Sosyalist devrimcilik, bugünün dünyasında, yalnızca farklı
devrim stratejileri arasında en “ileri” olanı savunmak anlamına gelmiyor. Sosyalist
devrim perspektifi, güncel gelişmeleri doğru yorumlamak ve doğru tavırlar alabilmek
için de vazgeçilmez hale geldi. Bunu görmek için, 11 Eylül sonrasında yazılıp
çizilenlere bakmak bile yeterli olabiliyor.
Dünya ölçeğindeki tüm diğer “sarsıcı” olaylar gibi 11 Eylül
de, farklı siyasal ve ideolojik yönelimlerin kristalize olmasını sağladı. Gerek
“sıcağı sıcağına” yapılan yorumlar, gerekse 11 Eylül sonrasındaki gelişmelere
gösterilen tepkiler, sosyalist devrimci olmayan bakış açılarının körleştirici
etkilerini fazlasıyla somutladı.
“Üçüncü Dünya Savaşı”nın başlamış olduğu türünden aceleci
saptamaları bir yana bırakalım ve Marksizm hakkında “yeni düşünceler” ileri sürdüğü
iddiasıyla ortaya çıkan bir yazara kulak verelim:
“Dileriz ki Amerika, ‘Suçlular en kısa vakitte
cezalandırılacaktır’ deyip tek başına hesap sorma yoluna sapmaz ve terör
kanserine karşı uluslararası bir işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmede rol
alır.”[1]
Bugünün dünyasında, ABD’nin de katkılarıyla güçlendirilecek
bir “uluslararası işbirliği ve dayanışma”nın ne anlama geleceği açık değil mi?
Emekçiler ya da ezilenler adına, emperyalist ve kapitalist ülkelerin iktidarlarına,
kendi aralarındaki “işbirliği ve dayanışma”yı güçlendirme çağrısı yapmaktan
daha anlamsız bir politika olabilir mi?
11 Eylül’ün iktidar perspektifine sahip olmayanların çoğunda
yarattığı temel duygu korku oldu. Hem “terör” korkusu, hem de ABD’nin dünya
ölçeğindeki saldırganlığının artacak oluşundan duyulan korku. Bunun son derece
anlaşılır, “insani” yanları var elbette. Ama korku, hem körleştirir hem de
teslimiyetçiliği güçlendirir. Nitekim ABD de, her iki korkuyu büyütmek için
özel bir çaba harcadı.
Kimileri, ABD Başkanı Bush’un “Haçlı Seferi”nden söz etmesinin
bir dil sürçmesi ya da gaf olduğu açıklamasına kolayca inandı. Daha doğrusu,
inanmak istedi. Oysa, her bir cümle ve sözcüğü danışmanları tarafından özenle
seçilen bir başkanın böylesi bir hata yapması ihtimal dışıydı. “Haçlı Seferi”
benzetmesi, bir yandan korkuları beslemeye, diğer yandan da dünya ölçeğindeki
temel çelişkiyi tarif etmeye yönelikti...
“Medeniyetler
Çatışması” ya da yeniden ısıtılan Doğu-Batı tartışmaları
“... bu karışıklıkta
zarlar hilelidir: Batı her zaman kazanacaktır,
diğerleri de her zaman
yenilecektir. İşte bu yüzden
diğerlerinin kültürelci
seçenekleri, yalnızca tolere edilmez,
aynı zamanda cesaretlendirilir.”[2]
Samuel P. Huntington’ın 1993 yılında Foreign Affairs
dergisinde yayımlanan “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı makalesinin tek
amacı, ABD’ye ya da daha genel olarak emperyalist ülkelere yeni bir “global
strateji” önermek değildi. En az bunun kadar önemli olan bir diğer amaç, her
türden muhalif hareket için bir zemin tarifi yapmaktı. Kuzey-Güney çelişkisine
ilişkin tezler gibi Medeniyetler Çatışması tezi de, önemsendiği oranda, muhalif
dinamikleri sınıfsal çelişkilerden ve iktidar perspektifinden uzak tutmak gibi
bir işleve sahipti.
Huntington şunları söylüyordu:
“Medeniyet kimliği, gelecekte
gittikçe artan bir şekilde ehemmiyet kazanacak ve dünya büyük ölçüde, belli
başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenecektir.
Bunların içine, Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin
Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri giriyor. Geleceğin en mühim mücadeleleri,
bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca
meydana gelecektir.”[3]
Bu kadar çok sayıda medeniyetin tarif edilmiş olması elbette
bir sorundu. Huntington, sadeleştirme ihtiyacını şu şekilde giderdi:
“Kültür ve güç sebebiyle Batı’ya
katılmak istemeyen, katılamayan ülkeler, kendi ekonomik, askeri ve siyasi
kudretlerini geliştirerek Batı’yla rekabete giriyorlar. Bunu dahili
inkışaflarını ilerletmek ve Batılı olmayan diğer ülkelerle işbirliği etmek
suretiyle yapıyorlar. Bu işbirliğinin en göze çarpan şekli, Batılı menfaatler,
değerler ve iktidara meydan okumak için doğmuş bulunan Konfüçyen İslami yakınlıktır.”[4]
Huntington’a göre, “Batılı
olmayan medeniyetler, Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır” ve “Bu ülkeler aynı zamanda, bu modernliği
geleneksel kültür ve değerleriyle telif etmeye çalışacaklardır.”[5]
11 Eylül sonrasında neredeyse aynı tezi “sol” adına gündeme
getirerek “Asya Kalesi”nden söz edenlerin varlığını anımsamamak elde mi?
11 Eylül, emperyalistler açısından, “İslam”ın ya da
“Doğu”nun ciddi bir “tehdit” (ya da en büyük tehdit) olarak tarif edilmesini
kolaylaştırdı. Medeniyetler Çatışması tezi, 11 Eylül’le birlikte, daha bir güç
kazanmış oldu.
Bir yanda “İslami terör”, diğer yanda ise modernliği
yalnızca iktisadi ve askeri olarak değil, kültürel olarak da temsil eden
“Batı”. Hangisini tercih edersiniz?
Eski bir solcu, Fred Halliday, böylesi bir ikilem karşısında
ABD emperyalizmini meşrulaştırmaya çalışıyor:
“ABD, insanlık tarihindeki en
müreffeh ülke. Belki de dünyanın yarısının gidip yaşamak istediği yer. Müzikten
tıbba kadar birçok alanda herkesin önünde. Cinsellik ve göçmen politikasındaki
geçmişi Avrupa’yı utandırır. Amerikan militarizmi ve saldırganlığına çuvalla
laf edilir. Ancak, hiçbir ülkenin sicili ABD kadar ılımlı değil. II. Dünya Savaşı’na
da, Bosna’ya da rızası hilafına sürüklendi. Bir de Amerikan saldırganlığına
çatan (Almanya, İtalya ve Japonya bir yana) Asya ile Afrika’nın yarısını
çiğnemiş Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin’e bakın.”[6]
Halliday, ABD’yi “dışa dönük” olmaya çağırıyor!
Dünya solunda “savaşa da teröre de hayır” çizgisinin bu
denli güç kazanması da aynı korkunun ürünü değil miydi?
Söz konusu korkunun ardında, “İslami tehdit” hakkındaki
abartılı değerlendirmeler vardı. Nitekim, 11 Eylül sonrasında, Afganistan’ın
hiç de kolay bir hedef olmadığı ve ABD’nin bu ülkeye saldırması durumunda ikinci
bir “Vietnam Sendromu” yaşayacağı sanısı bir hayli güçlüydü. Örneğin, Noam
Chomsky, şu uyarıda bulunmuştu:
“Afganlara yapılacak bir saldırı
çoğu analistin beklediği etkiyi yaratacaktır. Tam da onun [Usame Bin Ladin’in -
EÖ] umduğu gibi, çok sayıda insan, onun saflarına katılacaktır. O öldürülse
bile, pek bir şey fark etmeyecek. Sesi, İslam dünyasının dört bir yanına
dağıtılan kasetlerden dinlenecek ve muhtemelen şehit muamelesi görüp
başkalarına da ilham verecektir.”[7]
Benzer bir korku, Eric Hobsbawm’da da vardı:
“Teröristler, petrol bölgesinde
yönetimi ele alabilecek bir yedek yönetici sınıf oluşturuyorlar. Bu açıdan
bakıldığında, eylemleri, 21. yüzyıl savaşlarının bir başlangıcı olarak
görülebilir.”[8]
Korku cephesinin sol kanadında yer alanlar, ABD’nin bir
Frankestein yaratmış olduğunu düşünüyordu. Ama eğer ortada tüm insanlığı tehdit
eden bir Frankestein varsa, bunu kimin yaratmış olduğu ikinci plana düşecektir.
ABD’nin Afganistan’a karşı yürüttüğü savaş, “İslami
tehdit”in gücü hakkındaki abartılı değerlendirmeleri boşa çıkardı. En fazla
kaygı uyandıran Pakistan’da bile, gerici hareketler, ciddiye alınabilir bir
toplumsal muhalefet örgütleyemedi. “İslam medeniyeti”, İsrail’in Filistin
halkına yönelik saldırıları karşısında bile ciddi bir direnç oluşturamadı.
“Radikal islami” ya da “fundamentalist” hareketler, yeni mevziler kazanmak bir
yana, bir hayli geriletildi.
Böylece, Türkiye’nin burjuva medyasında iddia edildiği
üzere, dünya ölçeğinde bir “28 Şubat süreci” mi başlamış oldu?
Birincisi, dinci gericiliğin dünya ölçeğindeki gücü, hiçbir
zaman, Türkiye’deki gerici hareketin bir dönem kazanmış olduğu siyasal güçle
karşılaştırılabilir düzeye ulaşmadı.
İkincisi, Ortadoğu’nun ve Asya’nın dinci gerici hareketleri,
birleşik bir “radikal islami hareket” oluşturabilecek duruma hiçbir zaman
gelmedi. Nitekim, ABD, geçmişte bizzat iktidara taşıdığı Taliban gericiliğine
savaş açarken, Afganistan’daki diğer gerici hareketlerin ve hatta İran’ın
desteğini almak konusunda herhangi bir zorlukla karşılaşmadı.
Emperyalizm, dinci gericiliği kullanmak konusunda, iki
yüzyıllık bir deneyim birikimine sahiptir.[9]
Diğer yandan, kimi dinci gericilerin kendileri hakkındaki yanılsamaları bir
yana, gericilik, ne kapitalizme alternatif bir toplumsal düzen tasarımına sahiptir,
ne de böylesi bir düzen tasarlama potansiyelini taşımaktadır. Özel mülkiyeti
kutsamak konusundaki mutlak mutabakat, her türden gericiliği emperyalizme
yalnızca “bağımlı” değil, ama aynı zamanda “mahkum” kılmaktadır.
Bu çerçevede bakıldığında, ABD yönetiminin 11 Eylül
sonrasında “İslam”, “terör” ve “düşman” kavramlarını özdeşleştirmesi, basit bir
“dar görüşlülük” örneği olarak değil, bir ideolojik saldırı olarak değerlendirilmelidir.
Saldırıya uğrayan ve kendisini savunması gereken taraf, bir bütün olarak “İslam
dünyası” ya da “İslam ülkeleri”dir. Bu durumda savunma da, kaçınılmaz olarak,
“İslami kimlik” merkeze yerleştirilerek yapılacaktır.
Birikim yazarı Ruşen Çakır, tarif edilen görevi ne
kadar iyi kavradığını şu şekilde gösteriyor:
“Henüz vakit geçmeden, İslam
dünyası; dindarı, dinsizi, sağcısı, solcusu, Arabı Türkü Acemiyle kendi
gerçeğiyle yüzleşmek ve kendisiyle hesaplaşmak durumundadır. Bu kaçınılmaz ve
daha fazla ertelenemez bir zorunluluk. Hiç kuşkusuz bunu ABD ya da Batı istiyor
diye yapacak durumda değiliz.”[10]
Hiç kuşkusuz! Zaten bu ülkede emperyalistlerin istediği her
şey, onlar istediği için değil, bize çok lazım olduğu için yapılıyor!..
Dileyenler, bu saldırıları, tarif edilen karşı kutba geçerek
göğüslemeye de çalışabilir. Yeter ki, “İslam dünyası” ufkunun ötesine geçilmesin!
Diğer taraftan, böylesi bir “kutuplaşma”ya muhalefet etme
imkanları da mevcut: “Çokkültürlülük”, “hoşgörü”, “diyalog”, “çok-kimliklilik”
vb. için mücadele ne güne duruyor? Üstelik, bu mücadelenin “gerçekçi” olduğunu,
“hemen şimdi” kimi somut sonuçlar alma olanağını barındırdığını kanıtlamak için
çok fazla çaba harcamak gerekmiyor. 12-13 Şubat tarihlerinde İstanbul’da
gerçekleştirilen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)-AB Ortak Forumu, “medeniyetler
buluşması”nın imkansız olmadığını göstermedi mi?
Bu konudaki sorumluluk elbette “sivil toplum örgütleri”ne düşüyor.
Çok şükür, onlar da üzerlerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışıyorlar.
Örneğin, Helsinki Yurttaşlar Derneği, 2000 yılının Mart ayında İstanbul’da “Daha
Geniş Bir Avrupa: Modernleşme ve Çoğulculuk” başlıklı iki günlük bir toplantı
düzenliyor. Avrupa Birliği Komisyonu’nun “desteğiyle” (yani verdiği paralarla)
düzenlenen bu toplantıda sunulan bildiriler, yine Avrupa Birliği Komisyonu’nun
“katkılarıyla” (yani verdiği paralarla) İletişim
Yayınları tarafından basılıyor. Dernek Başkanı Nazan Aksoy, toplantının
mana ve ehemmiyeti hakkında şunları söylüyor:
“Önümüzdeki dönemde Türkiye’de
gerçek bir toplumsal barış ortamı oluşabilmesi için bu fikirlerin tartışılmaya
başlamış olması çok önemliydi. Türkiye’deki farklı etnik ve dini kimlikleri
temsil eden katılımcılar çokkültürlülük ve çoğulculuk konusunda geniş bir yelpazede
yer alan görüşlerini bu toplantıda dile getirdiler.”[11]
Böylece, bir yandan farklı dinlerden yobazlar ve farklı
etnik kimliklerden ırkçılar meşru/doğal muhataplar haline getirilirken, diğer
yandan da insanların kendilerini etnik, dini (ya da belki cinsel) kimlikleriyle
tarif etmeleri neredeyse bir zorunluluk halini alıyor. Yeter ki sınıfsal ve siyasal
kimlikler bir yana bırakılsın!
Bu noktadan sonra, ABD emperyalizmini daha fazla “dışa
dönük” olmaya çağıranlar, akılcılık ve ilericilik adına konuşma yüzsüzlüğünü
gösterebilir hale geliyor:
“Birliktelik savaştan iyidir;
fakat kültürlerin temel farklılığı ve meşruiyetini, dolayısıyla bunları
yorumlayan din adamlarının meşruiyetini kabul ettiğiniz an kendinizi örümcek
ağında buluverirsiniz.”[12]
Doğu birleşebilir mi?
“Şark, sırf sıradan on
dokuzuncu yüzyıl Avrupalısının varsaydığı
tüm o basmakalıp biçimleriyle
‘Şarklılığı’ keşfedildiği için değil,
Şark’ın Şarklı
kılınabilmesi -yani, Şarklı kılınmışlığa boyun eğmesi-
için de
Şarklılaştırıldı.”[13]
Sorun yalnızca emperyalistlerin “İslam ülkeleri”ni
kendilerine bağımlı kılmak için çok gelişkin “taktik” ve “komplo”lara başvurmaları
değil. “Doğucu” yaklaşımların en sığ yanlarından biri, emperyalizmin ya da
“Batı”nın “siyasi oyun”larını fazlaca öne çıkarmaları. Oysa önemli olan,
kimilerinin oyun oynamaya çalışmasından çok, bu oyunların tutmasını sağlayan koşullar.
En geniş anlamıyla eşitsiz gelişme, insanlığın tüm bir
tarihi boyunca gözlenebiliyor. Farklı uygarlıklar farklı tarihsel kesitlerde
yükseliyor ve düşüyor. İnsanlığın ilerlemesini temsil eden “çığır açıcı” gelişmeler
çok farklı coğrafyalarda yaşanabiliyor. Kimi ilerleme süreçleri, farklı coğrafyalarda
birbirlerinden bağımsız olarak yinelenebiliyor. Ve farklı tarihsel kesitlerde
farklı uygarlıklar “en ileri” sıfatını kazanabiliyor.
Aslına bakılırsa, kapitalizm öncesi dönemde, “ilerleme”den
çok, “yükseliş” ve “düşüş”lerden söz ediliyor. İnsanlığın çok yavaş ilerlediği,
her bir kuşağın en fazla bir ya da iki ciddi yenilikle karşılaştığı oldukça
uzun bir tarih dilimi boyunca, “ilerleme” kavramına pek fazla başvurulmuyor.
Kapitalizmle birlikte, iki önemli tarihsel gelişme yaşandı.
Birincisi, toplumsal ilerleme büyük bir hız kazandı ve kolaylıkla algılanabilir
hale geldi. İkincisi, kapitalizm, giderek tek bir uluslararası pazar ve tek bir
dünya tarihi yarattı:
“Burjuvazi, tüm üretim
aletlerinin hızla iyileştirilmesi ve çok büyük ölçüde kolaylaştırılmış ulaşım
aracılığıyla, en barbarları da dahil olmak üzere tüm ulusları uygarlığın içine
çekiyor. Mallarının ucuzluğu, tüm Çin setlerini yerle bir eden, barbarların en
inatçı yabancı düşmanlığını teslim olmaya zorlayan ağır toplarıdır. Yok olmak
istemeyen tüm ulusları burjuvazinin üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları
uygarlık denen şeyi benimsemeye, yani burjuva olmaya zorluyor.”[14]
Tek bir uluslararası pazarın ve tek bir dünya tarihinin
yaratılması, bir açıdan bakıldığında, hiç de “doğal” ya da “kendiliğinden” bir
süreç olmadı. Batı Avrupa dışındaki coğrafyalar, bu sürece içsel dinamikleri
aracılığıyla değil, “zorla” dahil edildi. Yalnızca iktisadi zorlama mekanizmaları
aracılığıyla değil, aynı zamanda siyasi/askeri zor kullanımıyla. Söz konusu
zorlamanın ardında da, kuşkusuz, kapitalizmin dünyanın geri kalanını “muasır medeniyet”
seviyesine yükseltme azmi değil, dünya üzerindeki bütün kaynaklara el koyma
hırsı bulunuyordu. Kapitalizmin Batı Avrupa’daki gelişiminde de, emperyalizme
dönüşümünde de, uluslararası sömürü mekanizmaları merkezi bir rol oynamıştır.
İyi mi olmuştur, yoksa kötü mü?
Açıkçası, bugünden bakıldığında, bu soru çok fazla anlamlı değil.
İyi ya da kötü, “böyle” olmuştur!
“Şarkiyatçılık” eleştirmeni Edward Said, başka pek çokları
gibi, Marx’ın Hindistan sorunu üzerine yazdıklarından rahatsız. Marx, Hindistan’ı
kan dökerek, mevcut toplumsal dokuyu parçalayarak ve insanları sefalete
sürükleyerek sömürgeleştirmiş olan İngiltere’nin, aynı zamanda geri bir
toplumsal yapıyı yıkarak Asya’nın kapitalistleşmesinin, yani ileri bir aşamaya
geçişinin temellerini attığını vurgular. Said ise, Marx’ın bu yaklaşımının,
“Şark’ı Şarklılaştırma” hedefine yönelik Şarkiyatçı girişime tam anlamıyla uygun
olduğu kanısında:
“Burada doğrudan doğruya, on
dokuzuncu yüzyıl başı düşünürlerinin pek çoğu gibi Şarkiyatçıların da insanlığı
ya geniş ortak terimler ya da soyut genellemeler kullanarak düşündüklerini
görmüş oluyoruz. Şarkiyatçılar bireyleri ele almakla ilgilenmezler; kaldı ki
bunu yapabilecek durumda da değildirler; bunun yerine, kökleri belki de
Herder’in popülizmine uzanan yapay varlıklar egemendir. Şarklılar, Asyalılar,
Samiler, Müslümanlar, Araplar, Yahudiler, ırklar, zihniyetler, uluslar vb.
vardır, bunların bazıları Renan’ın çalışmalarındaki gibi bilgisel işlemlerdir.
Benzer biçimde ‘Avrupa’ ile ‘Asya’ ya da ‘Garp’ ile ‘Şark’ arasındaki yüzlerce
yıllık ayrım, her olası insan çoğulluğu çeşitlemesini, kapsamları son derece
geniş etiketlerin altına sokar, süreç içinde bu çoğulluğu bir ya da iki nihai,
ortak soyutlamaya indirger. Marx da istisna değildir.”[15]
Eğer bu şekilde bakılırsa, yalnızca “Şark”tan değil, işçi
sınıfından, burjuvaziden ya da köylülükten de söz edilemez! Ne de olsa tüm bu
“geniş ortak terim” ya da “soyut genelleme”ler de, “her olası insan çoğulluğu
çeşitlemesini, kapsamları son derece geniş etiketlerin altına sokar”!
Sorun basit olarak şu: Akılcılık, özgürlükçülük,
ilerlemecilik ve hatta eşitlikçilik, belirli bir tarihsel dönem boyunca,
kapitalizm (“Batı”) tarafından temsil edilmiştir. Edward Said’in aradığı “birey”,
bugün anladığımız biçimiyle ve var olabildiği kadarıyla, kapitalizmin ürünüdür.
Yazılı kültürün gelişmesi ve yaygınlaşması, geniş kitlelerin eğitimi, iletişim
ve ulaşım olanaklarının gelişimi gibi insanları özgürleştirme potansiyeli olan
ilerlemelerin tümü, kapitalizmin ürünüdür. Kapitalizm öncesi dönemde, “kültür”
ya da “uygarlık”, neredeyse mutlak bir şekilde ikiye bölünmüştür: Bir yanda
iktidar organları etrafında toplanmış dar gruplara özgü ve toplumun geniş
kesimleriyle bağları son derece sınırlı bir “yüksek kültür”, diğer yanda ise
emekçi kitlelerin kendi gündelik pratikleriyle sınırlı ve bunlara uygun
dinsel/batıl inançlarla zenginleştirilmiş bir “halk kültürü”.
Nitekim, kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerde
“Batı”ya ya da onun kimi kurum ve ilişkilerine kuşkuyla yaklaşarak “öz değerlerimize
dönmeliyiz” diyenler, önemli bir açmazla karşı karşıya kalmıştır: İçinde
yaşadıkları toplumun büyük çoğunluğunu gerçekten de ifade eden ve geleceğe
taşınabilecek tarihsel değerlerin sınırlılığı.
Bu nedenle de, tarihsel ilerlemenin fazlasıyla yavaş
işlediği toplumlar hakkında kimi genel yargılarda bulunurken, her bir toplumu
ve her bir toplumun içindeki “her olası insan çoğulluğu çeşitlemesini” incelemek,
yalnızca olanaksız değil, düpedüz gereksizdir.
Söz konusu toplumlar, benzeri bir gelişme sürecini, yalnızca
kendi içsel dinamiklerine dayanarak yaşayamaz mıydı?
Elbette yaşayabilirdi. Kapitalizmin yalnızca ve yalnızca
Avrupa’da ortaya çıkabilecek bir toplumsal formasyon olduğunu iddia etmek
anlamsız olur.
Ancak kapitalizm bir kez ortaya çıktıktan ve gelişme
sürecine girdikten sonra, kapitalist ülkeler ile kapitalist olmayan ülkeler
arasındaki ilişkilere, kapitalist ülkelerin diğerlerini birer ucuz hammadde kaynağı
ve pazar haline getirme, yani sömürgeleştirme süreci damga vurdu. Bu süreç,
Marx’ın üzerinde durmadığı yeni bir eşitsizliğe yol açtı. Sömürgecilik, bir
yandan Batı Avrupa’da ve ABD’de kapitalizmin gelişimini hızlandırırken, diğer
yandan da kapitalistleşme sürecine geç (ve çoğu kez sömürgeleştirilme yoluyla)
giren toplumların Batı Avrupa ülkelerine ve ABD’ye yetişmesini giderek daha
fazla zorlaştırdı. Emperyalizm döneminin başlamasıyla birlikte de, geriden gelenlerin
aynı yolu izleyerek ileri geçmesi neredeyse olanaksızlaştı. Almanya’nın,
kapitalistleşme sürecine oldukça erken girmesine ve oldukça hızlı bir gelişim
göstermesine karşın, sömürgeleri olmadığı için çektiği ciddi sıkıntılar ve bu
sıkıntıların ürünü olan savaşlar hatırlanabilir.
Kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda sermayenin yoğunlaşma
ve merkezileşme sürecidir. Emperyalizm’in
ilk cümlesi şöyleydi: “Sanayinin
olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son
derece hızlı yoğunlaşma süreci, kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden
biridir.”[16]
Yoğunlaşma, belirli mal ya da hizmetlerin üretimi için gerekli sermaye
miktarının artması, merkezileşme ise farklı üretim alanlarına ait sermayelerin
bir araya gelmesidir. Bu iki sürecin toplamı, tekelleşme sürecidir.
Kapitalistleşme sürecine erken giren ülkelerin uluslararası
ölçekte faaliyet gösteren tekellerini yarattığı bir dönemde kapitalistleşmeye
başlayan ülkeler ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmıştır: Mevcut sermaye birikiminin,
büyük ölçekli yatırımlara girişmek için yetersiz olması. İşe küçük ölçekli
yatırımlarla başlamak da mümkündü elbette. Ama bu durumda, gelişkin kapitalist
(ya da emperyalist) ülkelerin sermayesiyle rekabet edememe sorunu yaşanacaktı.
Bulunan ara çözümlerden biri, belirli bir sermaye birikim
düzeyine ulaşana kadar korumacı politikaların uygulanması, yani ithalatın
engellenmesi, ve bir dönem boyunca şu ya da bu oranda “bağımsız” bir kalkınma
sürecinin yaşanması oldu.
Ancak unutulmamalı: Bağımsız kalkınma stratejileri, dünya
gündemine asıl olarak 1917 Ekim Devriminden sonra girmiş ve en “prestijli” dönemlerini
İkinci Dünya Savaşından sonra, yani sosyalizmin emperyalizm karşısında bir
kutup olarak tanımlanabilir güce ulaşmasının ardından yaşamıştır.
Diğer yandan, kapitalizmden kopuşu içermeyen “bağımsız”
kalkınma süreçleri, emperyalist sistemle bütünleşme ya da bağımlılaşma dinamiklerini
de üretmiştir. Korumacı politikalarla yerli bir sermaye sınıfı yaratmak
mümkündür. Ama sermaye sınıfı bir kez ortaya çıktıktan ve sermayenin yoğunlaşma
ve merkezileşme süreci belirli bir aşamaya vardıktan sonra, siyasal açıdan da
giderek daha fazla güçlenen büyük sermaye sahipleri açısından, emperyalist
sermaye ile işbirliğine gitmek çok daha kârlı hale gelir. Emperyalist sermaye
ile kurulan ortaklıklar, hem daha büyük pazarlara ulaşmayı, hem de daha büyük
ölçekli yatırımlara girişerek tekelleşme sürecini hızlandırmayı mümkün kılar.
Kuşkusuz, bağımsızlıktan vazgeçmek karşılığında! Emperyalist ülkelere kaynak
aktarımını ve emperyalistlerin izin verdiği, “stratejik olmayan” sektörlerde
yoğunlaşmayı içeren bağımlılık ilişkileri, bir kez kurulduktan sonra, kendi
sürekliliklerini de sağlar.
Buraya kadar tartışılanlar, kapitalistleşme sürecine geç
giren ülkelerdeki sınıfsal mücadele dinamikleri üzerinde de belirleyici rol oynamıştır.
Önce bir hatırlatma: Burjuvazi, henüz siyasal iktidara sahip
olmadığı dönemde, feodalizme karşı mücadelesinde işçi sınıfı da dahil olmak
üzere tüm ezilen sınıflarla birlikte hareket etmeye ve ezilen sınıfları
harekete geçirmeye çalışmıştır. Buna karşın, 1848 Fransız Devrimi sırasında
işçi sınıfının, burjuvazinin talepleriyle bile olsa, burjuvaziden bağımsız bir
şekilde tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte ittifak bozulmuş ve burjuvazi, işçi
sınıfına karşı, feodal sınıflarla ittifak kurma yoluna gitmiştir. Ve 1848
sonrası burjuva devrimlerinin karakteristik özellikleri, sınıfsal/toplumsal
hareketlenmelere duyulan güvensizlik, feodal sınıflarla ittifak ve bunların
ürünü olan bir “tepeden inmecilik”tir.
Kapitalistleşme sürecinin uzun bir döneme yayılması, sürecin
aktif bir unsuru haline getirilmeyen geniş kitlelerin düzene “modern” ideolojiler
aracılığıyla bağlanmasını zorlaştırır. Toplumsal ölçekte ciddi sancılara yol
açan kapitalistleşme süreci, bir grup “Batıcı” aydın ve bürokratın toplumsal
gerçeklikten kopuk özlemlerinin bir ifadesi gibi görünmeye başlar. “Batıcılık”,
bir tür “taklitçilik” olarak görülür. Batı hayranı aydınların omurgasızlığı,
“Batıcılık” hakkındaki bu türden yargıları daha bir pekiştirir. “Tamam, Batı’nın teknolojisini alalım, ama
kendi kültürümüzü, kendi ahlakımızı, kendi değerlerimizi koruyalım”
türünden sığ ve çoğu kez gericililik üreten tezler güç kazanır.
Ama bundan çok daha önemlisi, kapitalistleşme sürecine önderlik
eden iktidarların, geniş kitleleri düzene bağlama ihtiyacıdır. “Modern” ideolojilerin
toplumsal dayanaklarının zayıf kaldığı koşullarda, geniş kitleleri düzene
bağlamak için geri ideolojilerin ve bu arada kimi geri ilişkilerin (ağalık,
şeyhlik, mollalık vb.) yardımına başvurulur. Kuşkusuz, “geleneksel değerler”in
hakkını teslim etme adına...
Dolayısıyla, kapitalizm öncesi döneme ait kimi ilişki
biçimleri ile ideolojilerin 20. yüzyıla, hatta bazılarının 21. yüzyıla kadar
yaşamasını sağlayan, kapitalizmden başka bir şey değildir!
Diğer yandan, geleneksel değerlerin içeriği de, kaçınılmaz
olarak, bir hayli değişir. Hatta geleneksel olduğu iddia edilen bazı değerler,
düpedüz kapitalistleşme sürecinin ürünüdür.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur’da,
“iç kıymetlerimiz”in savunuculuğunu yaptırdığı romanın baş kişisi Mümtaz’a
şunları söyletir:
“Elbette ki bizden mesut
memleketler ve vatandaşlar vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin,
çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın
bir yığın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyacağız. Fakat bu ıstırabın
bizi inkara götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul değil midir? Vatan ve
millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa
edilir, ret veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için
değil...”[17]
Vatan, millet ve din... “Millet”, kapitalizmle birlikte
ortaya çıkmış, “vatan” ise, milliyetçi bir bakış açısıyla yeniden tanımlanmış
kavramlar. Geriye yalnızca din kalıyor. Dinsel inanç, uygulama ve
örgütlenmelerin kapitalizm koşullarındaki değişimi ise bu yazının sınırlarını
aşıyor...
Tüm bunlar, “Doğu” ülkelerinin ya da halklarının aynı kaderi
ya da en azından benzer kaderleri paylaştığı anlamına gelmiyor mu?
Elbette. Ama yalnızca, emperyalist-kapitalist sistemle
kurulan ilişkilerin niteliği açısından! Buna karşın, tek tek ülkelerin emperyalist-kapitalist
sistemin birer parçası olarak tutulmasına hizmet eden dinsel, ulusal ya da
kültürel değerler, birleştirici değil, bölücüdür. Doğu ülke ve halkları arasındaki
yüzlerce yıldır süren savaş ve çatışmaları hatırlatmaya gerek var mı?
Emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada, az gelişmiş ve orta
gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin sermaye sınıfları ve iktidarları açısından,
emperyalizmle kurdukları ilişkiler, kendi aralarında kurdukları ilişkilerden
daha belirleyici bir rol oynar. Kuşkusuz, zaman zaman pazarlık gücünü artırmak
için kimi ittifaklar kurulabilir. Ancak bu ittifakların hedefi de, emperyalist
sistemin yaratmış olduğu hiyerarşi içinde daha iyi bir yer kapmaktan başka bir
şey değildir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan kimi aykırı
deneyimlerse, Sovyetler Birliği’nden bağımsız olarak değerlendirilemez.
Dolayısıyla, Doğulu, İslami ya da Asyalı bir “ortak
tarih”ten söz etmek pek mümkün değildir. Olsa olsa, böylesi bir ortak tarihin
yaratılması için mücadele etmenin mümkün olduğu iddia edilebilir.
Ancak burada da ciddi bir çelişkiyle karşı karşıya
kalınacaktır: Sınıfsal dinamikler yerine kültürel dinamikleri temel alan böylesi
bir mücadelede, sermaye iktidarına ve sermaye egemenliğine karşı mücadele
kaçınılmaz olarak ikinci plana (belki de çok daha gerilere) düşürülecektir.
Buna karşın, sermaye iktidarına son vermeden de hedefe ulaşmak mümkün olmayacaktır!
Peki, sınıfsal dinamikleri merkeze yerleştiren ve sermaye
egemenliğine son verilerek kurulacağı kabul edilen bir “Birleşik Doğu” projesi
geliştirilemez mi?
Buna kim engel olabilir?
Ama böylesi bir proje, çok daha ciddi bir iç çelişki
barındıracaktır: İnsanlığın kurtuluşunu ve bunun için de tüm dünyanın emperyalist-kapitalist
boyunduruktan kurtarılmasını hedefleyen sosyalizm, kendisini belirli bir
coğrafyayla sınırlandıramaz! Sınırlandırmaya kalkıştığında, insanlığın ortak
bilimsel ve teknolojik birikimi ve dünya kaynaklarının önemli bir bölümü
üzerindeki emperyalist tahakkümü de, kendi kaynaklarının çoğunu “savunma”ya
ayırmayı da kabullenmiş olur.
Dünya devrim sürecinin belirli bir aşamasında sosyalizmin
Doğu’da daha fazla güç kazanması elbette ciddi bir olasılıktır. Ama sosyalizm,
Doğu-Batı geriliminin bir tarafı olarak tarif edilemez.
Sosyalizm, Doğu’nun da Batı’nın da aşılmasıdır!
Doğu’nun kurtuluşu, “Doğululuk”un ortadan kaldırılmasındadır.
Tıpkı Batı’nın kurtuluşunun “Batılı” olmaktan kurtulmaya bağlı olması gibi!
Avrupa Birliği’yle ilgili başka çalışmalarda üzerinde epeyce
durduğumuzdan, burada “Batıcılık” bahsine yeniden girmeyeceğim. Yalnızca bir
hatırlatma:
“Aydınlanmacı gelenekten tek tek
Avrupa uluslarının sosyo-kültürel yapılarına ve bir bütün olarak kıtadaki yaşam
tarzına kalan değerler nedir diye bakıldığında, bugün görülen büyük bir hayal
kırıklığıdır. ... Avrupa, bugün aydınlanmanın beşiği değil, büyük ölçüde
inkarıdır.”[18]
Yoksa alternatif
Porto Alegre’de mi?
“Burjuvazinin bir
kesimi, burjuva toplumunun
sürekliliğini güvence altına almak için,
toplumsal kusurları
düzeltmek ister.
İktisatçılar,
hayırseverler, insanlıkçılar,
çalışan sınıfların
durumunu düzelticiler,
hayır işi
örgütleyicileri, hayvanlara dönük
kötü muameleyi ortadan
kaldırıcılar,
ılımlılık derneklerinin
kurucuları,
her renkten sahte
reformcu bu kesime girer.
Ve bu burjuva
sosyalizmi,
eksiksiz sistemler
haline de getirilmiştir.”[19]
11 Eylül sonrasında üzerinde en fazla durulan konulardan
biri, dünya ölçeğindeki eşitsizlikler ve yoksulluk sorunuydu. Üstelik,
liberaller de bu soruna dikkat çekti. Örneğin Ali Bayramoğlu, 16 Eylül günü Sabah gazetesinde yayımlanan
yazısında şunları söylüyordu:
“Bugün 1.2 milyar insan günde bir
doların altında parayla geçiniyor. Her dört çocuktan biri açlık sınırında
bulunuyor. 1960’ta dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’sinin geliri en fakir
yüzde 20’sinin 30 katıydı. 1995’te bu fark 82 kata çıktı. 1997’de ise 225 kata.
225 en zengin kişinin yıllık geliri, dünya nüfusunun yüzde 47’sinin, yani 2.5
milyar insanın gelirine eşit.
Terörün, radikal hareketlerin
kazandığı meşruiyetin özünü işte bu rakamlarda aramak gerekir.
...
ABD, NATO, AB elbette teröre
karşı askeri ve siyasi mücadele vermeli; bu, ‘insanlığın bir kaçınılmazı’dır.
Ancak terörü üreten sorunları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ortadan
kaldırma çabası her şeyden daha önemlidir.”[20]
ABD’nin Afganistan’a bir yandan bomba yağdırırken diğer yandan
da yiyecek paketleri atması boşuna değildi!
Terörün nedenleri arasında “küresel yoksulluk” sorununun da
bulunduğunu tespit edenler arasında, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Almanya
Başbakanı Gerhard Schröder ve Fransa Başbakanı Lionel Jospin de var! 22 Şubat
2002’de İsveç’in başkenti Stockholm’de buluşan ve kendilerini “ilerici
liderler” olarak adlandıran 11 devlet ve hükümet başkanı, Cumhuriyet’in
haberine göre, “(...) yayımladıkları
sonuç bildirgesinde, 11 Eylül saldırılarının ardından uluslararası teröre karşı
başlatılan mücadelenin bir benzerinin de yoksulluk ve çevre sorunları ile
savaşım konusunda gösterilmesi gerektiğini söylediler. Bildirgede, terörle
savaşıldığı gibi terörün nedenlerine karşı da mücadele edileceği kaydedildi.”[21]
Aslında bu konudaki mücadele çoktan başlamış durumda.
Sözgelimi Dünya Bankası, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülke için
“sosyal risk azaltma” projeleri hazırlıyor ve uyguluyor. En yoksul ülkelerin
(zaten ödeyemedikleri) dış borçlarının en azından bir bölümünün silinmesi
emperyalistlerin de gündeminde.
Emperyalistlerin “küresel yoksulluk” meselesine dönük bu
ilgisi neden? Yoksa, “küreselleşme karşıtı” olarak anılan hareketin yoksulluk
eleştirileri fazlaca etkili olmaya başladığı için mi?
İşin özü başka: Yoksulluğu bir kez “küresel” bir sorun
olarak kabul etti(rdi)kten sonra, bu sorunla ancak küresel ölçekte mücadele
yürütülebileceği tezini kabul et(tir)mek bir hayli kolaylaşır. Bugünün dünyasında
da, küresel ölçeği ve küresel hedefleri temel alan mücadele stratejileri, ihmal
edilebilirlik ile tümüyle emperyalizm tarafından belirlenme uçları arasında bir
yerlere yerleşecektir.
Seattle’dan Porto Alegre’ye uzanan süreçte yaşanan temel değişme
de, ikinci uca doğru daha fazla yol alınmış olması. Sol kanadında Wallerstein,
Amin ve Negri gibi küreselleşmeci solcuların yer aldığı Porto Alegre toplantısı,
belki de her şeyden önce, meydanların ikinci plana itilmesini simgeliyordu.
Dünya Sosyal Forumu’nda öne çıkan talepler şunlardı: Uluslararası
sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi, en yoksul ülkelerin borçlarının
silinmesi, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların reforma tabi tutulması ve bu
kuruluşların karar alma süreçlerine sivil toplum örgütlerinin de katılması,
yeni kimi “küresel” kurumlaşmalara gidilmesi ve kuşkusuz sivil toplum
örgütlerinin bu kurumlaşmalar içinde ağırlık sahibi olması...
Kısacası ve işin özü, muhalif küreselleşmeci hareket,
sermaye egemenliğini ortadan kaldırmak değil, ama onu sivil toplum örgütleri
aracılığıyla denetim altına almak istiyor:
“Sosyalist burjuvalar, modern
toplumun yaşam koşullarını, bunların zorunlu sonucu olan mücadele ve tehlikeler
olmadan istiyor. Onu devrimci dönüşümlere uğratan ve çözen öğeleri
çıkarıldıktan sonra, mevcut toplumu istiyorlar. Proletaryasız burjuvazi istiyorlar.”[22]
Diyelim ki, uluslararası sermaye hareketleri vergilendirildi
(bunun bir vadede yapılması gerçekten de olası). Borçlu ülkeler açısından böylesi
bir verginin temel sonucu, borçlanma faizlerinin daha da yükselmesi olacaktır!
Bunu boş versek bile, toplanan vergilerin nereye gideceğini
sormamız gerekmiyor mu? İki olasılık var. Birincisi, bu paralar sermaye devletlerine
teslim edilirse, yine sermaye sınıfına aktarılır. Ya da, “hayır işlerinde”
kullanılmak üzere örneğin sivil toplum örgütlerine teslim edilirler. Böylece,
kimi uluslararası ve ulusal sivil toplum örgütleri daha bir palazlandırılmış
olur. Nitekim, Dünya Bankası’ndan proje kredisi alma koşulları arasında, sivil
toplum örgütlerinin “katılım”ını sağlamak da bulunuyor. Avrupa Birliği, başta
aday ülkelerde faaliyet gösterenler olmak üzere pek çok ülkedeki sivil toplum
örgütüne (ve yakın geçmişte Türkiye’nin gündemine de girdiği üzere kimi solculara!)
mali destek sağlıyor. Ama bu da sermaye sınıflarını üzmez. Sivil toplum
örgütlerinin kimi kamusal görevleri üstlenmesi sayesinde, devletin eğitim ve
sağlık harcamalarını daha da kısarlar!
Bundan 154 yıl önce yazıldığı gibi:
“... bu sosyalizm, maddi yaşam
koşullarının değiştirilmesinden, gerçekleştirilmesi yalnızca devrimci yollarla
mümkün olan burjuva üretim ilişkilerinin kaldırılmasını değil, ... en iyi
durumda burjuvazinin egemenlik masraflarını düşüren ve devlet bütçesini
küçülten idari düzeltmeleri anlıyor.”[23]
Üstüne üstlük, tek nedeni kapitalist üretim ilişkileri olan
yoksullukla mücadele adı altında, tüm emperyalist ve kapitalist ülkelerin
mevcut iktidarlarına meşruiyet kazandırılıyor!
Sivil toplum örgütleri güç kazandıkça, öne çıkanlar, devlet
ve sermaye bağlantıları en güçlü olan örgütler oluyor haliyle. Örneğin, Dünya
Sosyal Forumu’nun düzenleyicileri arasında, ATTAC adlı örgütün (öncülüğünü
Fransa’da çıkan Le Monde Diplomatique
adlı sol-liberal derginin yaptığı ve uluslararası sermaye hareketlerinin
vergilendirilmesini savunan bir örgüt) ağırlıklı bir yeri vardı. Ve bugün hâlâ
sömürgeleri olan Fransa, New York’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda üç bakanla,
Porto Alegre’de ise altı bakanla temsil edildi.
Sivil toplum örgütlerinin muhalif küresel hareketinin
işlevleri arasında, bunalım koşulları altında yaşayan emperyalistlerin önüne
kimi seçenekler koymak da bulunuyor. Örneğin, dış borçlarını ödeyememe
noktasına gelen ülkeler için kimi ek önlemler almak, er ya da geç zorunlu hale
gelecek. Ve o gün geldiğinde, muhalif küreselleşmecilerin kimi taleplerinin
kısmi bir şekilde de olsa hayata geçirilmesi, bu hareketin bir zaferi gibi
sunulacak. Tıpkı MAI’nın (Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) emperyalist ülkeler arasındaki
anlaşmazlıklar nedeniyle rafa kaldırılması örneğinde olduğu gibi (aradan geçen
süre içinde “uluslararası tahkim” başta olmak üzere MAI’nin içerdiği neredeyse
tüm maddelerin az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelere kabul
ettirildiği unutulmamalı).
Muhalif küreselleşmeci hareket içinde, sermayenin tümüyle ortadan
kaldırılmasını ve eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir toplum düzeninin kurulmasını
temenni edenler de var elbette. Ama bu hedefe küresel ölçekte ne tür bir mücadele
stratejisiyle ve hangi dinamiklere dayanarak ulaşılabileceği konusunda, doğal
olarak, ya hiçbir şey söylemiyorlar, ya da düpedüz saçmalıyorlar.
Örneğin, Michael Hardt ile Antonio Negri’nin, “21. Yüzyılın
Komünist Manifestosu” olarak pazarlanan kitaplarında asıl yapmaya çalıştıkları,
“çağdaş küresel düzen”in, “dışarısı olmayan” bir “İmparatorluk” haline
geldiğini kanıtlamak. “Dışarısı olmayan” vurgusu, bu düzene karşı yine ancak
küresel ölçekte mücadele edilebileceğini kabul ettirmeye yönelik. Ulus-devletlerin
ve sınıf mücadelelerinin hükmünün kalmadığı bir dünyada, İmparatorluk’un karşısına çıkan
toplumsal gücü ise “çokluk” olarak tarif ediyorlar. Aslında çok da fazla
etmiyorlar! Yazarlar, kitabın Türkçe baskısı için yazdıkları önsözde şunu
söylüyor: “İmparatorluk kavramı bu kitapta etraflı bir biçimde
işlenmiş olmakla birlikte, çokluk kavramı soyut, neredeyse poetik bir düzeyde
kalır.”[24]
“Çokluk”un neyi nasıl yapacağı konusundaki tartışmaları ise,
kısa alıntılarla aktarılamayacak kadar karmaşık. Neyse ki, bu tartışmanın son
iki cümlesi yeterince anlaşılır:
“Elimizde bu olay [Çokluk’un
İmparatorluk’un yerine bir başka şeyi koyması - EÖ] için önerecek herhangi bir
model yok. Sadece çokluk pratik deneyleri yoluyla modeller sunacak ve mümkün
olanın ne zaman ve nasıl gerçek haline geleceğini belirleyecektir.”[25]
Ama asıl açıklayıcı olan, kitabın sonundaki “Militan”
başlıklı kısa bölüm. Bu bölümde soyut kavramları ve anlaşılmaz betimlemeleri
bir yana bırakan yazarlar, dertlerini şu şekilde ifade ediyor: “Günümüz militanı, sömürülenlerin temel
insani ihtiyaçları için bile, bir temsilci gibi davranamaz.” Peki, ne
yapar? “O, yıkıcı deneyimin iki yüz
yıllık isyan eyleminin erdemlerini yineler; ama aynı zamanda da yeni bir
dünyayla, hiçbir dışarısını bilmeyen bir dünyayla da bağlantılıdır. Bu
militanlık yalnızca bir içerisine, toplumsal yapılar dizgesine canlı ve
vazgeçilmez bir katılımı bilir; bu yapıları aşma ihtimalini tanımaz.”
Yani, tarih hakkında bilgi edin, ahlaklı ol, ve bu düzenin sınırlarını aşma!
Yeterince açık olmadı mı? O zaman, “Komünist
militanlığın geleceğine ışık tutabileceğini düşündüğümüz bir destan var:
Assisili Saint Francis destanı. Francis çokluğun yoksulluğunu mahkum etmek için
onların ortak koşulunu benimser ve orada yeni bir toplumun ontolojik gücünü
keşfeder.”[26]
Yani, eğer bu düzenin eğitim kurumları, medyası, çalışma ve yaşam koşulları
bile seni sıradanlaştırmayı başaramadıysa, o zaman kendi iradi çabanla
sıradanlaş!
Ve bu gibi adamlar hâlâ “solcu” sayılıyor!
Küresel ölçekli bir mücadelenin örgütlenmesine daha
“radikal” önerilerle katkıda bulunanlar da var elbette.
Örneğin, 11 Eylül’den bir gün sonra, Dario Fo, Franca Rame
ve Jacopo Fo, ortak imzalı yazılarında, “çokuluslu ölüm”leri durdurmak için bir
kurtuluş stratejisi önermiş:
“Bankalardaki paralarımızı
çekelim. Esso yakıtları, Nestle ürünleri satın almayalım. Coca Cola içmeyelim.
McDonald’s’tan yemeyelim. Benzinli araçlarımızı gazyağı, kolza yağına
dönüştürelim. Tasarruflarımızı daha etik şekilde değerlendirelim. Bu öldüren
sistemin ortağı olan özel sigorta şirketlerinin poliçelerini feshedelim. Mayın
üretenlerin arabalarını satın almayalım, çocukları köle gibi çalıştıranların
ayakkabılarını giymeyelim, kimyasal gıdalar tüketmeyelim.”[27]
Ama burada kalmak çok yanlış olur. Çöplerimizi dökmeden önce
ayrıştıralım. Eski kağıtlarla üretilen tuvalet kağıtları kullanalım. Yerlere
tükürmeyelim...
Ya bankada parası, sigorta poliçesi olmayanlar? Ya araba
satın alabilecek durumda olmayanlar? Onlar da orta ve üst katmanların bu dünyayı
değiştirme mücadelesine kendi paraları kadar katkıda bulunsun!
Tüm bunlar bir yana, “doğru” bir küresel mücadele stratejisi
çizilemez mi?
Elbette çizilebilir!
Sınıfsız ve sömürüsüz topluma ancak dünya ölçeğinde (ille de
sermaye cephesinin ürettiği kavramlar kullanılacaksa, “küresel ölçekte” de
denebilir) ulaşılabileceği, Marksizm-Leninizmin temel doğrularından biridir. Ancak,
bugünkü koşullarda ilk saptanması gerekenlerden biri de, dünya üzerindeki tüm
devrimci dinamikleri açığa çıkararak birleştirebilecek somut ve gerçekçi bir
siyasal hedefin yokluğudur. Olsaydı, çoktan bulunmuş olurdu!
Buna karşın, ulus-devletlerin önemsizleştiğine ilişkin
tezlerin haklılık payı ne olursa olsun, işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından
ulusal ölçek belirleyici olmaya devam etmektedir. Ve emperyalist-kapitalist
sistem, çelişkilerini Türkiye gibi, Arjantin gibi ülkelerde biriktirmeyi
sürdürmektedir. Ulus-devletlerin zayıf düştüğü, daha doğrusu zayıf düşürüldüğü
doğrudur. Ama bu zayıflık, aynı zamanda, emperyalist-kapitalist sistemin zayıf
halkalarında sermaye iktidarına son verme olanağına işaret etmiyor mu?
“Her ülkenin proletaryası
kuşkusuz önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.”[28]
Kimileri hemen yaygara koparmaya başlayacaktır: İyi ama,
asıl hedef sosyalizme dünya ölçeğinde ulaşmak değil mi? Tek tek ülkelerde sosyalizmin
kurulamayacağı kanıtlanmadı mı?
Üstelik, bunların büyük çoğunluğu, “hemen şimdi” bir şeyler
yapmak, daha doğrusu yalnızca “hemen şimdi” yapılabilecek olan şeyleri yapmak
gerektiğini iddia edenler olacaktır! Sanki “yoksulluk”la mücadele edince,
sermaye düzeni “hemen şimdi” ortadan kalkacakmış gibi... Sanki “tüketimden
gelen güç”ü kullanmaya başlar başlamaz komünizme ulaşılacakmış gibi...
Ama bu tartışma bir noktadan sonra anlamsızlaşıyor. Çünkü tartışmanın
bir tarafı, bu dünyada gerçekten “radikal” herhangi bir değişim istemek bir
yana, buna var gücüyle direnenlerden oluşuyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin bu kez bir türlü çıkamadığı
bir büyük bunalım dönemini yaşadığı bugün, tek tek kapitalist ülkelerin zincirden
koparılması, sistemin bütünü açısından da sarsıcı sonuçlar doğurmaya adaydır.
Bu söylenen, aynı zamanda bir göreve işaret ediyor:
Önümüzdeki dönemde zincirden kopacak halkaların dünya devriminin birer mevzisi
olarak üstlenecekleri görevler, insanlığın nihai kurtuluşunun nesnel koşullarının
çok daha fazla olgunlaştığı bir dönemde, eskisine göre çok daha kritik bir önem
taşıyacaktır.
Sosyalist devrim tezi
çok mu “iktisadiyatçı”?
“Eleştirel-ütopik
sosyalizm ya da komünizmin önemi,
tarihsel gelişmeyle
ters orantılıdır. Sınıf mücadelesinin
gelişmesi ve biçimlenmesi
oranında, bu hayali
mücadele-üstü olma
durumu ve sınıf mücadelesine karşı
yürütülen bu hayali
savaş her tür pratik değerini ve hür tür
teorik meşruiyetini
yitiriyor. Bu nedenle de, bu sistemlerin
kurucularının pek çok
açıdan devrimci olmasına karşın,
öğrencileri, her
seferinde gerici tarikatlar kuruyor.”[29]
Lenin’in Ne Yapmalı’da
üzerinde en fazla durduğu, en fazla eleştirdiği düşünce, ekonomizmdir. İşçilerin gündelik
çıkarları ile sosyalizm hedefi arasındaki açı, neredeyse bıktıracak kadar
vurgulanır. Lenin’e göre, komünistlerin işi, işçileri zaten bildikleri kendi
iktisadi durumları hakkında bilgilendirmek ya da onları kendi iktisadi
çıkarları uğruna mücadeleye teşvik etmek değil, işçi sınıfını
siyasallaştırmaktır.
Marx da, sosyalizmi iktisadi süreçlerin doğal ve kaçınılmaz
bir uzantısı olarak görmez. Aksine, kapitalizm koşullarında bilinçlenme
sürecini tamamlaması mümkün olmayan işçi sınıfı, ancak bir “siyasal devrim” gerçekleştirdikten,
yani iktidarı aldıktan sonra “toplumsal devrim”i, yani sosyalist dönüşümleri
gerçekleştirebilir.
Ancak bu vurgular, ne Marx ne de Lenin hakkındaki ekonomizm
eleştirilerini gündemden düşürmüştür. Yaygın iddiaya göre, Marksizm (ya da Leninizm),
her şeyi ekonomiyle açıklamaya kalkışır ve bu nedenle de “indirgemeci”dir.
Dahası, Marksizme (ya da Leninizme) göre, devrim, büyük fabrikalarda çalışan
kol emekçileri tarafından yapılacaktır.
Ya siyasallık vurguları? Onlar da, büyük fabrikalarda çalışan
kol emekçilerinin iktisadi çıkarlarını temsil etme iddiasıyla iktidarı ele
geçirme hayalleri kuran dar grupların otoriter-despotik yönelimlerinin bir
ifadesidir! Bu dar grupların tek istediği kendi devlet iktidarlarını kurmak olduğundan,
geniş kitlelerin (ya da bireylerin) güncel ihtiyaçlarıyla ve “hemen şimdi”
karşılanabilecek olan talepleriyle ilgilenmez, bunları ne zaman olacağı
belirsiz bir “siyasal devrim”in sonrasına ertelerler. Elbette o devrimden sonra
da bir şey değişmeyecektir...
İşin “iktisadi” cephesinden ve çok temel bir soruyla
başlayalım: Üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeden daha ileri bir toplumsal
düzene ulaşmak mümkün müdür?
Toplumsal devrim sürecinin “hemen şimdi” başlatılabileceğini
ve başlatılması gerektiğini iddia edenler, doğal olarak bu kanıda.
Söyledikleri özetle şu: Toplumsal ve siyasal sorunlar,
iktidar hedefine kilitlenmiş bir strateji tarafından kucaklanamayacak kadar
çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, bir sorun olsa
bile, bir yığın farklı sorundan daha önemli değildir. Sorunları hiyerarşik bir
düzen içine sokma anlayışı yanlıştır. Gelecek kuşakları ipotek altına almamaya
da özen göstererek, bir yığın sorunla aynı anda ve şimdi mücadele etmeliyiz.
İktidar ise daha şimdiden yok sayılmalı ve bir vadede kendiliğinden ve
kaçınılmaz olarak elde edilse bile, hemen yok edilmelidir...
Tüm sorunların kaynağını oluştursa da oluşturmasa da, ortada
bir “iktisadi alan” ve bu alanda da sermayenin üretim araçları üzerindeki egemenliği
ve ücretli emek sömürüsü var. Üstelik, “hemen şimdi”ciler, “serbest piyasa”
ideolojisine de karşı görünüyor. Bu “özel” sorunun çözümü doğrultusunda ne
yapılacak?
Bulunan çözüm, devletin ve özel sektörün dışında bir
“kamusal alan”ın inşa edilmesi.
Bu alanda ne yapılacak? Gönüllülük temelinde katılan tüm
üyelerin bizzat belirleyeceği kamusal faaliyetler yürütülecek. Bugün için,
eğitim, sağlık, yaşlıların ve kimsesizlerin korunması, çevre temizliği, park ve
bahçe bakımı, hayvanların korunması vb. vb... Böylece devlet ve “iktisat” küçülmeye
başlayacak. Ve kamusal alan zaman içinde büyüdükçe, devlet de özel sektör de
silinip gidecek...[30]
Ütopyacı sosyalistler, hiç olmazsa yalıtık ve kendi kendine
yetebilecek düzenler tasarlamaya çalışıyordu. Buradaki öneri ise, sermayeye ve onun
devletine dokunmadan, “kurucu” faaliyetlere girişilmesi. Yani, haftada 40-50
saat çalışan bir işçi, eğer ek bir “devrimci” enerjiye sahipse, onu da kamusal
hizmetlerin üretimine katılarak tüketecek!
Ama biz yine “işçicilik” yaparak, bu stratejinin barındırdığı
çok ciddi bir imkanı gözden kaçırmış oluyoruz: İşsizler, kamusal alanın inşasına
çok daha aktif bir şekilde katılabilir! Üstelik bu sayede boş boş vakit geçirmekten
kurtulmuş, hatta belki iş bulmalarına da yardımcı olacak kimi nitelikler kazanmış
olurlar. Bu süre boyunca ne yiyip ne içeceklerini ise, olsa olsa “iktisadi”
bakış açısından kurtulamamış olanlar soracaktır...
Sözü edilen türden bir alanın inşası çoktan başlamış
durumda. Sivil toplum örgütlerinin, sermaye sahiplerinin de destek ve yönlendirmesiyle,
tam da bu işi yaptığına daha önce değinilmişti. Zaten, bu türden alanların devletten
ve sermaye sahiplerinden bağımsızlığını sağlamak, sosyalist devrim yoluyla
iktidara gelmekten çok daha zordur!
İktisadi alan konusunda başka iddialar da var. Örneğin, bu
alanın zaten kendi kendine yok olmakta olduğu da söyleniyor. Zihinsel emeğin
üretim sürecinde giderek daha büyük bir ağırlık kazanmasıyla, bir yandan kol
emeğinin önemsizleştiği, hatta gereksizleştiği, diğer yandan ve asıl önemlisi,
sermayenin de gereksizleştirdiği, hatta etkisizleştiği iddia ediliyor.
Bu noktada uzunca bir alıntı yapalım:
“Maddi-olmayan emek dolaysız bir
biçimde toplumsal etkileşim ve ortak faaliyet gerektirir. Başka bir ifadeyle,
maddi-olmayan emeğin ortak oluşu daha önceki emek biçimlerinde olduğu gibi
dışarıdan dayatılmış ve örgütlenmiş bir şey değildir; ortaklık bizatihi emek faaliyetine tamamıyla içkindir. Bu
gerçek, emek gücünün ‘değişen sermaye’ olarak, yani sadece sermaye tarafından
harekete geçirilen ve bir araya getirilen bir kuvvet olduğunu savunan (klasik
ve Marksçı politik ekonomistlerin ortak görüşü) eski nosyonun sorgulanmasını
gerektirir; çünkü emek gücünün (özellikle maddi-olmayan emek gücünün) ortak
güçleri emeğe kendi değerini kendi biçme imkanı verir. Beyinler ve bedenler
değer üretmek için hala başkalarına ihtiyaç duyar, ama ihtiyaç duyulan
ötekileri sağlayan artık zorunlu olarak sermaye ve onun üretimi yönlendirme
yetileri değildir. Bugün üretkenlik, servet ve toplumsal artıkların yaratılması
dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla ortaklaşa etkileşim biçimini
alıyor. Dolayısıyla, maddi-olmayan emek, kendi yaratıcı enerjilerini dışa
vurarak, görünen o ki, bir tür kendiliğinden ve çekirdek komünizm imkanı
sağlıyor.”[31]
Bu satırların iki yazarı da akademisyen. Biri edebiyatçı,
öbürü felsefeci. Felsefeci olanı, aynı zamanda politikaya da bulaşmış, hatta karışmadığı
iddia edilen eylemler yüzünden hapis cezası almış. Dolayısıyla, “maddi-olmayan
emek” dedikleri şeyin gerçekte neye benzediğini bilmiyor olabilirler. Belki de,
kafa emekçileri hakkında değerlendirmeler yaparken, kendilerini örnek alıyorlardır.
Tıpkı “teorik” ya da “entelektüel” üretimleri için devlet yerine kimi sermaye
gruplarından maaş alan bazı “aydın”lar gibi...
“İktisadiyatçı olmayan” bu “solcu”lar, dolambaçlı yollarla
da olsa, öz olarak şunu söylüyor: Bu dünyanın değişmesi için devrim yapmaya
falan gerek yok. Komünizmi bile “hemen şimdi” yaşamaya başlamak mümkün. Eğer
kendinizi “maddi-olmayan emek” seviyesine yükseltirseniz, yani iyi bir eğitim
alır ya da kendi kendinizi eğitir ve sonra da “maddi-olmayan” emeğinizi
kullanacağınız bir iş bulursanız, “kendiliğinden ve çekirdek komünizm” aşamasına
ulaşmış olursunuz!
Bu türden “buluş”ların Türkiye acentalığını yapanlar da, bir
dönem boyunca savunmuş oldukları “tembellik hakkı”ndan vazgeçerek, çalışmanın
faziletlerinden söz ediyor:
“Üretim ve üretkenlik için artık
gerekli olmaktan çıkmakta olan niteliksiz kol emeğini içeren bir sentezi değil,
hemen tümüyle zihni emek-faaliyet türlerinin sayısız kombinezonlarıyla,
birleştirme biçim ve türleriyle oluşacak sentez(ler) gerçekleşebilir artık.
Sosyalizm hareketi, bu sentezleri yapabilmeyi, insanlığın ortak çabasıyla
oluşan bu -sınırsızlığın kapılarını açmış- miras ve birikimi doğrudan kullanmayı
tüm insanlar için temel, varoluşsal bir hak olarak savunan ve bu hakkı fiilen
edinme girişimlerinin alanı olan bir hareket olarak ortaya çıkabilir, öne
atılabilir.”[32]
Sanki işsizler ve kol emekçileri hallerinden pek memnun ve
bu nedenle de zihinsel emeklerini kullanabilecekleri işlere girmek için “fiilen”
çaba harcamıyorlar!
Sermaye sahiplerinin üretim süreci açısından gereksizleşmiş
olduğu çok doğrudur. Üstelik bu, hiç de o kadar yeni bir olgu değil. Kapitalizmin
ilk evrelerinde, sermaye sahipleri, üretim sürecine bizzat, kendi (zihinsel ve
hatta maddi) emek güçlerini de kullanarak katılabiliyordu. Zamanla, üretim
sürecinin “denetim”ini yapmaları yeterli hale geldi. Sonrasında bu iş de
ücretli yöneticilere bırakıldı. Marx’ın Kapital’de aktardığına göre,
daha 1835 yılında, “‘sanayi
sistemimizin ruhunun’ sanayici kapitalistler değil, sanayi yöneticileri
olduğuna parmak basmış...” olan Andrew Ure, “fabrikatörlerinin çoğunun, harekete geçirdikleri mekanizma üzerine en
ufak bir bilgileri olmadığına da tanıklık eder.”[33]
Marx da şunları ekler: “...sermaye
üzerinde herhangi bir hakkı bulunmayan bir yönetici, ... kapitaliste kapitalist
olarak ait bulunan bütün gerçek işlevleri yerine getirir, ve böylece, ...
kapitalist, bir fazlalık gibi üretim sürecinde ortadan kalkar.”[34]
Kapitalistin üretim sürecinde herhangi bir rolünün
kalmaması, sermayenin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tam tersine, sermaye,
bireysel kapitalistin öznel tercihlerine bağımlı olmaktan kurtulmuş olur!
Zaten, “Sermaye kolektif bir üründür
ve ancak toplumun çok sayıda üyesinin ortak bir etkinliğiyle, hatta son
tahlilde ancak toplumun tüm üyelerinin ortak etkinliğiyle harekete
geçirilebilir.”[35]
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi oranında, üretim
de toplumsallaşır. Üretimin toplumsallaşması ise, hiç kuşku yok ki, sermayenin
ortadan kaldırılmasının koşullarını da üretir.
Ama tüm bunlardan sermayenin kendi kendine ortadan
kalkabileceği sonucunu çıkarmak için, ya dünyada olup bitenlerden bihaber, ya
da üç kağıtçı olmak gerekir.
Sermaye sahiplerinin üretim sürecinden kopması, üretim sürecinin
kâr mantığına göre örgütlenmesini gündemden düşürmez. Tam tersi gerçekleşir.
Tek tek kimi kapitalistlerin, muhtelif ideolojilerin etkisi altında kalarak,
kâr hırslarını dizginlemeleri mümkündür. Buna karşın, sermaye sahiplerinin
üretimle ilgili tek bağı elde edilen kârları paylaşmak olduğunda, böylesi yufka
yürekliliklere de yer kalmaz.
Bugün, emperyalist tekellerin büyük bir bölümünün
“sahipleri” bilinmez. Çünkü bunlar ne tek bir kişiye, ne de tek bir aileye
aittir. Büyüklü-küçüklü binlerce, hatta bazen on binlerce hissedarları vardır.
Hissedarların da tek beklentisi, ellerinde tuttukları kağıt parçalarının mümkün
olduğunca fazla değer kazanmasıdır. Bu durum, tekellerin üst ya da ara kademe
yöneticilerinin ya da teknik elemanların kar mantığından bağımsız kararlar
almasını sağlamaz. Tam tersine, kâr mantığına uygun hareket etmek, yalnızca
yükselmek için değil, işini korumak için de zorunludur.
Kafa emekleriyle geçinenlerin, aslında genellikle rutin işler
yapmalarına karşın, zaman zaman daha “yaratıcı” olabildikleri doğrudur. Ama bu
“yaratıcılık”, genel bir kural olarak, toplumsal çıkarların karşısına dikilir.
Örneğin, bankalar başta olmak üzere mali sektör, zerre kadar “toplumsal fayda”
üretmez. Mali sektörün işlevi, üretim sürecini kontrol altında tutmak ve elde
edilen kârların sermaye sahipleri arasında yeniden paylaşımını sağlamaktır. Ve
bugün mali sektör, kafa emekçilerinin “yaratıcılık”larına en fazla ihtiyaç
duyan sektörlerden biridir. Kumarhane mantığıyla işleyen piyasalardan
olabildiğince fazla para kazanmaya odaklanmış bir “yaratıcılık” ile sınıfsız ve
sömürüsüz bir toplum hedefi arasında herhangi bir akrabalık ilişkisi olabilir
mi?
Ya imalat sanayisinde çalışan kafa emekçileri?
Onların görevi, ulaşımın toplumsal maliyetini artıran
otomobilleri, yalnızca bireysel olarak tüketilebilen dayanıklı tüketim
mallarını, koruyucu sağlık hizmetlerinin eksik bırakılması nedeniyle ihtiyaç
duyulan ilaçları, sürekli eskiyen “kişisel” bilgisayarları, sağlıksız ve dengesiz
beslenme alışkanlığı kazandıran abur-cuburları vb. üretmektir. Bu konularda da
bir hayli “yaratıcılık” sergiledikleri kesindir!
Üretimin toplumsallaştığı bir dünyada, ihtiyaçların bireysel
olarak ve toplumsal açıdan zararlı biçimlerde giderilmesini zorunlu kılacak
türden nesneleri tasarlayıp geliştirenlerin sermaye ilişkilerinden
bağımsızlaşabildiğini ya da bağımsızlaşabileceğini söylemek mümkün olabilir mi?
Medya ve reklamcılık sektörlerinde çalışanların
yaratıcılıklarını ayrıca tartışmaya gerek yok...
Peki, bugünün dünyasında sermayeye ihtiyaç duymadan değer üretenler
yok mu?
Herhalde en doğrusu, bu soruyu 2001 yılında gerek ABD’de
gerekse Türkiye’de işsiz kalmış olan kafa emekçilerine sormak olacaktır. Acaba
işsiz kaldıktan sonra, “dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal ağlar yoluyla” ne
gibi değerler ürettiler?
Belki de, kendi şirketlerini kuran ve böylece kendi
kendilerinin patronu olanlar kastediliyordur.
Gerçekten de, özellikle henüz gelişme aşamasında olan sektörlerde,
“iyi fikir”lerini paraya çevirmek isteyenler, görece sınırlı bir sermaye birikimiyle
“girişimci” sıfatını kazanabiliyor. Bilgisayar sektörü bunun tipik bir
örneğiydi. Ama kısa bir süre içinde, birkaç şirket tekelleşirken, diğerleri de
tekelleşen şirketler tarafından satın alınmaya başladı. Diğer yandan, tekelleşme
arttıkça, küçük sermaye birikimleriyle hayata geçirilebilecek “iyi fikir”lerin
sayısı da hızla azaldı. Dahası, “iyi fikir” üretimi, tekeller tarafından bir
tür “sınai üretim”e dönüştürüldü.
Ya her şeye rağmen “kendi kendilerinin patronu” olmak
konusunda direnenler ve özelde de kriz döneminde yapacak başka bir şeyi olmadığı
için şirket kuranlar?
Onların işi, bir büyük şirkette ücretli olarak
çalışanlarınkinden çok daha zor! Birincisi, kendilerini her gün yeniden
pazarlamak zorundalar! İkincisi, ürettikleri mal ve hizmetleri sürekli daha
ucuza mal etmek, bunun için de çoğu kez gece-gündüz çalışmak zorundalar. Üçüncüsü,
piyasalar kriz dönemlerinde daraldığında gelirleri ilk önce azalanlar onlar.
Gelelim emeğin kendi değerini kendisinin biçmesi
meselesine...
Bilgisayar mühendisleri, endüstri mühendisleri, işletmeciler
vb., bazı sektörlerde bir dönem boyunca gerçekten de “istedikleri” ücreti
alabilir hale geldiler. Bir bankada, bir bilgisayar donanım ya da yazılım
şirketinde veya bir medya kuruluşunda çalışmaya başlayanlar, ömür boyu yüksek
ücretli ve sosyal güvenceli işlerde çalışabileceklerini zannetmeye başladılar.
Vazgeçilmez olduklarına ve öyle kalacaklarına inandılar.
Ama son bir yıldır, dünyanın her tarafında ve bu arada
Türkiye’de, sokağa atılmayanlar daha düşük ücretlere ve daha sınırlı sosyal güvencelere
razı oluyor! İşsiz mühendislerin ve yöneticilerin sayısı arttıkça, pazarlık
güçleri daha da azalıyor. Üstelik aralarındaki rekabet “küresel” ölçeğe
taşınmış durumda. İletişim ağlarının gelişimi, zihinsel emek gerektiren pek çok
işin dünyanın herhangi bir köşesinde yapılmasını mümkün kılıyor. Üstüne üstlük,
üniversitelerden her yıl benzer niteliklere sahip milyonlarca yeni işsiz adayı
mezun oluyor!
Ve belki de onlardan bazıları, Laçiner’in şu satırlarını
okuyor:
“İnsanın asli niteliğinin
yaratıcılık olduğunu bu denli somut duyumsayabileceği bu çağda, insanlara bu
niteliklerine tek tek, bizzat ve bütünüyle sahip hale gelme çağrısını yapmak,
bu şevki uyandırmak ve bu uyanışın mecrası olmak... Sol burada ve sadece buradadır.”[36]
Bu arada, dünyada “işgücü” sınıfına sokulan insanların üçte
bir işsiz, milyarlarca insan açlık sınırında dolaşıyor, Türkiye’nin eğitimli
gençlerinin bile yaklaşık üçte biri iş bulamıyor...
Her şeyin “kendiliğindenlik”e bırakılamayacağını
iktisadiyatçılık düşmanları da kavramış. Ve, özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya
yönelik olarak son derece etkili (ve kesinlikle iktisat-dışı) bir silah geliştirmişler!
Yeni bir “ortak mülkler” kavramı tanımlanacak ve böylece özel mülkiyet alt
edilecekmiş. Nasıl mı?
“What is Pilosophy?
kitabında Deleuze ve Guattari, yaşadığımız devirde ve iletişimsel ve
etkileşimsel üretim bağlamında, kavramların kuruluşunun tek başına
epistomolojik bir işlem değil; eşit oranda ontolojik bir proje olduğunu iddia
eder. Kavramları ve onların ‘ortak adlar’ dediği şeyleri kurmak gerçekten de
çokluğun zekasını ve eylemini birleştiren, bu zeka ve eylemin birlikte
işleyişini sağlayan bir etkinliktir. Kavramlar kurmak gerçeklikte bir ortaklık
projesini var etmek anlamına gelir.”[37]
Neden daha “radikal” bir adım atıp, bugünkü düzeni “komünizm”
diye adlandırmıyoruz ki? Bu konuda şartların henüz olgunlaşmadığını iddia
etmek, fazlasıyla “iktisadiyatçı” ve “indirgemeci” bir yaklaşım olmaz mı?
İktisadiyatçılık düşmanlarının söylediği her şey yanlış
değil elbette.
Örneğin, kol emeğinin yakın bir gelecekte tümüyle
gereksizleşmesi mümkün olmasa bile, kol emekçiliğinin ortadan kaldırılması
gerçekten de hedeflenmelidir. Tüm insanların zihinsel üretim potansiyelinin
toplumsal çıkarlar doğrultusunda harekete geçirilmesi, insanlığın ilerleme
sürecinde muazzam bir sıçramayı mümkün kılacak ve bu arada kol emeğinin neredeyse
tümüyle gereksizleşmesinin koşullarını da yaratacaktır.
Ama tam da bunun için, sermaye egemenliğinin ortadan
kaldırılmasına, yani sosyalist devrimlere ihtiyaç var!
Diğer yandan, kafa emekçilerinin sınıf mücadeleleri içinde
üstlenebileceği roller üzerine daha fazla düşünmek gerektiği de doğrudur:
“... sosyalizm, toplumların en fazla ezilen katmanlarının sözcülüğünü
yapmanın ötesinde, ideolojik ve siyasal ağırlıkları bulunan ve yeni bir düzen
kurmanın olanaklılığını kavramanın ötesinde temsil edebilecek yarı-aydın
kesimleri sınıf mücadelelerine kazanma mücadelesi vermelidir. Bu kesimler
üzerinde bir ideolojik belirleyicilik sahibi olmadan, geleceği temsil etme
iddiasının altını doldurmak mümkün olmayacaktır.”[38]
Ancak tartışma bu türden zeminlere kaymaya başladığında,
ilerlemecilik, devletçilik, ertelemecilik ve bireyi ikinci plana itme eleştirileri
bir kez daha gündeme sokulacaktır.
Bu noktada, fazlasıyla “iktisadiyatçı” kimi vurgular
yapmanın sakıncası bulunmuyor:
‘70’li yılların başından bu yana bir büyük bunalım döneminin
içinde bulunan dünya kapitalizminin “toplumsal ilerleme”ye öncülük etmek bir
yana bunun önündeki tek engel haline geldiği bir dönemde, ilerlemeciliğe
reddiyeler düzülmesi bir tesadüf müdür?
Tam da sermaye sahiplerinin “devleti küçültme”, yani
devletin toplumsal çıkarlara yönelik her türden işlevini tasfiye etme hedefini
bayraklaştırdıkları bir dönemde, her türden devlete yönelik düşmanlığın bu
denli güçlenmesi bir tesadüf müdür?
Kapitalizmin insanlığın ezici çoğunluğuna herhangi bir
gelecek umudu sunamadığı bugün, geleceğe yönelik her türden projeye düşmanca
bakılması bir tesadüf müdür?
Kapitalizmin “sosyal devlet” politikalarını tümüyle tasfiye
etmeye çalıştığı bir dönemde, bireyin ne kadar önemli olduğunun keşfedilmesi
bir tesadüf müdür?
“Hemen şimdi” yapılabilecek
olan: “Sivil itaatsizlik” ya da eylemli itaat
“Yavaş yavaş iyi bir
vatandaş için asıl vazifenin
adalet dediğimiz
cihazın işlemesine yardım
etmesi olduğuna inandı.
Bu büyük makine kendi kendine
işleyemezdi; nasıl bir
lokomotife kömür lazımsa,
ona da hakkını isteyen
vatandaşların iyi niyeti
lazımdı. ‘Memalik-i
Osmaniye’de her vatandaş
senede üç dava açsa
işler değişir’ diyordu.”[39]
“Ne Yapmalı”cıları fazla otoriter ya da katı disiplinci
bulan “hemen şimdi”cilerin, iş bulup çalışmak dışında da bir “eylem” önerileri
var: Sivil itaatsizlik.
İtaatsizlik deyip geçmemek lazım. Çünkü gerçekte, sivil
itaatsizlik yapmaya kalkışacak olanların itaat etmesi gereken kuralların sayısı
hiç de az değil.
Birincisi, sivil itaatsizlik eylemlerin ciddi ve daha
önemlisi tekil haksızlıklara
karşı yapılması gerekiyor. İkincisi, yasal olanakların tükenmiş olduğundan emin
olunması gerekiyor. Üçüncüsü, toplumun “ortak adalet” anlayışının temel
alınması gerekiyor. Dördüncüsü, her türden şiddetin reddedilmesi, karşı çıkılan
tarafın “malına bile” zarar verilmemesi gerekiyor. Beşincisi, eylem sürecinde
daha önce kamuoyuna ilan edilmemiş hiçbir adımın atılmaması gerekiyor.
Altıncısı, dinci gericiler ve faşistler dahil, eylemlere herkesin katılmasını
hedeflemek gerekiyor. Yedincisi, “düzeltici” ya da “yapıcı” olmak gerekiyor.
Sekizincisi, işin içine siyasal partileri, hele hele komünist partileri
kesinlikle karıştırmamak gerekiyor!
Örneğin, Hannah Arendt, ‘70’li yılların başında, “politik ya
da başka türden ideolojik görevlerin” öne çıkarılmasını kaygı verici bir
gelişme olarak değerlendiriyor:
“Günümüzde sivil itaatsizliğin
baştemsilcisi durumundaki öğrenci hareketini tehdit eden, sadece yıkıcılık,
şiddet, kötü ruh hali ya da daha da kötü olan üslupları değil, tersine
hareketin giderek daha fazla, kendisini bölüp dağıtacak olan ideolojilerin
(Maoizm, Castroizm, Stalinizm, Marksizm-Leninizm vb.) etkisi altına girmesidir.”[40]
Sivil itaatsizlik eylemleri, Almanya, ABD ya da Fransa gibi
“demokratik” ülkelerde, mevcut adalet mekanizmasıyla çözülemeyen sorunların,
“anayasal düzen” ve “demokrasi” sınırları içinde çözüme kavuşturulmasını
hedefliyor. “Totaliter olmayan anti-demokratik rejimler”de ise, Batı tipi
demokrasiye ulaşma amacıyla mücadele ediliyor.
Bu eylem biçiminin, sermaye düzenine “eylemli” bir şekilde
itaat eden yurttaşlar yaratmaktan başka hiçbir anlama gelmediğini uzun uzadıya
tartışmaya gerek var mı?
Buraya kadar yazılanların ardından gereksiz bulunabilecek
bir ek: “Hemen şimdi”ciler, uzun vadeli hedeflere güncel hedefler eklemiyor;
uzun vadeli her tür hedefle birlikte, sermaye düzenini ortadan kaldırma
hedefine karşı çıkıyorlar:
“Her türlü teleolojik
politikalardan vazgeçip, politikayı kendi içinde bir amaç olarak değil, şimdi
ve burada karşılaştığımız sorunların aşılma yolu olarak görmemiz gerek.”[41]
Sosyalist Devrimciler
Çok mu “Despotik”?
“Sosyalist devrimin en
önemli meşruluk kaynağı,
sınıfsız topluma doğru
en önemli sıçrama olmasıdır.”[42]
Kapitalizm, yüzyıllardır, kendisine uygun insanlar yaratmaya
çalışıyor. Bu düzende, yaşayabilmek için bile, şu ya da bu oranda paragöz,
bencil, çıkarcı, rekabetçi ve mülkiyetçi olmak zorunlu. Ama bu yetmiyor ve
eğitim kurumları, medya, sermaye partileri, sivil toplum örgütleri ve hatta reklamcılar,
itaatkar ve dar görüşlü insanlar yaratmak için sürekli bir seferberlik halinde
tutuluyor. Sermayenin hukuk düzeni, özel mülkiyet düzeninin sınırlarını
zorlayanları yeniden yola sokmaya çalışıyor. Bunlar yetmiyor, dinci gericilik
ve faşizm, düzen dışı tepkiler vermesi muhtemel insanların bir kesimini teslim
alıp diğer kesimlere saldırıyor. Bunların da yetmediği noktada devreye devletin
karşı-devrimci örgütlenmelerinin ve hatta bir bütün olarak ordunun gireceği,
gerektikçe hatırlatılıyor.
Nüfusun büyük çoğunluğunun insanlığın kültürel ve bilimsel
birikimine ulaşma olanaklarından yoksun bırakıldığını hatırlatmak herhalde gereksiz...
Bütün bunların üzerine eklenen bir “demokrasi” ile toplumun
ve tek tek insanların gerçek çıkarları arasında ne gibi bir ilişki olabilir?
Bütün bunların üzerine eklenen bir “demokrasi”, mevcut düzene meşruiyet kazandırmaktan
başka ne işe yarayabilir?
Burada sorun, demokratik içerikli kimi taleplerin iktidar
mücadelesinin belirli uğraklarında kritik bir önem kazanıp kazanamayacağı
değil. Çünkü artık, “demokrasinin araçsallaştırılması”na itiraz ediliyor! Demokrasi,
bir nihai hedef kategorisine yükseltiliyor.
İnsanlığın (ve tek tek insanların) özgürleşmesinin her
şeyden önce bir düzen sorunu olduğunu söyleyenlerse, indirgemecilikle,
ikamecilikle (“insanın kurtuluşu” hedefinin yerine “sınıfsal-toplumsal
kurtuluş” hedefinin konması), despotizmle vb. suçlanıyor.
Yani, açıkça, bu düzenin biçimlendirdiği insanı istiyorlar!
Kuşkusuz, yine bu düzen tarafından biçimlendirilmiş olan idealleriyle birlikte!
Leninizme yöneltilen bir diğer itiraz, sınıfsal-toplumsal
kurtuluş mücadelesini merkeze yerleştirdiği oranda, başka insanlar için neyin
doğru olduğu konusunda karar verme yetkisini kendinde görmesi.
Sanki kapitalizm tüm insanlık için neyin doğru olduğuna yüzyıllardır
karar vermiyormuş gibi!
Leninistler, elbette, insanlık için en “doğru” olanın ne
olduğu konusunda bir fikre sahipler ve kendi “doğru”larını hayata geçirmeye çalışıyorlar.
Buradan kaçınılmaz olarak despotizm mi türer?
Bir kere, iktidarı alana kadar, Leninist öznenin yaptırım
gücü fazlasıyla sınırlıdır. Belirli bir programı ve belirli siyasal ilkeleri
benimseyen tek tek insanlar, Leninist örgütte, gönüllülük temelinde bir araya
gelir. Herhalde bunu yapmaya hakkımız vardır, öyle değil mi?
Bir araya gelmiş bu insanlar, kendi “doğru”larını topluma
benimsetmek ve hayata geçirmek için mücadele eder. Üstelik, bir başka “azınlık”
tarafından belirlenen mücadele koşulları altında!
Bu arada, toplumun büyük çoğunluğu, bu mücadeleye karşı “ilgisiz”dir!
İktidardaki azınlığın en önemli silahlarından biri, nüfusun büyük bir çoğunluğunun
apolitizmidir. Bu da, çoğunluğu oluşturan bireylerin “bilinçli” tercihlerinin
ürünü değildir!
Gönüllülük temelinde bir araya gelen insanlar, yanlış bir
hedefe ya da yanlış bir örgütlenme anlayışına sahip olamaz mı?
Elbette! Kapitalizm koşullarında gerçekleştirilen gönüllü
birlikteliklerin çok büyük bir çoğunluğu hem yanlış hedeflere hem de yanlış
örgütlenme anlayışlarına sahiptir!
Ama yanlış yapma ihtimalinin bulunması nedeniyle bugünkü
yanlış düzeni değiştirmek için hiçbir şey yapmamak, en büyük yanlıştır!
Ya iktidar alındıktan sonra? Leninizmin iktidar alındıktan
sonra bir tür despotizme dönüşmesi neredeyse kaçınılmaz değil mi?
Her şeyden önemlisi, Leninist iktidar, toplumsal onayın
sürekliliğini sağlamak konusunda, sermaye sahiplerinin iktidarına oranla ciddi
bir dezavantaja sahiptir. Sermaye iktidarının en önemli toplumsal dayanağı, sermaye
ilişkilerinin kendisidir. Buna karşın, sınıfsız topluma giden yoldaki bir geçiş
süreci ya da daha doğrusu mücadele dönemi olan sosyalizm, kendi kendini yeniden
üreten ve bu arada tüm toplumsal ilişkilerin yeniden üretimini belirleyen bir
iktisadi temele sahip değildir.
Tam da bu nedenle, sermaye sahiplerinin iktidarından farklı olarak,
Leninist iktidar, toplumun pasif bir onayıyla yetinemez. Toplumsal katılımı
artırmak, Leninist iktidar açısından, bir ölüm-kalım sorunudur! Leninist
iktidar, önce kapitalizmin biçimlendirdiği insanların doğal durumu olan
apolitizmle mücadeleyi sürdürmek, sonra da sosyalizmin insanlarının toplumsal
süreçlere bilinçli/iradi katılımını süreklileştirmek zorundadır.
Bu görev ihmal edildiğinde başa nelerin gelebileceği artık
tecrübeyle de sabit.
Tecrübenin sonuçları ise gerçekten acı: Sosyalist ülkelerin
büyük çoğunluğunun çözülmüş olduğu bir dünyada yaşamak, yalnızca eski sosyalist
ülke yurttaşları için değil, insanlığın ezici çoğunluğu için eskisine göre çok
daha zor! Kimse, “Ya barbarlık ya sosyalizm” sloganının aslında ne kadar doğru
olduğunu keşfetmek için böylesi bir tecrübeyi bir kez daha yaşamayı istemeyecektir!
Türkiye’de sosyalist devrimin
dayanağı var mı?
“... ilkesizliğe
alıştırılan Türkiye toplumunun, ilkeli ve güçlenen
bir akıma kayıtsız
kalması mümkün olmayacaktır.”[43]
Avrupai bir demokrasisi, kültürel açıdan gelişkin bir burjuva
sınıfı, sivil toplumu, bireyi olmayan bir ülkede “sosyalist devrim” hedefi ne
kadar gerçekçi ve asıl önemlisi ne kadar günceldir?
Aslına bakılırsa, yukarıda tartıştığımız üzere, solun önemli
bir kesimi, her türden devrim stratejisine karşı çıkma noktasına gelmiş durumda.
Diğer yandan, bir zamanlar strateji tartışmalarını diri tutan “demokratik
devrim” taraftarları da, en azından bugün için, siyaset sahnesinden silinmiş
durumda. Geriye yalnızca, “ulusal”lıktan “milliyetçilik”e transfer olma
sürecindeki “sol”un “Büyük Doğu” stratejileri kalıyor...
Yine de, sosyalist devrimci olmayanların tümü, Türkiye’deki
“demokrasi yokluğu”nu temel bir sorun olarak görme noktasında birleşiyor.
Bu da son derece doğal. Çünkü Türkiye emekçilerinin
“demokrasi bilinci”nin farklı tarihsel nedenlerle bir türlü gelişememiş olması,
tam da sosyalist devrim perspektifine sahip olmayanların altını oyuyor! Liberal
sol, tıpkı liberalizm gibi, bu topraklara bir türlü kök salamıyor. İşçi
sınıfının gündemine “demokrasi mücadelesi”ni sokmaya çalışanlar, sınıftan bir
türlü olumlu tepkiler alamıyor. Demokratik bir devrim için “halk hareketi”
yaratmaya çalışanlar, ya tümüyle başarısız oluyor, ya da yarı yolda kalıyor.
Ekim Devriminden önce, Rusya’daki halk hareketleri geleneği,
bu ülkedeki düzen karşıtı hareketlerin çok daha geniş bir yelpaze oluşturmasını
ve farklı eğilimlerin teori alanında da derinleşmesini mümkün kılmıştı. Buna
karşın Türkiye’de, siyaset, çok daha fazla devlet ve iktidar odaklıdır.
Bu durum, iyi ya da kötü değil, Türkiye toprakları söz
konusu olduğunda tarihsel bir veridir.
Sorun, bu ülkede herhangi bir muhalefet dinamiğinin
bulunmaması değil. Tam tersine, özellikle ‘50’li yıllardan bu yana, Türkiye,
dışarıdan bakanlar açısından hep “karışıklıkların hakim olduğu” bir ülke olmuştur.
Buna karşın Türkiye topraklarından, “liberal düşünceli
yurttaşlar” gibi, bir “halk hareketi” de çıkmamıştır.
‘60’lı yıllarda ikincisine çok yaklaşıldığı söylenebilir.
Türkiye kapitalizminin görece hızlı bir ilerleme kaydettiği bu dönemde, sermaye
iktidarları, toplumsal dinamiklerin bir miktar güçlenmesinde çok fazla sakınca
görmemiş, hatta bunu düzenin toplumsal dayanaklarını sağlamlaştırabilecek bir
gelişme olarak değerlendirmiştir. Ancak riskler kısa zamanda belirginleşmiş ve
bu arada ilerlemenin temposu da düşmeye başlamıştır. Diğer taraftan, bir
toplumsal hareketliliğin içine doğan sol, iktidar perspektifinden uzaklığı
nedeniyle, görece kolay kazandığı kitle desteğinden kalıcı toplumsal kazanımlar
çıkaramamıştır.
‘80’li ve ‘90’lı yıllarda, bencil, köşe dönmeci, çok
tüketen, “serbest piyasa”nın erdemlerine inanan “özgür birey”ler yaratmak için
epeyce çaba harcandı. Bankacılık, bilişim, medya ve reklamcılık gibi sektörlerin
hızla büyürken bol miktarda yüksek ücretli eleman istihdam etmelerinin de
yardımıyla, bu konuda kısmi bir başarı elde edilebildi.
Ancak Türkiye kapitalizminin son krizi, düzenin “kendi
bireylerini” yaratmak ve korumak konusundaki olanakların ne kadar sınırlı olduğunu
gösterdi.
Bu ülkede liberal ideolojiyi güçlendirmeye yönelik çabaların
ne denli ciddi bir iflasla karşı karşıya olduğunu somutlayan örneklerden biri,
“serbest piyasa”yı sloganlaştıran Habertürk
adlı televizyon kanalının TKP’li öğrencileri tartışarak alt etmekle
görevlendirdiği “Basın Kulübü” mensuplarının uğradığı hezimet oldu. Bugünkü
düzeni komünistlere karşı “fikrî planda” savunmanın iyiden iyiye
olanaksızlaştığı bir kez daha görüldü.
Ortada son derece yapısal bir sorun var: Türkiye
kapitalizmi, kendi toplumsal dayanaklarını da güçlendirecek bir ilerleme dinamiğinden
yoksun. Dünya kapitalizminin bunalımı da hesaba katıldığında, bu durumun öngörülebilir
vadede değişmesi mümkün görünmüyor.
Buradan yalnızca devrimci sonuçlar çıkmaz elbette.
Sermaye düzeninin kitlelerde herhangi bir gelecek umudu
yaratamadığı ve sermaye siyasetinin kitlelere yalnızca yönsüzlük duygusunu
taşıyabildiği bir dönemde, toplumsal değerlerin aşınmaya başlaması
kaçınılmazdır. Bugünün Türkiyesi’nde, dayanışmacılık ya da paylaşımcılıktan
adalet arayışına, “komşuluk”tan “mülkiyet haklarına saygı”ya kadar pek çok
değer aynı anda aşınma tehlikesiyle karşı karşıya. Son aylarda yaşanan bazı
“toplumsal olaylar” da, toplumsal ölçekte bir çürüme sürecinin yaşanabileceğine
işaret ediyor.
Söz konusu tehlikenin kendiliğinden hareketlenmelerle
bertaraf edilmesini beklemenin fazla bir anlamı bulunmuyor. Diğer yandan, kimi
toplumsal değerleri diri tutmaya ya da örneğin “demokratik değerler”i güçlendirmeye
yönelik mücadele stratejileri de iflas etmeye mahkum.
Bu ülkenin insanlarının asıl ihtiyaç duyduğu şey, bir
“gelecek umudu”.
Sermaye düzeninin hiçbir gelecek umudu sunmadığı bugün,
“insanca ve onurlu bir yaşam” ve “bir başka düzen” taleplerinin toplumsal
karşılık bulması, her zamankinden daha kolay.
Ancak, söz konusu toplumsal karşılığın “helal olsun
adamlara” düzeyinde kalmaması için, siyasal iktidarı en “somut” hedef olarak
tarif edebilmek gerekiyor.
Kısacası, sosyalist iktidar, bugünün Türkiyesi’nde, yalnızca
gerçekçi bir hedef değil, aynı zamanda bu toprakların kirlenmesine karşı acilen
alınması gereken bir önlem!
Marksist teori dergisi Gelenek’in Mart 2002
tarihli 72. sayısında Dünya Armağan imzasıyla ve NK Yayınları tarafından Şubat
2005’te yayımlanan Sosyalist Devrim Teorisi başlıklı derleme kitapta kendi imzamla yer alan bu yazıda yalnızca
biçimsel düzeltmeler yaptım.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder