(Aralık 2005’te Türkiye Sosyalist
İktisat Kongresi’ne sunulan bildiri)
Giriş
Sosyalizm, kendi sürekliliğini sağlayabilecek nesnel yeniden
üretim dinamiklerine sahip bir toplumsal formasyon değil, sınıflı toplumlar ile
sınıfsız toplum arasındaki geçiş sürecidir. Bir başka deyişle, sosyalizm,
mutlak bir ideal ya da nihai bir amaç değil, bir mücadele evresidir.
Sosyalizmin temel amacı, insanlığın kendi kaderini kendi
ellerine alması olarak özetlenebilir. Sınıflı toplumlarda, gerçekte
kendilerinin yaratmış olduğu toplumsal ilişki ve kurumlar, insanları boyundurukları
altına alır. Örneğin, kapitalist toplumda, neyin ne kadar üretileceğini,
insanlığın gereksinimleri değil, sermayenin kâr hırsı belirler. Yine kapitalist
toplumda, çalışmak, yani zihinsel ve fiziksel üretimde bulunmak, insanın
kendisini geliştirmek için duyduğu bir ihtiyaç değil, yaşamak için bir zorunluluktur.
İnsanlığın kendi kaderini kendi ellerine almasının ön
koşulu, tüm insanların tüm temel gereksinimlerinin karşılanabilmesi anlamında, “kıtlık”ın
ortadan kalkmasıdır. (“Temel” gereksinmelerle kastedilen, insanın biyolojik
varlığını değil, toplumsal varlığını yeniden üretmesinin koşullarıdır.)
Kıtlığın ortadan kaldırılmasına kadar, kapitalizme ait bazı iktisadi
kategoriler ve bu arada emek-değer yasası tümüyle aşılamayacaktır.
Ancak bu söylenen, kapitalizme ait iktisadi kategorilerin
sosyalizm döneminde de aynı şekilde iş görebileceği anlamına gelmez. Örneğin,
emek-değer yasasını tümüyle aşmak mümkün olmasa da, çalışmalarından bağımsız olarak
tüm insanların eşit bir şekilde yararlandıkları toplumsal tüketim fonlarının
büyütülmesi ve herhangi bir maddi karşılık gözetmeden çalışmanın yaygınlaştırılması
yoluyla, bu yasanın geçerlilik alanını daraltmak mümkün ve gereklidir.
Sosyalizmin bir geçiş ve mücadele dönemi olması nedeniyle,
siyasi ve ideolojik mücadeleyi hesaba katmayan sosyalizm tartışmaları verimsizliğe
mahkumdur. İnsanların bilinçli tercih ve eylemlerinden bağımsız bir sosyalizm
modeli tasarlamak mümkün değildir. Daha doğrusu, bu tür bir model, uygulama
şansı bulsa bile, sınıflı toplumlara ait ilişkileri yeniden üretmekten başka
bir sonuç doğuramaz.
Neden merkezi planlama?
Sosyalist planlama, teknik bir konu değildir. Sosyalist
planlama, dar anlamıyla iktisadi bir konu da değildir. Teknik ve dar anlamıyla
iktisadi boyutları da bulunmakla birlikte, sosyalist planlama, her şeyden önce,
insanların kendi gelecekleri hakkında karar vermeleridir.
Planlamanın “merkezi” olması, tek tek bireylerin ya da toplulukların
çıkarlarının yerine ortak toplumsal gereksinimlerin konması için zorunludur.
Merkeziyetçilik ile toplumsal katılımın birbirlerini dışlamak zorunda olduğu
iddiası ise temelsizdir. Tam tersine, merkezi planlamanın başarısı, planların
hazırlık ve uygulama süreçlerindeki toplumsal katılıma bağlıdır.
Merkeziyetçiliğin alternatifi, yerel ve sektörel iktisadi
birimlerin kendi kendilerini yönetmeleridir. Bu da, ortak toplumsal çıkarlar
yerine dar çıkarların öncelik kazanması anlamına gelecektir. Bu tür bir durumda
bile, söz konusu birimler arasında bir
“koordinasyon” ihtiyacı doğacaktır. Pratik açıdan bakıldığında, bunun anlamı,
farklı grupların çıkarlarının güç dengelerine bağlı olarak uzlaştırılmasıdır.
Ve gerçekten de, bu tür bir uzlaştırmanın piyasadan daha iyi işleyebilecek bir
mekanizmasını tarif etmek zordur.[1]
Kuşkusuz, gerçek yaşamda, ne mutlak merkeziyetçilik
uygulanabilir ne de tüm yetkiler dağıtılabilir. En merkeziyetçi bir düzende
bile pek çok yetkinin yerelliklere bırakılması kaçınılmazdır. Burada önemli
olan, ortak toplumsal çıkarlar ile farklı toplum kesimlerinin çıkarları
arasında denge kurulurken hangilerine ağırlık verileceğidir. Sosyalizm, ortak
toplumsal çıkarlara ağırlık verdiği için merkeziyetçidir.[2]
Denge ve optimum arayışı
üzerine
Sosyalist planlama hakkındaki en verimsiz tartışmalardan
biri, merkezi planlamayla yönetilen ekonomilerin, kaynakların “optimum”
dağılımını da sağlayacak bir dengeye ulaşıp ulaşamayacaklarına ilişkin
olanıdır. Bu tartışmanın verimsizliği, kısmen, başlatanların ve taraf olanların
konuya yaklaşım biçimlerinden kaynaklanmaktadır.[3]
Ancak asıl sorun, denge ve optimum arayışının kendisindedir.
Bu tartışmanın önemli sayılan isimlerinden biri, Oskar
Lange, şunları söylüyordu:
“Kaynakların akılcı kullanımı,
kesin dağıtım (allocation) ilkelerini, bir başka deyişle bir değer teorisinin
kullanılmasını gerektirir. Sosyalist bir ekonominin sorunlarını teorik düzeyde
inceleyen (ve aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu) Batılı
iktisatçıların tümü, sosyalist bir ekonominin akılcı ve etkin yönetiminin bir değer
teorisinin ilkelerine dayanmak zorunda olduğu sonucuna vardılar.”[4]
Lange, Sovyetler Birliği’ni, fiyatların belirlenmesi
konusundaki “bulanıklıklar” nedeniyle eleştiriyordu. Bu konuda kesin ilkelerin
belirlenmemesinin büyük bir yanlış olduğunu düşünüyor ve “marjinal analiz”
yöntem ve tekniklerinin kullanılmasını talep ediyordu.[5]
Oscar Lange, söz konusu tartışmada, sosyalizm koşulları
altında kaynakların “akılcı” bir şekilde kullanılabileceğini savunuyordu.
Akılcı kaynak dağılımı için gerekli ve uygun tek aracın piyasa fiyatları olduğunu,
sosyalizm koşullarında ise, emek-değer teorisinin bile, piyasa fiyatlarının
yerini tutabilecek bir “objektif birim” oluşturmaya yetmeyeceğini iddia eden
Mises’ın karşısına, bu tür bir hesaplamanın yapılabileceği iddiasıyla çıkmış ve
bir statik denge modeli önermişti. Lange’ye karşı çıkanlar, gerekli bilgileri
toplamak ve hesapları yapmak için çok fazla zamana ihtiyaç duyulacağını ve
modelin pratikte işe yaramayacağını savundular (örneğin Hayek).
Tartışma bugün de sürüyor ve çağdaş bilgisayar ve iletişim
teknolojileri sayesinde emek-değer teorisine dayalı bir hesaplamanın (yani tek
tek bütün metaların değerlerinin hesaplanmasının) mümkün olduğu tezi de atıldı
ortaya.[6]
Bu tartışmadaki en önemli sorun, taraf olan iktisatçıların,
“tümüyle objektif olma” ölçütüne uyan bir “mutlak çözüm” arayışına girmiş
olmaları. Bu açıdan bakıldığında, Mises ve Hayek haklıdır: Sosyalizm, bu tür
bir mutlak (ya da daha doğru deyişle “sihirli”) çözüme (denklemler sistemine)
yaslanamaz. Yaslanması da gerekmez... Diğer taraftan, kapitalizm ile
sosyalizmin kaynak kullanımı açısından karşılaştırılması bile anlamsızdır.
Kapitalizm koşullarında, piyasa fiyatları, gerçekten de, tüm
iktisadi kararlara dayanak oluşturan birer ölçüt olarak işlev görür. Üstelik,
tekel ve oligopol piyasalarını bir yana bırakırsak, bu ölçütün iktisadi
öznelerden bağımsız olarak belirlendiğini de kabul edebiliriz.
Bu ölçütün kaynak kullanımını (merkezi planlamayla yönetilen
ekonomilerde olabileceğinden daha) verimli hale getirdiği iddiası ise bir
safsatadan ibarettir.
Fiyatlar, “piyasa anarşisi”nden kaynaklanan kaynak israfına
çözüm getirmez; tam tersine, beklenmedik fiyat dalgalanmaları, piyasa anarşisine
katkıda bulunur.
Ama kaynak kullanımı açısından bakıldığında, kapitalizmin
temel sorunu “piyasa anarşisi” değildir (kapitalizmin tekelci aşamasında, en
azından bazı sektörlerde, piyasa anarşisinin sınırlandığını iddia etmek bile mümkün
olabilir). Çok daha önemli bir sorun, kapitalizmin, başta insanların büyük
çoğunluğunun zihinsel üretim potansiyeli olmak üzere mevcut kaynakların çok
büyük bölümünü israf etmesi ya da atıl bırakmasıdır. İşsizlik, yani toplumsal
üretime katkıda bulunma olanağının ortadan kaldırılması, kapitalizme özgü bir
sorundur.
Her şeyden önemlisi, sermaye için gerekli olan, toplumsal
açıdan yararlı kullanım değerleri üretmek değil, kârı artıracak olan değişim
değerleri üretmektir. Bunun somut sonuçları arasında, ulaşım gereksiniminin en
fazla kaynak israfı yaratacak şekilde (karayolu taşıtlarıyla) “çözülmesi”,
koruyucu sağlık hizmetleri yerine tedaviye ve ilaç kullanımına ağırlık
verilmesi, kolektif olarak karşılanabilecek gereksinimlerin bireysel tüketim
mallarıyla karşılanması vb. pek çok örnek vardır.
Bunlara, geri teknolojilerle ve çoğu zaman atıl
kapasitelerle çalışan küçük ve orta ölçekli işletmelerin, toplumsal üretime
hiçbir katkısı bulunmayan finans kuruluşlarının, insanlığın bilgi birikimi
üzerinde tekel oluşturma (ve bu arada fiyatları yükseltme) olanağı sağlayan “fikri
mülkiyet hakları”nın, özel sektör-devlet ilişkilerindeki yolsuzlukların ve özel
sektör içi yolsuzlukların yarattığı kaynak israfını eklemek gerekir.
Tüm bu nedenlerle, toplumsal açıdan bakıldığında, merkezi
planlamanın kaynak israfı konusunda piyasa ile rekabet etmesi olanaksızdır.
Bilinçli bir yıkıcılık söz konusu olmadığı sürece, en kötü planlanan bir
ekonomi bile, bir “serbest piyasa” ekonomisinden daha fazla kaynak israf
edemez.
Diğer taraftan, sosyalizmin ve sosyalist planlamanın amacı,
“mevcut kaynakların optimum dağılımını” sağlamaktan önce, toplumsal gereksinimlerin
karşılanması için eldeki kaynakların seferber edilmesi ve yeni kaynakların
yaratılması ya da devreye sokulmasıdır.
“Mevcut kaynaklar”, sınırlı anlam taşıyan bir kavramdır. Bilimsel
ve teknolojik ilerleme, insanlığın yepyeni kaynaklar yaratmasını ve eski kaynaklara
yeni kullanım alanları açmasını sağlar. Örneğin, varlığı ve bazı kullanım
alanları insanlık tarihinin çok eski dönemlerinden beri bilinen petrolün temel
bir enerji kaynağı haline gelmesinin 100-150 yıllık bir geçmişi vardır.
Kapitalizm koşullarında toplumsal açıdan yararsız, hatta
zararlı faaliyetlerde bulunan insanların ve işsizlerin zihinsel ve fiziksel
üretim potansiyeli, sosyalizm koşullarında büyük bir olanağa (bir başka deyişle
“kaynak”a) dönüşecektir. İnsanlığın bilimsel ve teknolojik bilgi birikimini
paylaşmak, bilişim teknolojileri sayesinde, her zamankinden çok daha kolay bir
hale gelmiştir. Herkesin iyi bir eğitim aldığı, en temel gereksinimlerini
karşılamak konusunda sıkıntı yaşamadığı, zorunlu çalışma sürelerinin kısaldığı
ve insanlığın bilgi birikimine ulaşma kanallarının tümüyle açık olduğu bir
düzende, bu birikime katkıda bulunmak daha da kolaylaşacak, hatta bir
“ihtiyaç”a dönüşecektir. Bugün bile, İnternet aracılığıyla geliştirilen çok
farklı paylaşım ve ortak üretim biçimleri, üretmenin ve paylaşmanın tek
koşulunun dar maddi çıkarlar olmadığını göstermektedir. Sosyalizmin temel bir
hedefi çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkarılarak gereksinime dönüştürülmesidir
ve çağımızda bu hedef ütopik olmaktan çıkmıştır.
Bu söylenenler, sosyalizm döneminde tüm kaynakların en verimli
bir şekilde kullanılmasına, aşırı üretimin, kıtlığın ve bölgesel
eşitsizliklerin önlenmesi anlamında “dengeli” bir kalkınma/gelişme sürecinin
örgütlenmesine ve bu arada çevrenin korunmasına önem verilmeyeceği anlamına
gelmiyor. Ama bunların yolu, bir “objektif değer birimi”nin belirlenmesinden ve
uygun matematiksel hesaplamaların yapılmasından geçmeyecektir.
Burada vurgulamaya çalıştığımız, farklı maliyet analiz
yöntemlerinin ve matematiksel modellerin kullanılmayacağı değil. Bunlar, planlamanın
“tamamlayıcı” unsurları olarak çok anlamlı, önemli, hatta vazgeçilmez veriler
sağlayacaktır. Ancak yeterli olamazlar, çünkü sosyalizm, çelişkili bir yapıya
sahiptir. Bir yandan emek-değer yasası tümüyle aşılamaz, ama diğer yandan da
onunla mücadele edilir. Mümkün olduğunca çok sayıda hizmet ve ürünün ücretsiz
olarak sunulması hedeflenir. Ve asıl amaç, değişim değerleri değil, kullanım
değerleri üretmektir.
Fiyatların emek-değer teorisine dayanarak
hesaplanabileceğini savunan Cockshott ile Cottrell’in, tüm ürünlerin “objektif
ölçütlerle belirlenmiş” bir fiyata sahip olması gerektiğini savunmaları ve bazı
temel ürünlerin sübvanse edilmesine karşı çıkmaları, kendi modelleri açısından
vazgeçilmez olsa da, sosyalizmin gerçekliğine uygun düşmüyor.
Cockshott ile Cottrell’in modelinde, tek tek tüm ürünlerin
fiyatları hesaplandıktan sonra, arz ve talebe bağlı olarak, bu fiyatlar revize
ediliyor. Talep edilenden fazla olan ürünlerin fiyatları düşürülüyor ve talep
edilenden az olanların fiyatları yükseltiliyor. Modeli hazırlayanların temel
varsayımlarından biri, “sosyalist denge” koşullarında, her bir üretim hattında
yaratılan kullanım değerlerinin harcanan toplumsal emek zamanına eşit olması gerektiği...
Oysa çoğu ürün için arz ve talebe bağlı “fiyat ayarlama”
işlemi ya gereksizdir ya da yanlış. Örneğin, sigara üretiminin “gerektiğinden
fazla” olması durumunda fiyatların düşürülmesi kadar, süt üretiminin
“gerektiğinden az” olması durumunda fiyatların yükseltilmesi de yanlıştır. İlk
örnekte, bir sonraki dönemde sigara üretimi azaltılabilir, hatta fazla olan
ürünlerin bir bölümü imha edilebilir ve izleyen dönemde daha az sigara
üretilebilir. İkinci örnekte ise, bir yandan süt arzını artırmanın yolları
aranırken diğer yandan da öncelikli ihtiyaç sahiplerine ayrıcalık sağlanması
yoluna gidilmelidir.
Bunların uç örnekler olduğu ileri sürülebilir elbette. Ama
uç olduğu iddia edilemeyecek örnekler üzerinden de tartışılabilir. Örneğin,
vida üretimi... Kapitalizm koşullarında da, belirli bir dönemde vida arzının
gerektiğinden çok fazla olması ihtimal dahilindedir ve bu tür bir durumda
fiyatların düşmesi nedeniyle vida üreten işletmelerden bir bölümünün iflas ederek
kapanması, çalışanlarının sokağa atılması, makinelerin “hurda fiyatına” el değiştirmesi,
hatta tümüyle kullanım dışı kalması şaşırtıcı olmayacaktır. Buna karşın,
sosyalizm koşullarında yapılacak olan, vida fabrikalarında ne tür alternatif
ürünlerin üretilebileceğinin belirlenmesi ve hızla bunların üretimine geçilmesi
olacaktır. Eldeki “fazla” vidalar izleyen dönemlerde kullanılmak üzere
stoklanacaktır. Diğer taraftan, kapitalizm koşullarında, vida kıtlığının
yaşandığı durumlarda fiyatlar gerçekten de yükselecek ve eldeki vidalar,
ürettikleri kullanım eğerlerinden bağımsız olarak, vida satın alma gücüne sahip
şirketler tarafından alınacaktır. “Kıtlık” durumu, vida üreticileri tarafından
kullanılmaya çalışacaktır. Sosyalizm koşullarında ise, bir yandan toplumsal
gereksinimlere dayalı bir öncelik sıralaması yapılırken, diğer yandan vida
fabrikalarında vardiya sayısını artırmak, vida üretiminin alternatif yollarını
ve bazı sektörlerdeki vida ihtiyacını azaltacak önlemleri bulup hayata geçirmek
gibi yollara başvurulabilecektir.
Her bir üretim hattında üretilen kullanım değerleri ile
bunların üretilmesi için gereken emek zamanı arasında eşitlik arama yaklaşımına
gelince... Bu tür bir “karşılaştırma ölçütü” elbette tümüyle anlamsız değildir.
Örneğin, ulaştırma sektörü söz konusu olduğunda, A noktasından B noktasına
asgari bir konfor düzeyiyle ulaşmanın karayollarıyla mı yoksa demiryollarıyla
mı daha az emek zamanı gerektireceğini saptamak gerçekten gereklidir. Ama
benzer bir karşılaştırmayı farklı sektörler arasında yapmak, bir fikir vermek
dışında, çok işlevli olmayacaktır. Birincisi, farklı sektörlerin ürettikleri
kullanım değerlerini (nesnel bir şekilde) ölçmek ne mümkündür, ne de çok
gerekli. İkincisi, zaten tüm sektörlerde ve her dönemde temel amaçlardan biri
emek gücü kullanımını en aza indirmek olacaktır. Üçüncüsü, tüm bu tartışma ve
arayışların ardında, sosyalizmi tüm dengelerin sağladığı bir “ideal durum”a
taşıma kaygısı bulunmaktadır. Oysa sosyalizmin hızlandıracağı bilimsel ve
teknolojik ilerleme, insanlığın kendi önüne sürekli yeni hedefler koymasını ve
yeni “dengesizlik”ler yaratmasını mümkün kılacaktır.
Ancak kanımca, denge ve optimum arayanların asıl sorunu,
teknolojinin ve matematiğin de yardımıyla, ekonomi yönetimini her tür öznellikten
arındırmaya çalışmaları. Oysa sosyalizm, tam tersini, bilinçli insan eyleminin
toplumsal rolünün giderek artırılmasını gerektirir. Bir başka şekilde ifade
etmek gerekirse, aralarında Marksistlerin de bulunduğu çok sayıda iktisatçı,
iktisat ile siyasetin ayrıştırıldığı bir sosyalizm tasarlamaya çalışıyor. Sosyalizmin
hedefi ise bu ayrımın ortadan kaldırılmasıdır.[7]
Örneğin, sosyalizmin hedefleri arasında, kır-kent ayrımının
ortadan kaldırılması önemli bir yer tutar. Bu ayrımı ortadan kaldırmak için
tarımsal üretimin yapısında yapılacak değişiklikler, kısa vadede, “kaynak
kullanım verimliliği” açısından olumsuz sonuçlar doğurabilir. Ve buna rağmen,
sosyalizmin insanları, tarımsal üretimin yapısını merkezileşme ve makineleşme
doğrultusunda değiştirmeye karar verebilirler. Benzer şekilde, fiziksel emek kullanımını
en aza indirmek için, “gerektiğinden fazla” makineleşme tercihi yapılabilir.
Merkezi planlamaya ilişkin
kaygılar
Ekonomi yönetimini öznellikten arındırma çabasının ardında
ciddiye alınması gereken iki temel kaygı var: İktisadi birimlerin akılcı bir şekilde
hareket etmelerini güvence altına almak ve “merkez”in olası keyfi uygulamalarının
önüne geçmek.
İktisadi birimlerin davranış bozuklukları, sosyalizm
deneyimlerinin tümünde, bir sorun oluşturmuştur. Özellikle merkezi kararların biçimsel
yorumlarla hayata geçirilmesi, ciddi kaynak israflarına yol açmıştır. Örneğin,
vida üreten bir fabrikanın, adet olarak ifade edilen bir toplam üretim hedefine
ulaşmak için sadece en küçük tipte vida üretmesi ve bunu yaparken de çok fazla
işçi istihdam ederken çok fazla hammadde ve ara madde israf etmesi olasılıklar
dahilindedir. Dolayısıyla, iktisadi birimler için, toplam üretim hedeflerinin
dışında da pek çok hedef ve ölçüt saptamak ve bunların hayata geçirilmesini
teşvik etmek gerekir. Teşvik mekanizmaları arasında maddi özendiriciler de
vardır.
Ancak maddi özendiricilerin ağırlığının artırılması, başka
bozucu etkilere yol açar. İşletmelerden gelen bilgiler, maddi özendiricilerle
ilgili ölçütlerin belirlenmesinde en önemli girdiler arasında yer alır. Merkezi
hedeflerin doğru bir şekilde belirlenebilmesi için, işletmelerin üretim
kapasiteleri, girdi ihtiyaçları, yatırım ihtiyaçları vb. konularda doğru bilgi
iletmesi şarttır. Buna karşın, eğer prim ödemeleri merkezi olarak belirlenmiş
bir üretim hedefinin aşılmasına bağlanıyorsa, tek tek işletmeler, üretim
kapasitelerini olduğundan düşük gösterme eğilimine girebilecektir. Merkezin bu
durumun farkında olması ve kendisine bildirilen rakamlara şüpheyle yaklaşması,
sorunu çözmeye yetmeyecek, hatta belki de ağırlaştıracaktır:
“Merkezdeki plancılar durumun
farkındadır ve bu yüzden kendilerine ulaşan bilgileri değerlendirirken ve
işletmelere plan hedefleri teklif ederken, tamamen zıt yönde davranırlar;
işletme üretim kapasitelerini gerçekte olduğundan yüksek, işletme ihtiyaçlarını
ve maliyet unsurlarını ise düşük tahmin ve teklif eden bir tutum izlerler. Bu
tutum, işletmelerin yanlış bilgi yollamasını daha da yaygınlaştıran olumsuz bir
sonuç doğurur; Merkez bütün işletmelere aşağı yukarı aynı şüphecilikle baktığı
için; imkan, kaynak ve kapasitelerini olduğu gibi Merkeze duyuran işletmeler
de, üst düzeyden gelen daha yüksek karşı-tekliflere maruz kalacaklardır.”[8]
Bu gerçek sorunu çözmeye çalışırken düşülebilecek en büyük
yanlış, işletmeleri sadece ve sadece merkezi kandırmaya çalışan iktisadi
birimler olarak kabul etmek ve bu “gerçeklik”e uygun modeller geliştirmektir.
Böylesi bir “gerçeklik”e uygun tek model, gerçekten de, serbest piyasadır.
Sorunun gerçek çözümü, tüm kademelerdeki işletme çalışanlarının,
merkezi hedeflere ulaşılması, hatta bunların aşılması yönünde çaba harcamalarının
sağlanmasıdır. Bu da, siyasi öncülük gereksinimine işaret eder.
Teorik tartışmalar bir yana, Sovyetler Birliği’nin özellikle
1930’lu yılları, bu söylenenin hayata geçirilebileceğini somut olarak göstermiştir.
1928’de geri kalmış bir ülke olan Sovyetler Birliği’nin 1938 yılında dünyanın
en büyük ve güçlü ekonomilerinden biri haline gelmesini sağlayan, siyasi
öncülüğün ürünü olan toplumsal seferberliktir.
Buna karşı, toplumsal seferberlik dönemlerinin
süreklileştirilemeyeceği söylenebilir ve bu da doğrudur. Ancak sosyalizmin her
bir ileri atılımı, sosyalizme özgü değerlerin taşıyıcılığını yapan toplum kesiminin
büyütülmesi için de yeni olanaklar yaratır. Sınıfların ve sömürünün tümüyle
ortadan kaldırılması için örgütlü bir şekilde mücadele eden insanlar,
sosyalizmin en önemli dayanak noktasını oluşturur.
Bir başka açıdan yaklaşırsak, temel ihtiyaç, halkın devlet
yönetimine ve bu arada iktisadi karar alma süreçlerine örgütlü olarak katılmasını
sağlamaktır. İşyeri örgütlenmeleriyle, yerel örgütlerle, sektörel örgütlerle,
sendikalarla, gençlik örgütleriyle, kadın örgütleriyle vb. vb... Bu da yine bir
siyasi öncülük konusudur. Nitekim, Küba, sosyalist çözülme sürecinin dışında
kalabilmesini ve uğradığı iktisadi yıkıma ve ABD ambargosuna rağmen Latin
Amerika halklarına yeniden örnek olmaya başlamasını, toplumsal örgütlülük
düzeyine ve siyasi öncülüğe borçludur.
“Merkez”in olası keyfi uygulamaları sorununa gelince...
Öncelikle bir hatırlatma: “Merkezi planlama”, “merkezde
duran birileri”nin tüm kararları alıp bunların uygulanması konusunda başkalarına
baskı uygulamaları demek değildir. Bir merkezi planlama örgütlenmesinin varlığı
zorunludur; ancak bu örgütlenme hiçbir anlamıyla “bağımsız” ya da “özerk”
değildir. Merkezi planların en önemli unsurları, yani temel hedefleri, bu
örgütler tarafından belirlenmez.
Kuşkusuz, merkezi planların hazırlanma sürecine
“birilerinin” öncülük etmesi zorunludur. Bu da ancak siyasal iktidar olabilir.
Dolayısıyla sorun, siyasi iktidarın keyfi kararlar almasının engellenip engellenemeyeceği
biçiminde formüle edilebilir.
Açıkçası, mutlak güvence arayışı anlamlı değildir. Gerçek yaşamda
bu türden güvenceler olamaz. Sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme de, siyasal
iktidarların yanlış yapabileceklerini somut olarak gösterdi.
Ancak bu söylenen, sosyalizm koşullarında siyasal iktidarın
“keyfi” bir şekilde hareket edebileceği anlamına da gelmez. Konuya planlama
açısından bakarsak, merkezi plan metinlerinin hazırlanıp karara bağlanması,
sürecin en önemli kısmı değildir. Toplumsal bir sahiplenmenin yaratılamaması
durumunda, plan hedefleri anlamsızlaşacaktır.
Kapitalizm koşullarında insanların çalışmasını sağlayan,
işsizlik ve açlık tehditleridir. Buna karşın sosyalizm koşullarında, toplumsal
hedefleri benimsemeyen, yapmaları beklenen işlerin anlamlı olduğuna inanmayan
insanları çalıştırmak çok zor, verimli bir şekilde çalıştırmak olanaksızdır. Bu
da, mutlak olmasa bile, önemli bir güvencedir.[9]
Özellikle de, yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin çözülmesi sonrasında...
Eşitlikçilik, toplumsal tüketim fonlarının giderek
büyütülmesi ve temel gereksinimlerin giderek artan bölümünün bedelsiz olarak
karşılanması, kısa vadede iktisadi açıdan riskler barındırsa da, siyasi açıdan
vazgeçilmezdir.
Siyasi iktidar, merkezi planların hazırlık sürecine toplumun
mümkün olan geniş kesimini aktif olarak katmak, insanlarda heyecan yaratacak
hedefler göstermek, anlamlı her tür talebi karşılamaya çalışmak zorundadır. En
“kötü niyetli” iktidar bile...[10]
Tüm bu tartışmaları yaparken, sosyalist ülkelerdeki
çözülmenin baskısı altındayız. “İyi de, öyleyse neden yıkıldı?” sorusunu
unutmamıza bir an olsun izin verilmiyor!
Bunun yararlı bir yanı
var: Daha en az yüz yıl boyunca benzer hataları bir daha yapmamak gerektiği
bilinciyle mücadele edeceğiz.
Ama bir taraftan da, bu bilinci aşmak zorundayız! Sorulması
gereken başka sorular var: Bu dünyayı değiştirmek için mücadele edecek miyiz,
yoksa bu mücadelede hata yapma ihtimalimiz yüzünden her şeyin bugünkü gibi
devam etmesini mi kabulleneceğiz? İnsanlığın kendi kaderini kendisinin
belirlemesi için mi mücadele edeceğiz, yoksa piyasa ve para tanrılarının
kaderimizi çizmesini mi kabulleneceğiz?
Ayrıca, sosyalizmin tüm uygulamalarını toptancı bir mantıkla
hata hanesine yazmak, çok daha büyük bir hata olacaktır.
Bu çalışmadaki ana tartışma eksenlerinden birine dönersek,
sosyalist ülkeler, kaynak kullanımının toplumsal verimliliği açısından bakıldığında,
kapitalist ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar ileri örnekler oluşturdu.
Sosyalist ülkeler, istisnasız olarak tüm yurttaşlarının
çalışma, dinlenme ve tatil yapma, yaşamın tüm dönemlerinde eğitim alma, sağlık
hizmetlerinden yararlanma, barınma,[11]
kültürel birikimden yararlanma ve bu birikime katkıda bulunma, bilimsel,
teknik, sanatsal ve sportif faaliyetlerde bulunma haklarını güvence altına
aldı. Bakıma muhtaç çocukların ve hastalık, kaza, yaşlılık ya da başka bir
nedenle çalışamaz duruma gelmiş insanların insanca bir yaşam sürmeleri de sosyalist
devletlerin güvencesi altındaydı. Sovyetler Birliği, çözülüşün hemen öncesinde
bile, tüm sorunlarına karşın, iktisadi, bilimsel, teknolojik ve askeri[12]
açılardan dünyanın ikinci (hatta bazı alanlarda birinci) büyük gücüydü. Sovyet
halkının yaşam standartları ve kültürel düzeyi, en gelişkini de dahil olmak
üzere kapitalist ülkelerde yaşayan insanların büyük çoğunluğuna oranla çok daha
yüksekti.
Evet, tek tek işletmelerde verimlilik sorunları yaşanıyordu;
ama kapitalist ülkelerdeki iktisadi krizlerin ve piyasa anarşisinin yol açtığı
yıkımlar ve kaynak israfı Sovyetler Birliği’nde yoktu. Kısacası, ortada düzeltilebilmesi
için öncelikle yıkılması gereken bir düzen yoktu. Tam tersine, dünya işçi sınıfının
tarihteki en büyük kazanımı vardı...
Bugünse, sosyalizmin çözülüşü sonrasının dünyasında yaşayan
insanlar olarak, kapitalizmin ve emperyalizmin gerçekte ne anlama geldiğini,
sosyalizmin zayıfladığı bir dünyanın neye benzediğini görme “şansına” sahibiz.
* * *
Buraya kadar tartıştıklarımızın çalışmanın başlığıyla
ilgisine gelince: Merkezi planlama dar anlamıyla teknik bir konu olmadığından,
planlamanın başarı ya da başarısızlığı tek başına teknolojik olanaklara bağlı
olamaz. Merkezi planlamayı bilgisayarların çözebileceği bir denklemler sistemi
tasarlamak mümkün değildir.
Ama başta bilişim alanındakiler olmak üzere teknolojik
gelişmeler planlama için de çok önemli olanaklar yaratmıştır...
Yeni Olanaklar
Sovyetler Birliği, sosyalist kuruluş sürecine, bir tarım
ülkesini sanayi ülkesi haline getirme mücadelesiyle başlamıştı. 2005 yılında,
dünyanın pek az ülkesi, kapitalist gelişme açısından, 1917 yılının (hatta 1928
yılının) Rusya’sının gerisinde. Kuşkusuz, ileriliğin ya da geriliğin ölçütünün
ne olduğu sorulabilir. Buradaki tartışmamız açısından önemli bir ölçüt, sermayenin
yoğunlaşma ve merkezileşme derecesidir.
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bir başka deyişle
tekelleşme, sadece “serbest rekabet”in son bulmasını değil, aynı zamanda
ekonomik kaynakların giderek daha büyük bir bölümünün “merkezi” olarak
yönetilmesini anlatır. Lenin, bunun yarattığı büyük olanağı şu şekilde tarif
ediyordu:
“Yoğunlaşma öyle bir noktaya
gelmiştir ki, artık bir ülkedeki, hatta ... birçok ülkedeki, hatta hatta bütün
dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının (örneğin demir cevheri rezervlerinin)
yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla
kalmıyor, aynı zamanda, bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele
geçiriliyor.”[13]
Bu
satırlar geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yazılmıştı. Bugün, ekonomik
faaliyetlerin çok daha büyük bir bölümü büyük sermayeler tarafından
denetleniyor. Dahası, bu “denetim”in araçları da bir hayli gelişti. Bilgisayar
ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde en uzak köşedeki en küçük
üretim biriminde ne olup bittiğini ya da herhangi bir pazarlama noktasında
hangi malların satıldığını herhangi bir zaman kaybı olmadan öğrenmek mümkün
hale geldi.
20.
yüzyılın planlamacıları ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıyaydı. Neyin nerede ne
kadar üretileceğini ve nereye ne kadar dağıtılacağını belirleyebilmek için,
ülkenin dört bir yanındaki üretim ve dağıtım birimleriyle yapılması gereken
bilgi alışverişleri ciddi bir zaman kaybına yol açıyordu. Asıl önemlisi,
karşılıklı bilgi ve talep alışverişleri sonsuza dek sürdürülemeyecekleri için,
bir noktada kesilmek zorunda kalıyordu. Bu da bazen ciddi boyutlara ulaşabilen
sapmalara yol açıyordu.
Bugünse,
teknolojik gelişmelerin de yardımıyla, yalnızca tek bir ülkedeki değil dünyanın
dört bir yanındaki üretim ve dağıtım birimlerini merkezi olarak yönetebilen dev
şirketler, planlamanın ne denli kolaylaştığını somut olarak gösteriyor.
Diğer
yandan, üretimin toplumsallaşması oranında sermaye sahipleri daha da gereksizleşiyor.
Tekeller ve büyük şirketler, uzunca bir süredir, “bireysel girişimci”ler
tarafından değil, profesyonel yöneticiler ve mühendis orduları tarafından
yönetiliyor.[14]
Bu söylenenlerden, kapitalizmin de adım adım merkezi planlamaya
yaklaştığı ve dolayısıyla tek yapılması gerekenin beklemek ya da bu sürecin
hızlanması için mücadele etmek olduğu sonucu çıkarılamaz. Çıkarılamaz, çünkü
sermaye devletleriyle iç içe geçmiş olan dev şirketler de, toplumsal kullanım
değerleri değil, sermaye birikimi sağlayacak olan değişim değerleri üretmeye
çalışırlar. Bu nedenle, kaynak israfını azaltmak bir yana daha da artırırlar.
Otomotiv, ilaç ya da petrol şirketlerinin egemenliğinin dünyamız açısından ne
kadar büyük bir sorun oluşturduğu hatırlatılabilir.
Ayrıca, bu şirketlerin gerek devletlerle ilişkilerinde
gerekse kendi içlerinde, gizlilik koruması altında, yolsuzlukların egemenliği
söz konusudur. Sosyalizmin iktisadi birimlerinin potansiyel davranış bozukluklarından çok daha fazlası,
profesyonel üst düzey yöneticilerin olağan davranış biçimlerinin ayrılmaz parçalarını
oluştururlar. Çünkü bunların toplumsal olarak denetlenmesi mümkün değildir.
Yöneticiler ve sermaye sahipleri için güçlü bir koruma duvarı oluşturan “şirket
sırları”nın kapsamı hayli geniştir.[15]
Sosyalizmde ise, “şirket sırrı” ya da “iktisadi devlet
sırrı” diye bir şey yoktur. Üstelik, yine bilişim ve iletişim teknolojileri sayesinde,
neredeyse her tür iktisadi karar ve faaliyetin kayıt altına alınması ve bu
kayıtlara herkesin ulaşması mümkün hale gelmiştir. Bu da, iktisadi
faaliyetlerin toplumsal denetimi, sorunların saptanması ve çözüm yollarının
bulunması konularında muazzam bir olanaktır. Sadece merkezi planlama örgütü
değil, toplumsal örgütler, üniversiteler ve hatta “amatör” araştırmacılar, diledikleri
kurumu mercek altına alabilecek ve iyileştirme/düzeltme önerilerinde
bulunabilecektir.[16]
Toplumsal denetim, yolsuzluklara karşı da en etkili silah olacaktır.
Sosyalizmin en önemli avantajı, tüm yurttaşlarına iyi bir
eğitim vermesinin ve insanlığın bilgi birikimine ulaşmalarını aşırı derecede
kolaylaştırmasının ürünü olacaktır. Sadece “şirket sırları”na değil, kayıt
altına alınabilir her tür bilgiye (bilimsel araştırmalar, buluşlar,
istatistikler vb.’nin yanında insanlığın kültürel birikiminin çok büyük bir
bölümü) bilgisayar ağları aracılığıyla ücretsiz olarak ulaşma olanağı,[17]
insanların zihinsel üretimlerinin önünü açacak ve bunu başlı başına bir haz
kaynağına dönüştürecektir. Bunun merkezi planlama açısından en basit
sonuçlarından biri, karşılaşılan sorunların çözümünde çok sayıda insanı yardıma
çağırma olanağıdır.
Kapitalizm koşullarında, eğitimsizlik, bilgisizlik ve
bilimsel bakış açısından yoksunluk, temel iktisadi sorunlara ilişkin tartışmaların
belirli çıkar grupları tarafından yönlendirilmesini fazlasıyla kolaylaştırır.
Örneğin, bir yandan en büyük çevre tahribatlarına yol açılırken diğer yandan da
çevrecilik bir kâr kaynağı haline getirilir. Sosyalizmin eğitimli, bilgili ve
bilimsel bakış açısına sahip insanları ise, hangi alanlarda ne tür yatırımlara
ihtiyaç olduğunu, bunların olası toplumsal maliyetlerini, alternatifleri vb.
tartışarak ortak çözüm ve hedefler belirleme şansına sahip olacaklardır.
Merkezi planlar da bu ortak çözüm ve hedeflerin bir ifadesi olacağından,
toplumsal sahiplenme eksiğiyle karşılaşma olasılığı düşecektir.
Plan hedeflerinden neredeyse her tür sapmanın ve neredeyse
her tür iktisadi dengesizliğin anlık olarak izlenebilmesi sayesinde yine anlık
müdahalelerde bulunulabilecek, kıtlık durumlarında alternatif çözümler hızla
devreye sokulabilecektir.
Bilişim teknolojileri, tüketimin planlanmasını da fazlasıyla
kolaylaştıracaktır. Kapitalizm, insanlara daha fazla meta satabilmek için
bireysel tüketimi özendirir. Bu da toplumsal kaynakların israfı ve çevrenin
tahrip edilmesi anlamına gelir. Buna karşın sosyalist planlamanın merkezinde,
tüketim malları satışının artırılması değil, gereksinimlerin karşılanması
vardır. Pek çok tüketim malının bireysel mülkiyetine son vermek, bunların çok
daha “verimli” bir şekilde tüketilmelerini mümkün kılacaktır.[18]
Bilişim teknolojilerinin bu konudaki yardımı, gereksinimlerin iletilmesini ve
en kısa süre içinde karşılanmalarını sağlamak olacaktır.
Burada sözü edilen olanakların değerlendirilmesi için,
bilgisayar ağlarının yanında kapsamlı veri toplama sistemlerine, bu verileri
işleyecek programlara, gelişkin planlama tekniklerine, matematiksel modellere
vb. ihtiyaç vardır. Bunların bir bölümü kapitalist ülkelerde daha şimdiden
hazır durumda olsa bile, planlamanın teknik temelini geliştirmek, sosyalist
planlamanın en önemli görevlerinden biri olmayı sürdürecek.
Ya planlamanın geleceği?
Sovyet komünistlerinin kendi önlerine (partilerinin programlarına)
koydukları ama (en azından henüz) ulaşamadıkları hedef, planlamanın geleceğini
anlatıyor:
“Ekonomik ve kültürel yönetim
alanında, bugün devlet tarafından yürütülen kamu işlevleri komünizm altında da
sürdürülecek ve toplum geliştikçe onlar da geliştirilerek mükemmelleştirileceklerdir.
Ancak, işlevlerin niteliği ve uygulama yolları sosyalizmde olduğundan farklı
olacaktır. Şimdi hükümet bünyeleri olan, planlama, muhasebe, ekonomik yönetim
ve kültürel ilerlemeden sorumlu bünyeler politik niteliklerini kaybederek
kamunun kendi kendini yönetim organları haline geleceklerdir. Komünist toplum,
emekçilerin yüksek (düzeyde) örgütlü bir topluluğu olacaktır. Komünist hayat
tarzının evrensel olarak benimsenen kuralları yerleşecek ve bunlara uymak,
herkes için organik bir ihtiyaç ve alışkanlık hani alacaktır.”[19]
Aralık 2005’te Nâzım
Kitaplığı tarafından yayımlanan Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi-2005
Bildirileri kitabında “Teknolojik
Gelişmeler Işığında Sosyalist Planlamada Yeni Olanaklar” başlığıyla yer alan bu bildiride yalnızca biçimsel düzeltmeler yaptım.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder