönemini yaşadığı bugün, tek tek kapitalist ülkelerin zincirden koparılması, sistemin bütünü açısından da sarsıcı sonuçlar doğurmaya adaydır.

Bu söylenen, aynı zamanda bir göreve işaret ediyor: Önümüzdeki dönemde zincirden kopacak halkaların dünya devriminin birer mevzisi olarak üstlenecekleri görevler, insanlığın nihai kurtuluşunun nesnel koşullarının çok daha fazla olgunlaştığı bir dönemde, eskisine göre çok daha kritik bir önem taşıyacaktır.


Sosyalist devrim tezi çok mu “iktisadiyatçı”?

“Eleştirel-ütopik sosyalizm ya da komünizmin önemi,
tarihsel gelişmeyle ters orantılıdır. Sınıf mücadelesinin
gelişmesi ve biçimlenmesi oranında, bu hayali
mücadele-üstü olma durumu ve sınıf mücadelesine karşı
yürütülen bu hayali savaş her tür pratik değerini ve hür tür
teorik meşruiyetini yitiriyor. Bu nedenle de, bu sistemlerin
kurucularının pek çok açıdan devrimci olmasına karşın,
öğrencileri, her seferinde gerici tarikatlar kuruyor.”[29]

Lenin’in Ne Yapmalı’da üzerinde en fazla durduğu, en fazla eleştirdiği düşünce, ekonomizmdir. İşçilerin gündelik çıkarları ile sosyalizm hedefi arasındaki açı, neredeyse bıktıracak kadar vurgulanır. Lenin’e göre, komünistlerin işi, işçileri zaten bildikleri kendi iktisadi durumları hakkında bilgilendirmek ya da onları kendi iktisadi çıkarları uğruna mücadeleye teşvik etmek değil, işçi sınıfını siyasallaştırmaktır.

Marx da, sosyalizmi iktisadi süreçlerin doğal ve kaçınılmaz bir uzantısı olarak görmez. Aksine, kapitalizm koşullarında bilinçlenme sürecini tamamlaması mümkün olmayan işçi sınıfı, ancak bir “siyasal devrim” gerçekleştirdikten, yani iktidarı aldıktan sonra “toplumsal devrim”i, yani sosyalist dönüşümleri gerçekleştirebilir.

Ancak bu vurgular, ne Marx ne de Lenin hakkındaki ekonomizm eleştirilerini gündemden düşürmüştür. Yaygın iddiaya göre, Marksizm (ya da Leninizm), her şeyi ekonomiyle açıklamaya kalkışır ve bu nedenle de “indirgemeci”dir. Dahası, Marksizme (ya da Leninizme) göre, devrim, büyük fabrikalarda çalışan kol emekçileri tarafından yapılacaktır.

Ya siyasallık vurguları? Onlar da, büyük fabrikalarda çalışan kol emekçilerinin iktisadi çıkarlarını temsil etme iddiasıyla iktidarı ele geçirme hayalleri kuran dar grupların otoriter-despotik yönelimlerinin bir ifadesidir! Bu dar grupların tek istediği kendi devlet iktidarlarını kurmak olduğundan, geniş kitlelerin (ya da bireylerin) güncel ihtiyaçlarıyla ve “hemen şimdi” karşılanabilecek olan talepleriyle ilgilenmez, bunları ne zaman olacağı belirsiz bir “siyasal devrim”in sonrasına ertelerler. Elbette o devrimden sonra da bir şey değişmeyecektir...

İşin “iktisadi” cephesinden ve çok temel bir soruyla başlayalım: Üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeden daha ileri bir toplumsal düzene ulaşmak mümkün müdür?

Toplumsal devrim sürecinin “hemen şimdi” başlatılabileceğini ve başlatılması gerektiğini iddia edenler, doğal olarak bu kanıda.

Söyledikleri özetle şu: Toplumsal ve siyasal sorunlar, iktidar hedefine kilitlenmiş bir strateji tarafından kucaklanamayacak kadar çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, bir sorun olsa bile, bir yığın farklı sorundan daha önemli değildir. Sorunları hiyerarşik bir düzen içine sokma anlayışı yanlıştır. Gelecek kuşakları ipotek altına almamaya da özen göstererek, bir yığın sorunla aynı anda ve şimdi mücadele etmeliyiz. İktidar ise daha şimdiden yok sayılmalı ve bir vadede kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak elde edilse bile, hemen yok edilmelidir...

Tüm sorunların kaynağını oluştursa da oluşturmasa da, ortada bir “iktisadi alan” ve bu alanda da sermayenin üretim araçları üzerindeki egemenliği ve ücretli emek sömürüsü var. Üstelik, “hemen şimdi”ciler, “serbest piyasa” ideolojisine de karşı görünüyor. Bu “özel” sorunun çözümü doğrultusunda ne yapılacak?

Bulunan çözüm, devletin ve özel sektörün dışında bir “kamusal alan”ın inşa edilmesi.

Bu alanda ne yapılacak? Gönüllülük temelinde katılan tüm üyelerin bizzat belirleyeceği kamusal faaliyetler yürütülecek. Bugün için, eğitim, sağlık, yaşlıların ve kimsesizlerin korunması, çevre temizliği, park ve bahçe bakımı, hayvanların korunması vb. vb... Böylece devlet ve “iktisat” küçülmeye başlayacak. Ve kamusal alan zaman içinde büyüdükçe, devlet de özel sektör de silinip gidecek...[30]

Ütopyacı sosyalistler, hiç olmazsa yalıtık ve kendi kendine yetebilecek düzenler tasarlamaya çalışıyordu. Buradaki öneri ise, sermayeye ve onun devletine dokunmadan, “kurucu” faaliyetlere girişilmesi. Yani, haftada 40-50 saat çalışan bir işçi, eğer ek bir “devrimci” enerjiye sahipse, onu da kamusal hizmetlerin üretimine katılarak tüketecek!

Ama biz yine “işçicilik” yaparak, bu stratejinin barındırdığı çok ciddi bir imkanı gözden kaçırmış oluyoruz: İşsizler, kamusal alanın inşasına çok daha aktif bir şekilde katılabilir! Üstelik bu sayede boş boş vakit geçirmekten kurtulmuş, hatta belki iş bulmalarına da yardımcı olacak kimi nitelikler kazanmış olurlar. Bu süre boyunca ne yiyip ne içeceklerini ise, olsa olsa “iktisadi” bakış açısından kurtulamamış olanlar soracaktır...

Sözü edilen türden bir alanın inşası çoktan başlamış durumda. Sivil toplum örgütlerinin, sermaye sahiplerinin de destek ve yönlendirmesiyle, tam da bu işi yaptığına daha önce değinilmişti. Zaten, bu türden alanların devletten ve sermaye sahiplerinden bağımsızlığını sağlamak, sosyalist devrim yoluyla iktidara gelmekten çok daha zordur!

İktisadi alan konusunda başka iddialar da var. Örneğin, bu alanın zaten kendi kendine yok olmakta olduğu da söyleniyor. Zihinsel emeğin üretim sürecinde giderek daha büyük bir ağırlık kazanmasıyla, bir yandan kol emeğinin önemsizleştiği, hatta gereksizleştiği, diğer yandan ve asıl önemlisi, sermayenin de gereksizleştirdiği, hatta etkisizleştiği iddia ediliyor.

Bu noktada uzunca bir alıntı yapalım:

“Maddi-olmayan emek dolaysız bir biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet gerektirir. Başka bir ifadeyle, maddi-olmayan emeğin ortak oluşu daha önceki emek biçimlerinde olduğu gibi dışarıdan dayatılmış ve örgütlenmiş bir şey değildir; ortaklık bizatihi emek faaliyetine tamamıyla içkindir. Bu gerçek, emek gücünün ‘değişen sermaye’ olarak, yani sadece sermaye tarafından harekete geçirilen ve bir araya getirilen bir kuvvet olduğunu savunan (klasik ve Marksçı politik ekonomistlerin ortak görüşü) eski nosyonun sorgulanmasını gerektirir; çünkü emek gücünün (özellikle maddi-olmayan emek gücünün) ortak güçleri emeğe kendi değerini kendi biçme imkanı verir. Beyinler ve bedenler değer üretmek için hala başkalarına ihtiyaç duyar, ama ihtiyaç duyulan ötekileri sağlayan artık zorunlu olarak sermaye ve onun üretimi yönlendirme yetileri değildir. Bugün üretkenlik, servet ve toplumsal artıkların yaratılması dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla ortaklaşa etkileşim biçimini alıyor. Dolayısıyla, maddi-olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinden ve çekirdek komünizm imkanı sağlıyor.”[31]

Bu satırların iki yazarı da akademisyen. Biri edebiyatçı, öbürü felsefeci. Felsefeci olanı, aynı zamanda politikaya da bulaşmış, hatta karışmadığı iddia edilen eylemler yüzünden hapis cezası almış. Dolayısıyla, “maddi-olmayan emek” dedikleri şeyin gerçekte neye benzediğini bilmiyor olabilirler. Belki de, kafa emekçileri hakkında değerlendirmeler yaparken, kendilerini örnek alıyorlardır. Tıpkı “teorik” ya da “entelektüel” üretimleri için devlet yerine kimi sermaye gruplarından maaş alan bazı “aydın”lar gibi...

“İktisadiyatçı olmayan” bu “solcu”lar, dolambaçlı yollarla da olsa, öz olarak şunu söylüyor: Bu dünyanın değişmesi için devrim yapmaya falan gerek yok. Komünizmi bile “hemen şimdi” yaşamaya başlamak mümkün. Eğer kendinizi “maddi-olmayan emek” seviyesine yükseltirseniz, yani iyi bir eğitim alır ya da kendi kendinizi eğitir ve sonra da “maddi-olmayan” emeğinizi kullanacağınız bir iş bulursanız, “kendiliğinden ve çekirdek komünizm” aşamasına ulaşmış olursunuz!

Bu türden “buluş”ların Türkiye acentalığını yapanlar da, bir dönem boyunca savunmuş oldukları “tembellik hakkı”ndan vazgeçerek, çalışmanın faziletlerinden söz ediyor:

“Üretim ve üretkenlik için artık gerekli olmaktan çıkmakta olan niteliksiz kol emeğini içeren bir sentezi değil, hemen tümüyle zihni emek-faaliyet türlerinin sayısız kombinezonlarıyla, birleştirme biçim ve türleriyle oluşacak sentez(ler) gerçekleşebilir artık. Sosyalizm hareketi, bu sentezleri yapabilmeyi, insanlığın ortak çabasıyla oluşan bu -sınırsızlığın kapılarını açmış- miras ve birikimi doğrudan kullanmayı tüm insanlar için temel, varoluşsal bir hak olarak savunan ve bu hakkı fiilen edinme girişimlerinin alanı olan bir hareket olarak ortaya çıkabilir, öne atılabilir.”[32]

Sanki işsizler ve kol emekçileri hallerinden pek memnun ve bu nedenle de zihinsel emeklerini kullanabilecekleri işlere girmek için “fiilen” çaba harcamıyorlar!

Sermaye sahiplerinin üretim süreci açısından gereksizleşmiş olduğu çok doğrudur. Üstelik bu, hiç de o kadar yeni bir olgu değil. Kapitalizmin ilk evrelerinde, sermaye sahipleri, üretim sürecine bizzat, kendi (zihinsel ve hatta maddi) emek güçlerini de kullanarak katılabiliyordu. Zamanla, üretim sürecinin “denetim”ini yapmaları yeterli hale geldi. Sonrasında bu iş de ücretli yöneticilere bırakıldı. Marx’ın Kapital’de aktardığına göre, daha 1835 yılında, “‘sanayi sistemimizin ruhunun’ sanayici kapitalistler değil, sanayi yöneticileri olduğuna parmak basmış...” olan Andrew Ure, “fabrikatörlerinin çoğunun, harekete geçirdikleri mekanizma üzerine en ufak bir bilgileri olmadığına da tanıklık eder.”[33] Marx da şunları ekler: “...sermaye üzerinde herhangi bir hakkı bulunmayan bir yönetici, ... kapitaliste kapitalist olarak ait bulunan bütün gerçek işlevleri yerine getirir, ve böylece, ... kapitalist, bir fazlalık gibi üretim sürecinde ortadan kalkar.”[34]

Kapitalistin üretim sürecinde herhangi bir rolünün kalmaması, sermayenin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tam tersine, sermaye, bireysel kapitalistin öznel tercihlerine bağımlı olmaktan kurtulmuş olur! Zaten, “Sermaye kolektif bir üründür ve ancak toplumun çok sayıda üyesinin ortak bir etkinliğiyle, hatta son tahlilde ancak toplumun tüm üyelerinin ortak etkinliğiyle harekete geçirilebilir.”[35]

Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi oranında, üretim de toplumsallaşır. Üretimin toplumsallaşması ise, hiç kuşku yok ki, sermayenin ortadan kaldırılmasının koşullarını da üretir.

Ama tüm bunlardan sermayenin kendi kendine ortadan kalkabileceği sonucunu çıkarmak için, ya dünyada olup bitenlerden bihaber, ya da üç kağıtçı olmak gerekir.

Sermaye sahiplerinin üretim sürecinden kopması, üretim sürecinin kâr mantığına göre örgütlenmesini gündemden düşürmez. Tam tersi gerçekleşir. Tek tek kimi kapitalistlerin, muhtelif ideolojilerin etkisi altında kalarak, kâr hırslarını dizginlemeleri mümkündür. Buna karşın, sermaye sahiplerinin üretimle ilgili tek bağı elde edilen kârları paylaşmak olduğunda, böylesi yufka yürekliliklere de yer kalmaz.

Bugün, emperyalist tekellerin büyük bir bölümünün “sahipleri” bilinmez. Çünkü bunlar ne tek bir kişiye, ne de tek bir aileye aittir. Büyüklü-küçüklü binlerce, hatta bazen on binlerce hissedarları vardır. Hissedarların da tek beklentisi, ellerinde tuttukları kağıt parçalarının mümkün olduğunca fazla değer kazanmasıdır. Bu durum, tekellerin üst ya da ara kademe yöneticilerinin ya da teknik elemanların kar mantığından bağımsız kararlar almasını sağlamaz. Tam tersine, kâr mantığına uygun hareket etmek, yalnızca yükselmek için değil, işini korumak için de zorunludur.

Kafa emekleriyle geçinenlerin, aslında genellikle rutin işler yapmalarına karşın, zaman zaman daha “yaratıcı” olabildikleri doğrudur. Ama bu “yaratıcılık”, genel bir kural olarak, toplumsal çıkarların karşısına dikilir. Örneğin, bankalar başta olmak üzere mali sektör, zerre kadar “toplumsal fayda” üretmez. Mali sektörün işlevi, üretim sürecini kontrol altında tutmak ve elde edilen kârların sermaye sahipleri arasında yeniden paylaşımını sağlamaktır. Ve bugün mali sektör, kafa emekçilerinin “yaratıcılık”larına en fazla ihtiyaç duyan sektörlerden biridir. Kumarhane mantığıyla işleyen piyasalardan olabildiğince fazla para kazanmaya odaklanmış bir “yaratıcılık” ile sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum hedefi arasında herhangi bir akrabalık ilişkisi olabilir mi?

Ya imalat sanayisinde çalışan kafa emekçileri?

Onların görevi, ulaşımın toplumsal maliyetini artıran otomobilleri, yalnızca bireysel olarak tüketilebilen dayanıklı tüketim mallarını, koruyucu sağlık hizmetlerinin eksik bırakılması nedeniyle ihtiyaç duyulan ilaçları, sürekli eskiyen “kişisel” bilgisayarları, sağlıksız ve dengesiz beslenme alışkanlığı kazandıran abur-cuburları vb. üretmektir. Bu konularda da bir hayli “yaratıcılık” sergiledikleri kesindir!

Üretimin toplumsallaştığı bir dünyada, ihtiyaçların bireysel olarak ve toplumsal açıdan zararlı biçimlerde giderilmesini zorunlu kılacak türden nesneleri tasarlayıp geliştirenlerin sermaye ilişkilerinden bağımsızlaşabildiğini ya da bağımsızlaşabileceğini söylemek mümkün olabilir mi?

Medya ve reklamcılık sektörlerinde çalışanların yaratıcılıklarını ayrıca tartışmaya gerek yok...

Peki, bugünün dünyasında sermayeye ihtiyaç duymadan değer üretenler yok mu?

Herhalde en doğrusu, bu soruyu 2001 yılında gerek ABD’de gerekse Türkiye’de işsiz kalmış olan kafa emekçilerine sormak olacaktır. Acaba işsiz kaldıktan sonra, “dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla” ne gibi değerler ürettiler?

Belki de, kendi şirketlerini kuran ve böylece kendi kendilerinin patronu olanlar kastediliyordur.

Gerçekten de, özellikle henüz gelişme aşamasında olan sektörlerde, “iyi fikir”lerini paraya çevirmek isteyenler, görece sınırlı bir sermaye birikimiyle “girişimci” sıfatını kazanabiliyor. Bilgisayar sektörü bunun tipik bir örneğiydi. Ama kısa bir süre içinde, birkaç şirket tekelleşirken, diğerleri de tekelleşen şirketler tarafından satın alınmaya başladı. Diğer yandan, tekelleşme arttıkça, küçük sermaye birikimleriyle hayata geçirilebilecek “iyi fikir”lerin sayısı da hızla azaldı. Dahası, “iyi fikir” üretimi, tekeller tarafından bir tür “sınai üretim”e dönüştürüldü.

Ya her şeye rağmen “kendi kendilerinin patronu” olmak konusunda direnenler ve özelde de kriz döneminde yapacak başka bir şeyi olmadığı için şirket kuranlar?

Onların işi, bir büyük şirkette ücretli olarak çalışanlarınkinden çok daha zor! Birincisi, kendilerini her gün yeniden pazarlamak zorundalar! İkincisi, ürettikleri mal ve hizmetleri sürekli daha ucuza mal etmek, bunun için de çoğu kez gece-gündüz çalışmak zorundalar. Üçüncüsü, piyasalar kriz dönemlerinde daraldığında gelirleri ilk önce azalanlar onlar.

Gelelim emeğin kendi değerini kendisinin biçmesi meselesine...

Bilgisayar mühendisleri, endüstri mühendisleri, işletmeciler vb., bazı sektörlerde bir dönem boyunca gerçekten de “istedikleri” ücreti alabilir hale geldiler. Bir bankada, bir bilgisayar donanım ya da yazılım şirketinde veya bir medya kuruluşunda çalışmaya başlayanlar, ömür boyu yüksek ücretli ve sosyal güvenceli işlerde çalışabileceklerini zannetmeye başladılar. Vazgeçilmez olduklarına ve öyle kalacaklarına inandılar.

Ama son bir yıldır, dünyanın her tarafında ve bu arada Türkiye’de, sokağa atılmayanlar daha düşük ücretlere ve daha sınırlı sosyal güvencelere razı oluyor! İşsiz mühendislerin ve yöneticilerin sayısı arttıkça, pazarlık güçleri daha da azalıyor. Üstelik aralarındaki rekabet “küresel” ölçeğe taşınmış durumda. İletişim ağlarının gelişimi, zihinsel emek gerektiren pek çok işin dünyanın herhangi bir köşesinde yapılmasını mümkün kılıyor. Üstüne üstlük, üniversitelerden her yıl benzer niteliklere sahip milyonlarca yeni işsiz adayı mezun oluyor!

Ve belki de onlardan bazıları, Laçiner’in şu satırlarını okuyor:

“İnsanın asli niteliğinin yaratıcılık olduğunu bu denli somut duyumsayabileceği bu çağda, insanlara bu niteliklerine tek tek, bizzat ve bütünüyle sahip hale gelme çağrısını yapmak, bu şevki uyandırmak ve bu uyanışın mecrası olmak... Sol burada ve sadece buradadır.”[36]

Bu arada, dünyada “işgücü” sınıfına sokulan insanların üçte bir işsiz, milyarlarca insan açlık sınırında dolaşıyor, Türkiye’nin eğitimli gençlerinin bile yaklaşık üçte biri iş bulamıyor...

Her şeyin “kendiliğindenlik”e bırakılamayacağını iktisadiyatçılık düşmanları da kavramış. Ve, özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya yönelik olarak son derece etkili (ve kesinlikle iktisat-dışı) bir silah geliştirmişler! Yeni bir “ortak mülkler” kavramı tanımlanacak ve böylece özel mülkiyet alt edilecekmiş. Nasıl mı?

What is Pilosophy? kitabında Deleuze ve Guattari, yaşadığımız devirde ve iletişimsel ve etkileşimsel üretim bağlamında, kavramların kuruluşunun tek başına epistomolojik bir işlem değil; eşit oranda ontolojik bir proje olduğunu iddia eder. Kavramları ve onların ‘ortak adlar’ dediği şeyleri kurmak gerçekten de çokluğun zekasını ve eylemini birleştiren, bu zeka ve eylemin birlikte işleyişini sağlayan bir etkinliktir. Kavramlar kurmak gerçeklikte bir ortaklık projesini var etmek anlamına gelir.”[37]

Neden daha “radikal” bir adım atıp, bugünkü düzeni “komünizm” diye adlandırmıyoruz ki? Bu konuda şartların henüz olgunlaşmadığını iddia etmek, fazlasıyla “iktisadiyatçı” ve “indirgemeci” bir yaklaşım olmaz mı?

İktisadiyatçılık düşmanlarının söylediği her şey yanlış değil elbette.

Örneğin, kol emeğinin yakın bir gelecekte tümüyle gereksizleşmesi mümkün olmasa bile, kol emekçiliğinin ortadan kaldırılması gerçekten de hedeflenmelidir. Tüm insanların zihinsel üretim potansiyelinin toplumsal çıkarlar doğrultusunda harekete geçirilmesi, insanlığın ilerleme sürecinde muazzam bir sıçramayı mümkün kılacak ve bu arada kol emeğinin neredeyse tümüyle gereksizleşmesinin koşullarını da yaratacaktır.

Ama tam da bunun için, sermaye egemenliğinin ortadan kaldırılmasına, yani sosyalist devrimlere ihtiyaç var!

Diğer yandan, kafa emekçilerinin sınıf mücadeleleri içinde üstlenebileceği roller üzerine daha fazla düşünmek gerektiği de doğrudur:

“... sosyalizm, toplumların en fazla ezilen katmanlarının sözcülüğünü yapmanın ötesinde, ideolojik ve siyasal ağırlıkları bulunan ve yeni bir düzen kurmanın olanaklılığını kavramanın ötesinde temsil edebilecek yarı-aydın kesimleri sınıf mücadelelerine kazanma mücadelesi vermelidir. Bu kesimler üzerinde bir ideolojik belirleyicilik sahibi olmadan, geleceği temsil etme iddiasının altını doldurmak mümkün olmayacaktır.”[38]

Ancak tartışma bu türden zeminlere kaymaya başladığında, ilerlemecilik, devletçilik, ertelemecilik ve bireyi ikinci plana itme eleştirileri bir kez daha gündeme sokulacaktır.

Bu noktada, fazlasıyla “iktisadiyatçı” kimi vurgular yapmanın sakıncası bulunmuyor:

‘70’li yılların başından bu yana bir büyük bunalım döneminin içinde bulunan dünya kapitalizminin “toplumsal ilerleme”ye öncülük etmek bir yana bunun önündeki tek engel haline geldiği bir dönemde, ilerlemeciliğe reddiyeler düzülmesi bir tesadüf müdür?

Tam da sermaye sahiplerinin “devleti küçültme”, yani devletin toplumsal çıkarlara yönelik her türden işlevini tasfiye etme hedefini bayraklaştırdıkları bir dönemde, her türden devlete yönelik düşmanlığın bu denli güçlenmesi bir tesadüf müdür?

Kapitalizmin insanlığın ezici çoğunluğuna herhangi bir gelecek umudu sunamadığı bugün, geleceğe yönelik her türden projeye düşmanca bakılması bir tesadüf müdür?

Kapitalizmin “sosyal devlet” politikalarını tümüyle tasfiye etmeye çalıştığı bir dönemde, bireyin ne kadar önemli olduğunun keşfedilmesi bir tesadüf müdür?


“Hemen şimdi” yapılabilecek olan: “Sivil itaatsizlik” ya da eylemli itaat

“Yavaş yavaş iyi bir vatandaş için asıl vazifenin
adalet dediğimiz cihazın işlemesine yardım
etmesi olduğuna inandı. Bu büyük makine kendi kendine
işleyemezdi; nasıl bir lokomotife kömür lazımsa,
ona da hakkını isteyen vatandaşların iyi niyeti
lazımdı. ‘Memalik-i Osmaniye’de her vatandaş
senede üç dava açsa işler değişir’ diyordu.”[39]

“Ne Yapmalı”cıları fazla otoriter ya da katı disiplinci bulan “hemen şimdi”cilerin, iş bulup çalışmak dışında da bir “eylem” önerileri var: Sivil itaatsizlik.

İtaatsizlik deyip geçmemek lazım. Çünkü gerçekte, sivil itaatsizlik yapmaya kalkışacak olanların itaat etmesi gereken kuralların sayısı hiç de az değil.

Birincisi, sivil itaatsizlik eylemlerin ciddi ve daha önemlisi tekil haksızlıklara karşı yapılması gerekiyor. İkincisi, yasal olanakların tükenmiş olduğundan emin olunması gerekiyor. Üçüncüsü, toplumun “ortak adalet” anlayışının temel alınması gerekiyor. Dördüncüsü, her türden şiddetin reddedilmesi, karşı çıkılan tarafın “malına bile” zarar verilmemesi gerekiyor. Beşincisi, eylem sürecinde daha önce kamuoyuna ilan edilmemiş hiçbir adımın atılmaması gerekiyor. Altıncısı, dinci gericiler ve faşistler dahil, eylemlere herkesin katılmasını hedeflemek gerekiyor. Yedincisi, “düzeltici” ya da “yapıcı” olmak gerekiyor. Sekizincisi, işin içine siyasal partileri, hele hele komünist partileri kesinlikle karıştırmamak gerekiyor!

Örneğin, Hannah Arendt, ‘70’li yılların başında, “politik ya da başka türden ideolojik görevlerin” öne çıkarılmasını kaygı verici bir gelişme olarak değerlendiriyor:

“Günümüzde sivil itaatsizliğin baştemsilcisi durumundaki öğrenci hareketini tehdit eden, sadece yıkıcılık, şiddet, kötü ruh hali ya da daha da kötü olan üslupları değil, tersine hareketin giderek daha fazla, kendisini bölüp dağıtacak olan ideolojilerin (Maoizm, Castroizm, Stalinizm, Marksizm-Leninizm vb.) etkisi altına girmesidir.”[40]

Sivil itaatsizlik eylemleri, Almanya, ABD ya da Fransa gibi “demokratik” ülkelerde, mevcut adalet mekanizmasıyla çözülemeyen sorunların, “anayasal düzen” ve “demokrasi” sınırları içinde çözüme kavuşturulmasını hedefliyor. “Totaliter olmayan anti-demokratik rejimler”de ise, Batı tipi demokrasiye ulaşma amacıyla mücadele ediliyor.

Bu eylem biçiminin, sermaye düzenine “eylemli” bir şekilde itaat eden yurttaşlar yaratmaktan başka hiçbir anlama gelmediğini uzun uzadıya tartışmaya gerek var mı?

Buraya kadar yazılanların ardından gereksiz bulunabilecek bir ek: “Hemen şimdi”ciler, uzun vadeli hedeflere güncel hedefler eklemiyor; uzun vadeli her tür hedefle birlikte, sermaye düzenini ortadan kaldırma hedefine karşı çıkıyorlar:

“Her türlü teleolojik politikalardan vazgeçip, politikayı kendi içinde bir amaç olarak değil, şimdi ve burada karşılaştığımız sorunların aşılma yolu olarak görmemiz gerek.”[41]


Sosyalist Devrimciler Çok mu “Despotik”?

“Sosyalist devrimin en önemli meşruluk kaynağı,
sınıfsız topluma doğru en önemli sıçrama olmasıdır.”[42]

Kapitalizm, yüzyıllardır, kendisine uygun insanlar yaratmaya çalışıyor. Bu düzende, yaşayabilmek için bile, şu ya da bu oranda paragöz, bencil, çıkarcı, rekabetçi ve mülkiyetçi olmak zorunlu. Ama bu yetmiyor ve eğitim kurumları, medya, sermaye partileri, sivil toplum örgütleri ve hatta reklamcılar, itaatkar ve dar görüşlü insanlar yaratmak için sürekli bir seferberlik halinde tutuluyor. Sermayenin hukuk düzeni, özel mülkiyet düzeninin sınırlarını zorlayanları yeniden yola sokmaya çalışıyor. Bunlar yetmiyor, dinci gericilik ve faşizm, düzen dışı tepkiler vermesi muhtemel insanların bir kesimini teslim alıp diğer kesimlere saldırıyor. Bunların da yetmediği noktada devreye devletin karşı-devrimci örgütlenmelerinin ve hatta bir bütün olarak ordunun gireceği, gerektikçe hatırlatılıyor.

Nüfusun büyük çoğunluğunun insanlığın kültürel ve bilimsel birikimine ulaşma olanaklarından yoksun bırakıldığını hatırlatmak herhalde gereksiz...

Bütün bunların üzerine eklenen bir “demokrasi” ile toplumun ve tek tek insanların gerçek çıkarları arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Bütün bunların üzerine eklenen bir “demokrasi”, mevcut düzene meşruiyet kazandırmaktan başka ne işe yarayabilir?

Burada sorun, demokratik içerikli kimi taleplerin iktidar mücadelesinin belirli uğraklarında kritik bir önem kazanıp kazanamayacağı değil. Çünkü artık, “demokrasinin araçsallaştırılması”na itiraz ediliyor! Demokrasi, bir nihai hedef kategorisine yükseltiliyor.

İnsanlığın (ve tek tek insanların) özgürleşmesinin her şeyden önce bir düzen sorunu olduğunu söyleyenlerse, indirgemecilikle, ikamecilikle (“insanın kurtuluşu” hedefinin yerine “sınıfsal-toplumsal kurtuluş” hedefinin konması), despotizmle vb. suçlanıyor.

Yani, açıkça, bu düzenin biçimlendirdiği insanı istiyorlar! Kuşkusuz, yine bu düzen tarafından biçimlendirilmiş olan idealleriyle birlikte!

Leninizme yöneltilen bir diğer itiraz, sınıfsal-toplumsal kurtuluş mücadelesini merkeze yerleştirdiği oranda, başka insanlar için neyin doğru olduğu konusunda karar verme yetkisini kendinde görmesi.

Sanki kapitalizm tüm insanlık için neyin doğru olduğuna yüzyıllardır karar vermiyormuş gibi!

Leninistler, elbette, insanlık için en “doğru” olanın ne olduğu konusunda bir fikre sahipler ve kendi “doğru”larını hayata geçirmeye çalışıyorlar.

Buradan kaçınılmaz olarak despotizm mi türer?

Bir kere, iktidarı alana kadar, Leninist öznenin yaptırım gücü fazlasıyla sınırlıdır. Belirli bir programı ve belirli siyasal ilkeleri benimseyen tek tek insanlar, Leninist örgütte, gönüllülük temelinde bir araya gelir. Herhalde bunu yapmaya hakkımız vardır, öyle değil mi?

Bir araya gelmiş bu insanlar, kendi “doğru”larını topluma benimsetmek ve hayata geçirmek için mücadele eder. Üstelik, bir başka “azınlık” tarafından belirlenen mücadele koşulları altında!

Bu arada, toplumun büyük çoğunluğu, bu mücadeleye karşı “ilgisiz”dir! İktidardaki azınlığın en önemli silahlarından biri, nüfusun büyük bir çoğunluğunun apolitizmidir. Bu da, çoğunluğu oluşturan bireylerin “bilinçli” tercihlerinin ürünü değildir!

Gönüllülük temelinde bir araya gelen insanlar, yanlış bir hedefe ya da yanlış bir örgütlenme anlayışına sahip olamaz mı?

Elbette! Kapitalizm koşullarında gerçekleştirilen gönüllü birlikteliklerin çok büyük bir çoğunluğu hem yanlış hedeflere hem de yanlış örgütlenme anlayışlarına sahiptir!

Ama yanlış yapma ihtimalinin bulunması nedeniyle bugünkü yanlış düzeni değiştirmek için hiçbir şey yapmamak, en büyük yanlıştır!

Ya iktidar alındıktan sonra? Leninizmin iktidar alındıktan sonra bir tür despotizme dönüşmesi neredeyse kaçınılmaz değil mi?

Her şeyden önemlisi, Leninist iktidar, toplumsal onayın sürekliliğini sağlamak konusunda, sermaye sahiplerinin iktidarına oranla ciddi bir dezavantaja sahiptir. Sermaye iktidarının en önemli toplumsal dayanağı, sermaye ilişkilerinin kendisidir. Buna karşın, sınıfsız topluma giden yoldaki bir geçiş süreci ya da daha doğrusu mücadele dönemi olan sosyalizm, kendi kendini yeniden üreten ve bu arada tüm toplumsal ilişkilerin yeniden üretimini belirleyen bir iktisadi temele sahip değildir.

Tam da bu nedenle, sermaye sahiplerinin iktidarından farklı olarak, Leninist iktidar, toplumun pasif bir onayıyla yetinemez. Toplumsal katılımı artırmak, Leninist iktidar açısından, bir ölüm-kalım sorunudur! Leninist iktidar, önce kapitalizmin biçimlendirdiği insanların doğal durumu olan apolitizmle mücadeleyi sürdürmek, sonra da sosyalizmin insanlarının toplumsal süreçlere bilinçli/iradi katılımını süreklileştirmek zorundadır.

Bu görev ihmal edildiğinde başa nelerin gelebileceği artık tecrübeyle de sabit.

Tecrübenin sonuçları ise gerçekten acı: Sosyalist ülkelerin büyük çoğunluğunun çözülmüş olduğu bir dünyada yaşamak, yalnızca eski sosyalist ülke yurttaşları için değil, insanlığın ezici çoğunluğu için eskisine göre çok daha zor! Kimse, “Ya barbarlık ya sosyalizm” sloganının aslında ne kadar doğru olduğunu keşfetmek için böylesi bir tecrübeyi bir kez daha yaşamayı istemeyecektir!


Türkiye’de sosyalist devrimin dayanağı var mı?

“... ilkesizliğe alıştırılan Türkiye toplumunun, ilkeli ve güçlenen
bir akıma kayıtsız kalması mümkün olmayacaktır.”[43]

Avrupai bir demokrasisi, kültürel açıdan gelişkin bir burjuva sınıfı, sivil toplumu, bireyi olmayan bir ülkede “sosyalist devrim” hedefi ne kadar gerçekçi ve asıl önemlisi ne kadar günceldir?

Aslına bakılırsa, yukarıda tartıştığımız üzere, solun önemli bir kesimi, her türden devrim stratejisine karşı çıkma noktasına gelmiş durumda. Diğer yandan, bir zamanlar strateji tartışmalarını diri tutan “demokratik devrim” taraftarları da, en azından bugün için, siyaset sahnesinden silinmiş durumda. Geriye yalnızca, “ulusal”lıktan “milliyetçilik”e transfer olma sürecindeki “sol”un “Büyük Doğu” stratejileri kalıyor...

Yine de, sosyalist devrimci olmayanların tümü, Türkiye’deki “demokrasi yokluğu”nu temel bir sorun olarak görme noktasında birleşiyor.

Bu da son derece doğal. Çünkü Türkiye emekçilerinin “demokrasi bilinci”nin farklı tarihsel nedenlerle bir türlü gelişememiş olması, tam da sosyalist devrim perspektifine sahip olmayanların altını oyuyor! Liberal sol, tıpkı liberalizm gibi, bu topraklara bir türlü kök salamıyor. İşçi sınıfının gündemine “demokrasi mücadelesi”ni sokmaya çalışanlar, sınıftan bir türlü olumlu tepkiler alamıyor. Demokratik bir devrim için “halk hareketi” yaratmaya çalışanlar, ya tümüyle başarısız oluyor, ya da yarı yolda kalıyor.

Ekim Devriminden önce, Rusya’daki halk hareketleri geleneği, bu ülkedeki düzen karşıtı hareketlerin çok daha geniş bir yelpaze oluşturmasını ve farklı eğilimlerin teori alanında da derinleşmesini mümkün kılmıştı. Buna karşın Türkiye’de, siyaset, çok daha fazla devlet ve iktidar odaklıdır.

Bu durum, iyi ya da kötü değil, Türkiye toprakları söz konusu olduğunda tarihsel bir veridir.

Sorun, bu ülkede herhangi bir muhalefet dinamiğinin bulunmaması değil. Tam tersine, özellikle ‘50’li yıllardan bu yana, Türkiye, dışarıdan bakanlar açısından hep “karışıklıkların hakim olduğu” bir ülke olmuştur.

Buna karşın Türkiye topraklarından, “liberal düşünceli yurttaşlar” gibi, bir “halk hareketi” de çıkmamıştır.

‘60’lı yıllarda ikincisine çok yaklaşıldığı söylenebilir. Türkiye kapitalizminin görece hızlı bir ilerleme kaydettiği bu dönemde, sermaye iktidarları, toplumsal dinamiklerin bir miktar güçlenmesinde çok fazla sakınca görmemiş, hatta bunu düzenin toplumsal dayanaklarını sağlamlaştırabilecek bir gelişme olarak değerlendirmiştir. Ancak riskler kısa zamanda belirginleşmiş ve bu arada ilerlemenin temposu da düşmeye başlamıştır. Diğer taraftan, bir toplumsal hareketliliğin içine doğan sol, iktidar perspektifinden uzaklığı nedeniyle, görece kolay kazandığı kitle desteğinden kalıcı toplumsal kazanımlar çıkaramamıştır.

‘80’li ve ‘90’lı yıllarda, bencil, köşe dönmeci, çok tüketen, “serbest piyasa”nın erdemlerine inanan “özgür birey”ler yaratmak için epeyce çaba harcandı. Bankacılık, bilişim, medya ve reklamcılık gibi sektörlerin hızla büyürken bol miktarda yüksek ücretli eleman istihdam etmelerinin de yardımıyla, bu konuda kısmi bir başarı elde edilebildi.

Ancak Türkiye kapitalizminin son krizi, düzenin “kendi bireylerini” yaratmak ve korumak konusundaki olanakların ne kadar sınırlı olduğunu gösterdi.

Bu ülkede liberal ideolojiyi güçlendirmeye yönelik çabaların ne denli ciddi bir iflasla karşı karşıya olduğunu somutlayan örneklerden biri, “serbest piyasa”yı sloganlaştıran Habertürk adlı televizyon kanalının TKP’li öğrencileri tartışarak alt etmekle görevlendirdiği “Basın Kulübü” mensuplarının uğradığı hezimet oldu. Bugünkü düzeni komünistlere karşı “fikrî planda” savunmanın iyiden iyiye olanaksızlaştığı bir kez daha görüldü.

Ortada son derece yapısal bir sorun var: Türkiye kapitalizmi, kendi toplumsal dayanaklarını da güçlendirecek bir ilerleme dinamiğinden yoksun. Dünya kapitalizminin bunalımı da hesaba katıldığında, bu durumun öngörülebilir vadede değişmesi mümkün görünmüyor.

Buradan yalnızca devrimci sonuçlar çıkmaz elbette.

Sermaye düzeninin kitlelerde herhangi bir gelecek umudu yaratamadığı ve sermaye siyasetinin kitlelere yalnızca yönsüzlük duygusunu taşıyabildiği bir dönemde, toplumsal değerlerin aşınmaya başlaması kaçınılmazdır. Bugünün Türkiyesi’nde, dayanışmacılık ya da paylaşımcılıktan adalet arayışına, “komşuluk”tan “mülkiyet haklarına saygı”ya kadar pek çok değer aynı anda aşınma tehlikesiyle karşı karşıya. Son aylarda yaşanan bazı “toplumsal olaylar” da, toplumsal ölçekte bir çürüme sürecinin yaşanabileceğine işaret ediyor.

Söz konusu tehlikenin kendiliğinden hareketlenmelerle bertaraf edilmesini beklemenin fazla bir anlamı bulunmuyor. Diğer yandan, kimi toplumsal değerleri diri tutmaya ya da örneğin “demokratik değerler”i güçlendirmeye yönelik mücadele stratejileri de iflas etmeye mahkum.

Bu ülkenin insanlarının asıl ihtiyaç duyduğu şey, bir “gelecek umudu”.

Sermaye düzeninin hiçbir gelecek umudu sunmadığı bugün, “insanca ve onurlu bir yaşam” ve “bir başka düzen” taleplerinin toplumsal karşılık bulması, her zamankinden daha kolay.

Ancak, söz konusu toplumsal karşılığın “helal olsun adamlara” düzeyinde kalmaması için, siyasal iktidarı en “somut” hedef olarak tarif edebilmek gerekiyor.

Kısacası, sosyalist iktidar, bugünün Türkiyesi’nde, yalnızca gerçekçi bir hedef değil, aynı zamanda bu toprakların kirlenmesine karşı acilen alınması gereken bir önlem!


Marksist teori dergisi Gelenek’in Mart 2002 tarihli 72. sayısında Dünya Armağan imzasıyla ve NK Yayınları tarafından Şubat 2005’te yayımlanan Sosyalist Devrim Teorisi başlıklı derleme kitapta kendi imzamla yer alan bu yazıda yalnızca biçimsel düzeltmeler yaptım.




[1] Server Tanilli, “Bir Saldırının Arkasından...”; 11 Eylül içinde, hazırlayanlar: Tamer Erdoğan vd., Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2001, İstanbul, s. 73.
[2] Samir Amin, “Emperyalizm ve Kültürelcilik Birbirini Tamamlıyor”; Medeniyetler Çatışması içinde, Murat Yılmaz (derleyen), Vadi Yayınları, Genişletilmiş Üçüncü Basım, Ekim 2000, Ankara, s. 355.
[3] a.g.y., s. 25.
[4] a.g.y., s. 45.
[5] a.g.y. s. 49.
[6] Fred Halliday, “Hiç Kimse Bir Ada Değildir”; Küreselleşme ve Terör içinde, derleyen: Mehmet Ali Civelek, Ütopya Yayınları, Aralık 2001, Ankara, s. 257.
[7] “Chomsky ile Söyleşi”, “11 Eylül” içinde, a.g.y., s. 187
[8] “Eric Hobsbawm ile Söyleşi”, a.g.y., s. 262
[9] “Napolyon, kendisini Mısırlılara zorla benimsetmek için gücünün yetersiz kaldığını görür gibi olduğunda, yerel imamlara, kadılara, müftülere, ulemaya, Kuran’ı Grande Armee [Fransız Ordusu] lehinde tefsir ettirmeye çalıştı. Bu amaçla, ulemadan El-Ezher’de hocalık yapan altmış kişi Napolyon’un karargahına davet edilip Grande Armee nişanları verildi; Napolyon’un, İslam ile Hz. Muhammet’e duyduğu hayranlıkla, çok iyi bilir göründüğü Kuran’a duyduğu, açıkça da gösterdiği saygıyla kendilerini pohpohlamasına izin verdiler. Taktik işe yaradı; Kahire halkı kısa sürede işgalcilere duyduğu güvensizlikten kurtulmaya başladı. Napolyon sonraları vekili Kleber’e, kendisi ayrıldıktan sonra Mısır’ın hep Şarkiyatçılar ile kendi yanlarına çekebildikleri Müslüman dini liderler aracılığıyla yönetilmesi konusunda kesin bir talimat verdi; başka bir siyaset fazlasıyla pahalıya patlar, akılsızlık olurdu.” (Edward Said, Şarkiyatçılık – Batı’nın Şark Anlayışları, çev: Berna Ülner, Metis Yayınları, İkinci Basım, Ekim 2002, İstanbul, s. 92)
Emperyalizm, “İslam”ın siyasal bir tehdit haline gelmemesi için yapılması gerekenler hakkında da ciddi bir birikime sahiptir. Örneğin, Thomas Edward Lawrance’ın 1916 yılında İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği memorandumda şu sözler de yer alıyordu: “Şerif Hüseyin’in çalışmaları, acil hedefimiz olan İslam Birliği’nin parçalanması, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve çökmesinde lehimize bir durum yaratmaktadır. Öte yandan Şerif’in Türkler’in yerine koymak üzere yaratmaya çalıştığı yeni devletlerin Türkler’in ve Almanlar’ın oyuncağı olmadan ve önceki dönemlerde olduğu kadar uysal olacaklarını düşünüyorum. Araplar, Türkler’den daha kararsız. Eğer dikkatli hareket edersek bu devletler birbirlerini kıskanan, aralarında uyum sağlayamayan ama her zaman dışarıdan gelecek bir kuvvetle anlaşmaya hazır politik bir mozaik olarak kalacaklardır. Hüseyin, Hicaz’daki Türk Hükümeti’nin yerine geçmeyi planlamaktadır. Bu olayı şiddet kullanılacak bir biçimde düzenlememiz, İslam’ın kendi içinde bölünmesinin başlangıcını sağlayarak, İslam’ın politik bir tehdit olarak karşımıza çıkmasını önleyecektir.” (A. Gresh-D. Vidal, Ortadoğu, çev: Hamdi Türe, Alan Yayıncılık, Kasım 1991, İstanbul, s. 33.)
[10] Ruşen Çakır, “Şeytanlarımız İçimizde”, Birikim, Ekim 2001, sayı: 150, s. 48.
[11] Modernleşme ve Çokkültürlülük, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İletişim Yayınları, 2001, İstanbul, s. 9.
[12] Fred Halliday, a.g.y., s. 256
[13] Edward Said, a.g.y., s. 15.
[14] K. Marx-F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev: Dünya Armağan, Gelenek Yayınları, Mart 1998, İstanbul, s. 12.
[15] Edward Said, a.g.y., s. 165-166.
[16] V.İ. Lenin, Emperyalizm, çev: Cemal Süreya, Sol Yayınları, Onuncu Baskı, Ağustos 1998, s. 19.
[17] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Yapı Kredi Yay., Nisan 2000, İstanbul, s. 42.
[18] Ali Mert, Omurgayı Çakmak, Gelenek Yayınları, Ocak 2002, İstanbul; s. 44.
[19] K. Marx-F. Engels, a.g.y., s. 35.
[20] Ali Bayramoğlu, “Terörün Kaynağı”; 11 Eylül içinde, a.g.y., s. 117-118.
[21] Cumhuriyet, 24 Şubat 2002.
[22] K. Marx-F.Engels, a.g.y., s. 35.
[23] a.g.y., s. 35-36.
[24] M. Hardt-A. Negri., İmparatorluk, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, Üçüncü Basım, 2001, İstanbul, s. 15.
[25] a.g.y., s. 410.
[26] a.g.y., s. 411-412.
[27] D. Fo-F. Rame-J. Fo, “Barışa Bir Fırsat Ver!”, Küreselleşme ve Terör içinde, a.g.y., s. 335.
[28] K. Marx-F. Engels, a.g.y., s. 18.
[29] a.g.y., s. 38.
[30] Örnek olarak: Ertuğrul Başer, “Özelleştirme Vesilesiyle İktisada ve Kamusala Dair”, Yeni Bir Sol Tahayyül İçin (Birikim’den Seçmeler 1) içinde, derleyen: Tanıl Bora, Birikim Yayınları, 2000, İstanbul.
[31] M. Hardt-A. Negri, a.g.y., s. 306.
[32] a.g.y., s. 51-52.
[33] K. Marx, Kapital - Üçüncü Cilt, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Şubat 1990, Ankara, s. 340.
[34] a.g.y., s. 341.
[35] K. Marx-F.Engels, Komünist Parti Manifestosu, a.g.y., s. 21.
[36] Ö. Laçiner, “Sol-Sağ : Ebedi Bir Arayış Dinamiği”, Yeni Bir Sol Tahayyül İçin, a.g.y., s. 25.
[37] M. Hardt-A. Negri, a.g.y., s. 314.
[38] Dünya Armağan (Erkin Özalp), “Son Devrim Çağı”, Gelenek, 63, Ekim 2000, s. 71.
[39] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2001, İstanbul, s. 103.
[40] Hannah Arendt, “Sivil İtaatsizlik”; H. Arendt ve diğerleri, Kamu Vicdanına Çağrı - Sivil İtaatsizlik, çev: Yakup Coşar, Ayrıntı Yayınları, İkinci Basım, 2001, İstanbul, s. 114.
[41] Şükrü Argın, “Nostalji İle Ütopya Arasında”, Yeni Bir Sol Tahayyül İçin, a.g.y., s. 201.
[42] “Sosyalist Devrim Teorisi ve Türkiye’de Demokratik Devrim Tezleri”, Sosyalist Devrim Yazıları, NK Yayınları, İstanbul, Şubat 2005, s. 27.
[43] Aydemir Güler, “Sosyalist Devrim ve Yurtseverlik”, Gelenek, 64, Haziran 2001, s. 31.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder