1 Mart 2012 Perşembe

Sosyalist planlamada yeni olanaklar

(Aralık 2005’te Türkiye Sosyalist
İktisat Kongresi’ne sunulan bildiri)




Giriş

Sosyalizm, kendi sürekliliğini sağlayabilecek nesnel yeniden üretim dinamiklerine sahip bir toplumsal formasyon değil, sınıflı toplumlar ile sınıfsız toplum arasındaki geçiş sürecidir. Bir başka deyişle, sosyalizm, mutlak bir ideal ya da nihai bir amaç değil, bir mücadele evresidir.

Sosyalizmin temel amacı, insanlığın kendi kaderini kendi ellerine alması olarak özetlenebilir. Sınıflı toplumlarda, gerçekte kendilerinin yaratmış olduğu toplumsal ilişki ve kurumlar, insanları boyundurukları altına alır. Örneğin, kapitalist toplumda, neyin ne kadar üretileceğini, insanlığın gereksinimleri değil, sermayenin kâr hırsı belirler. Yine kapitalist toplumda, çalışmak, yani zihinsel ve fiziksel üretimde bulunmak, insanın kendisini geliştirmek için duyduğu bir ihtiyaç değil, yaşamak için bir zorunluluktur. 

İnsanlığın kendi kaderini kendi ellerine almasının ön koşulu, tüm insanların tüm temel gereksinimlerinin karşılanabilmesi anlamında, “kıtlık”ın ortadan kalkmasıdır. (“Temel” gereksinmelerle kastedilen, insanın biyolojik varlığını değil, toplumsal varlığını yeniden üretmesinin koşullarıdır.) Kıtlığın ortadan kaldırılmasına kadar, kapitalizme ait bazı iktisadi kategoriler ve bu arada emek-değer yasası tümüyle aşılamayacaktır.

Ancak bu söylenen, kapitalizme ait iktisadi kategorilerin sosyalizm döneminde de aynı şekilde iş görebileceği anlamına gelmez. Örneğin, emek-değer yasasını tümüyle aşmak mümkün olmasa da, çalışmalarından bağımsız olarak tüm insanların eşit bir şekilde yararlandıkları toplumsal tüketim fonlarının büyütülmesi ve herhangi bir maddi karşılık gözetmeden çalışmanın yaygınlaştırılması yoluyla, bu yasanın geçerlilik alanını daraltmak mümkün ve gereklidir.

Sosyalizmin bir geçiş ve mücadele dönemi olması nedeniyle, siyasi ve ideolojik mücadeleyi hesaba katmayan sosyalizm tartışmaları verimsizliğe mahkumdur. İnsanların bilinçli tercih ve eylemlerinden bağımsız bir sosyalizm modeli tasarlamak mümkün değildir. Daha doğrusu, bu tür bir model, uygulama şansı bulsa bile, sınıflı toplumlara ait ilişkileri yeniden üretmekten başka bir sonuç doğuramaz.


Neden merkezi planlama?

Sosyalist planlama, teknik bir konu değildir. Sosyalist planlama, dar anlamıyla iktisadi bir konu da değildir. Teknik ve dar anlamıyla iktisadi boyutları da bulunmakla birlikte, sosyalist planlama, her şeyden önce, insanların kendi gelecekleri hakkında karar vermeleridir.

Planlamanın “merkezi” olması, tek tek bireylerin ya da toplulukların çıkarlarının yerine ortak toplumsal gereksinimlerin konması için zorunludur. Merkeziyetçilik ile toplumsal katılımın birbirlerini dışlamak zorunda olduğu iddiası ise temelsizdir. Tam tersine, merkezi planlamanın başarısı, planların hazırlık ve uygulama süreçlerindeki toplumsal katılıma bağlıdır.

Merkeziyetçiliğin alternatifi, yerel ve sektörel iktisadi birimlerin kendi kendilerini yönetmeleridir. Bu da, ortak toplumsal çıkarlar yerine dar çıkarların öncelik kazanması anlamına gelecektir. Bu tür bir durumda bile, söz konusu birimler arasında bir “koordinasyon” ihtiyacı doğacaktır. Pratik açıdan bakıldığında, bunun anlamı, farklı grupların çıkarlarının güç dengelerine bağlı olarak uzlaştırılmasıdır. Ve gerçekten de, bu tür bir uzlaştırmanın piyasadan daha iyi işleyebilecek bir mekanizmasını tarif etmek zordur.[1]

Kuşkusuz, gerçek yaşamda, ne mutlak merkeziyetçilik uygulanabilir ne de tüm yetkiler dağıtılabilir. En merkeziyetçi bir düzende bile pek çok yetkinin yerelliklere bırakılması kaçınılmazdır. Burada önemli olan, ortak toplumsal çıkarlar ile farklı toplum kesimlerinin çıkarları arasında denge kurulurken hangilerine ağırlık verileceğidir. Sosyalizm, ortak toplumsal çıkarlara ağırlık verdiği için merkeziyetçidir.[2]


Denge ve optimum arayışı üzerine

Sosyalist planlama hakkındaki en verimsiz tartışmalardan biri, merkezi planlamayla yönetilen ekonomilerin, kaynakların “optimum” dağılımını da sağlayacak bir dengeye ulaşıp ulaşamayacaklarına ilişkin olanıdır. Bu tartışmanın verimsizliği, kısmen, başlatanların ve taraf olanların konuya yaklaşım biçimlerinden kaynaklanmaktadır.[3] Ancak asıl sorun, denge ve optimum arayışının kendisindedir.

Bu tartışmanın önemli sayılan isimlerinden biri, Oskar Lange, şunları söylüyordu:

“Kaynakların akılcı kullanımı, kesin dağıtım (allocation) ilkelerini, bir başka deyişle bir değer teorisinin kullanılmasını gerektirir. Sosyalist bir ekonominin sorunlarını teorik düzeyde inceleyen (ve aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu) Batılı iktisatçıların tümü, sosyalist bir ekonominin akılcı ve etkin yönetiminin bir değer teorisinin ilkelerine dayanmak zorunda olduğu sonucuna vardılar.”[4]

Lange, Sovyetler Birliği’ni, fiyatların belirlenmesi konusundaki “bulanıklıklar” nedeniyle eleştiriyordu. Bu konuda kesin ilkelerin belirlenmemesinin büyük bir yanlış olduğunu düşünüyor ve “marjinal analiz” yöntem ve tekniklerinin kullanılmasını talep ediyordu.[5]

Oscar Lange, söz konusu tartışmada, sosyalizm koşulları altında kaynakların “akılcı” bir şekilde kullanılabileceğini savunuyordu. Akılcı kaynak dağılımı için gerekli ve uygun tek aracın piyasa fiyatları olduğunu, sosyalizm koşullarında ise, emek-değer teorisinin bile, piyasa fiyatlarının yerini tutabilecek bir “objektif birim” oluşturmaya yetmeyeceğini iddia eden Mises’ın karşısına, bu tür bir hesaplamanın yapılabileceği iddiasıyla çıkmış ve bir statik denge modeli önermişti. Lange’ye karşı çıkanlar, gerekli bilgileri toplamak ve hesapları yapmak için çok fazla zamana ihtiyaç duyulacağını ve modelin pratikte işe yaramayacağını savundular (örneğin Hayek).

Tartışma bugün de sürüyor ve çağdaş bilgisayar ve iletişim teknolojileri sayesinde emek-değer teorisine dayalı bir hesaplamanın (yani tek tek bütün metaların değerlerinin hesaplanmasının) mümkün olduğu tezi de atıldı ortaya.[6]

Bu tartışmadaki en önemli sorun, taraf olan iktisatçıların, “tümüyle objektif olma” ölçütüne uyan bir “mutlak çözüm” arayışına girmiş olmaları. Bu açıdan bakıldığında, Mises ve Hayek haklıdır: Sosyalizm, bu tür bir mutlak (ya da daha doğru deyişle “sihirli”) çözüme (denklemler sistemine) yaslanamaz. Yaslanması da gerekmez... Diğer taraftan, kapitalizm ile sosyalizmin kaynak kullanımı açısından karşılaştırılması bile anlamsızdır.

Kapitalizm koşullarında, piyasa fiyatları, gerçekten de, tüm iktisadi kararlara dayanak oluşturan birer ölçüt olarak işlev görür. Üstelik, tekel ve oligopol piyasalarını bir yana bırakırsak, bu ölçütün iktisadi öznelerden bağımsız olarak belirlendiğini de kabul edebiliriz.

Bu ölçütün kaynak kullanımını (merkezi planlamayla yönetilen ekonomilerde olabileceğinden daha) verimli hale getirdiği iddiası ise bir safsatadan ibarettir.

Fiyatlar, “piyasa anarşisi”nden kaynaklanan kaynak israfına çözüm getirmez; tam tersine, beklenmedik fiyat dalgalanmaları, piyasa anarşisine katkıda bulunur.

Ama kaynak kullanımı açısından bakıldığında, kapitalizmin temel sorunu “piyasa anarşisi” değildir (kapitalizmin tekelci aşamasında, en azından bazı sektörlerde, piyasa anarşisinin sınırlandığını iddia etmek bile mümkün olabilir). Çok daha önemli bir sorun, kapitalizmin, başta insanların büyük çoğunluğunun zihinsel üretim potansiyeli olmak üzere mevcut kaynakların çok büyük bölümünü israf etmesi ya da atıl bırakmasıdır. İşsizlik, yani toplumsal üretime katkıda bulunma olanağının ortadan kaldırılması, kapitalizme özgü bir sorundur.

Her şeyden önemlisi, sermaye için gerekli olan, toplumsal açıdan yararlı kullanım değerleri üretmek değil, kârı artıracak olan değişim değerleri üretmektir. Bunun somut sonuçları arasında, ulaşım gereksiniminin en fazla kaynak israfı yaratacak şekilde (karayolu taşıtlarıyla) “çözülmesi”, koruyucu sağlık hizmetleri yerine tedaviye ve ilaç kullanımına ağırlık verilmesi, kolektif olarak karşılanabilecek gereksinimlerin bireysel tüketim mallarıyla karşılanması vb. pek çok örnek vardır.

Bunlara, geri teknolojilerle ve çoğu zaman atıl kapasitelerle çalışan küçük ve orta ölçekli işletmelerin, toplumsal üretime hiçbir katkısı bulunmayan finans kuruluşlarının, insanlığın bilgi birikimi üzerinde tekel oluşturma (ve bu arada fiyatları yükseltme) olanağı sağlayan “fikri mülkiyet hakları”nın, özel sektör-devlet ilişkilerindeki yolsuzlukların ve özel sektör içi yolsuzlukların yarattığı kaynak israfını eklemek gerekir.

Tüm bu nedenlerle, toplumsal açıdan bakıldığında, merkezi planlamanın kaynak israfı konusunda piyasa ile rekabet etmesi olanaksızdır. Bilinçli bir yıkıcılık söz konusu olmadığı sürece, en kötü planlanan bir ekonomi bile, bir “serbest piyasa” ekonomisinden daha fazla kaynak israf edemez.

Diğer taraftan, sosyalizmin ve sosyalist planlamanın amacı, “mevcut kaynakların optimum dağılımını” sağlamaktan önce, toplumsal gereksinimlerin karşılanması için eldeki kaynakların seferber edilmesi ve yeni kaynakların yaratılması ya da devreye sokulmasıdır.

“Mevcut kaynaklar”, sınırlı anlam taşıyan bir kavramdır. Bilimsel ve teknolojik ilerleme, insanlığın yepyeni kaynaklar yaratmasını ve eski kaynaklara yeni kullanım alanları açmasını sağlar. Örneğin, varlığı ve bazı kullanım alanları insanlık tarihinin çok eski dönemlerinden beri bilinen petrolün temel bir enerji kaynağı haline gelmesinin 100-150 yıllık bir geçmişi vardır.

Kapitalizm koşullarında toplumsal açıdan yararsız, hatta zararlı faaliyetlerde bulunan insanların ve işsizlerin zihinsel ve fiziksel üretim potansiyeli, sosyalizm koşullarında büyük bir olanağa (bir başka deyişle “kaynak”a) dönüşecektir. İnsanlığın bilimsel ve teknolojik bilgi birikimini paylaşmak, bilişim teknolojileri sayesinde, her zamankinden çok daha kolay bir hale gelmiştir. Herkesin iyi bir eğitim aldığı, en temel gereksinimlerini karşılamak konusunda sıkıntı yaşamadığı, zorunlu çalışma sürelerinin kısaldığı ve insanlığın bilgi birikimine ulaşma kanallarının tümüyle açık olduğu bir düzende, bu birikime katkıda bulunmak daha da kolaylaşacak, hatta bir “ihtiyaç”a dönüşecektir. Bugün bile, İnternet aracılığıyla geliştirilen çok farklı paylaşım ve ortak üretim biçimleri, üretmenin ve paylaşmanın tek koşulunun dar maddi çıkarlar olmadığını göstermektedir. Sosyalizmin temel bir hedefi çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkarılarak gereksinime dönüştürülmesidir ve çağımızda bu hedef ütopik olmaktan çıkmıştır.

Bu söylenenler, sosyalizm döneminde tüm kaynakların en verimli bir şekilde kullanılmasına, aşırı üretimin, kıtlığın ve bölgesel eşitsizliklerin önlenmesi anlamında “dengeli” bir kalkınma/gelişme sürecinin örgütlenmesine ve bu arada çevrenin korunmasına önem verilmeyeceği anlamına gelmiyor. Ama bunların yolu, bir “objektif değer birimi”nin belirlenmesinden ve uygun matematiksel hesaplamaların yapılmasından geçmeyecektir.

Burada vurgulamaya çalıştığımız, farklı maliyet analiz yöntemlerinin ve matematiksel modellerin kullanılmayacağı değil. Bunlar, planlamanın “tamamlayıcı” unsurları olarak çok anlamlı, önemli, hatta vazgeçilmez veriler sağlayacaktır. Ancak yeterli olamazlar, çünkü sosyalizm, çelişkili bir yapıya sahiptir. Bir yandan emek-değer yasası tümüyle aşılamaz, ama diğer yandan da onunla mücadele edilir. Mümkün olduğunca çok sayıda hizmet ve ürünün ücretsiz olarak sunulması hedeflenir. Ve asıl amaç, değişim değerleri değil, kullanım değerleri üretmektir.

Fiyatların emek-değer teorisine dayanarak hesaplanabileceğini savunan Cockshott ile Cottrell’in, tüm ürünlerin “objektif ölçütlerle belirlenmiş” bir fiyata sahip olması gerektiğini savunmaları ve bazı temel ürünlerin sübvanse edilmesine karşı çıkmaları, kendi modelleri açısından vazgeçilmez olsa da, sosyalizmin gerçekliğine uygun düşmüyor.

Cockshott ile Cottrell’in modelinde, tek tek tüm ürünlerin fiyatları hesaplandıktan sonra, arz ve talebe bağlı olarak, bu fiyatlar revize ediliyor. Talep edilenden fazla olan ürünlerin fiyatları düşürülüyor ve talep edilenden az olanların fiyatları yükseltiliyor. Modeli hazırlayanların temel varsayımlarından biri, “sosyalist denge” koşullarında, her bir üretim hattında yaratılan kullanım değerlerinin harcanan toplumsal emek zamanına eşit olması gerektiği...

Oysa çoğu ürün için arz ve talebe bağlı “fiyat ayarlama” işlemi ya gereksizdir ya da yanlış. Örneğin, sigara üretiminin “gerektiğinden fazla” olması durumunda fiyatların düşürülmesi kadar, süt üretiminin “gerektiğinden az” olması durumunda fiyatların yükseltilmesi de yanlıştır. İlk örnekte, bir sonraki dönemde sigara üretimi azaltılabilir, hatta fazla olan ürünlerin bir bölümü imha edilebilir ve izleyen dönemde daha az sigara üretilebilir. İkinci örnekte ise, bir yandan süt arzını artırmanın yolları aranırken diğer yandan da öncelikli ihtiyaç sahiplerine ayrıcalık sağlanması yoluna gidilmelidir.

Bunların uç örnekler olduğu ileri sürülebilir elbette. Ama uç olduğu iddia edilemeyecek örnekler üzerinden de tartışılabilir. Örneğin, vida üretimi... Kapitalizm koşullarında da, belirli bir dönemde vida arzının gerektiğinden çok fazla olması ihtimal dahilindedir ve bu tür bir durumda fiyatların düşmesi nedeniyle vida üreten işletmelerden bir bölümünün iflas ederek kapanması, çalışanlarının sokağa atılması, makinelerin “hurda fiyatına” el değiştirmesi, hatta tümüyle kullanım dışı kalması şaşırtıcı olmayacaktır. Buna karşın, sosyalizm koşullarında yapılacak olan, vida fabrikalarında ne tür alternatif ürünlerin üretilebileceğinin belirlenmesi ve hızla bunların üretimine geçilmesi olacaktır. Eldeki “fazla” vidalar izleyen dönemlerde kullanılmak üzere stoklanacaktır. Diğer taraftan, kapitalizm koşullarında, vida kıtlığının yaşandığı durumlarda fiyatlar gerçekten de yükselecek ve eldeki vidalar, ürettikleri kullanım eğerlerinden bağımsız olarak, vida satın alma gücüne sahip şirketler tarafından alınacaktır. “Kıtlık” durumu, vida üreticileri tarafından kullanılmaya çalışacaktır. Sosyalizm koşullarında ise, bir yandan toplumsal gereksinimlere dayalı bir öncelik sıralaması yapılırken, diğer yandan vida fabrikalarında vardiya sayısını artırmak, vida üretiminin alternatif yollarını ve bazı sektörlerdeki vida ihtiyacını azaltacak önlemleri bulup hayata geçirmek gibi yollara başvurulabilecektir.

Her bir üretim hattında üretilen kullanım değerleri ile bunların üretilmesi için gereken emek zamanı arasında eşitlik arama yaklaşımına gelince... Bu tür bir “karşılaştırma ölçütü” elbette tümüyle anlamsız değildir. Örneğin, ulaştırma sektörü söz konusu olduğunda, A noktasından B noktasına asgari bir konfor düzeyiyle ulaşmanın karayollarıyla mı yoksa demiryollarıyla mı daha az emek zamanı gerektireceğini saptamak gerçekten gereklidir. Ama benzer bir karşılaştırmayı farklı sektörler arasında yapmak, bir fikir vermek dışında, çok işlevli olmayacaktır. Birincisi, farklı sektörlerin ürettikleri kullanım değerlerini (nesnel bir şekilde) ölçmek ne mümkündür, ne de çok gerekli. İkincisi, zaten tüm sektörlerde ve her dönemde temel amaçlardan biri emek gücü kullanımını en aza indirmek olacaktır. Üçüncüsü, tüm bu tartışma ve arayışların ardında, sosyalizmi tüm dengelerin sağladığı bir “ideal durum”a taşıma kaygısı bulunmaktadır. Oysa sosyalizmin hızlandıracağı bilimsel ve teknolojik ilerleme, insanlığın kendi önüne sürekli yeni hedefler koymasını ve yeni “dengesizlik”ler yaratmasını mümkün kılacaktır.

Ancak kanımca, denge ve optimum arayanların asıl sorunu, teknolojinin ve matematiğin de yardımıyla, ekonomi yönetimini her tür öznellikten arındırmaya çalışmaları. Oysa sosyalizm, tam tersini, bilinçli insan eyleminin toplumsal rolünün giderek artırılmasını gerektirir. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, aralarında Marksistlerin de bulunduğu çok sayıda iktisatçı, iktisat ile siyasetin ayrıştırıldığı bir sosyalizm tasarlamaya çalışıyor. Sosyalizmin hedefi ise bu ayrımın ortadan kaldırılmasıdır.[7]

Örneğin, sosyalizmin hedefleri arasında, kır-kent ayrımının ortadan kaldırılması önemli bir yer tutar. Bu ayrımı ortadan kaldırmak için tarımsal üretimin yapısında yapılacak değişiklikler, kısa vadede, “kaynak kullanım verimliliği” açısından olumsuz sonuçlar doğurabilir. Ve buna rağmen, sosyalizmin insanları, tarımsal üretimin yapısını merkezileşme ve makineleşme doğrultusunda değiştirmeye karar verebilirler. Benzer şekilde, fiziksel emek kullanımını en aza indirmek için, “gerektiğinden fazla” makineleşme tercihi yapılabilir.


Merkezi planlamaya ilişkin kaygılar

Ekonomi yönetimini öznellikten arındırma çabasının ardında ciddiye alınması gereken iki temel kaygı var: İktisadi birimlerin akılcı bir şekilde hareket etmelerini güvence altına almak ve “merkez”in olası keyfi uygulamalarının önüne geçmek.

İktisadi birimlerin davranış bozuklukları, sosyalizm deneyimlerinin tümünde, bir sorun oluşturmuştur. Özellikle merkezi kararların biçimsel yorumlarla hayata geçirilmesi, ciddi kaynak israflarına yol açmıştır. Örneğin, vida üreten bir fabrikanın, adet olarak ifade edilen bir toplam üretim hedefine ulaşmak için sadece en küçük tipte vida üretmesi ve bunu yaparken de çok fazla işçi istihdam ederken çok fazla hammadde ve ara madde israf etmesi olasılıklar dahilindedir. Dolayısıyla, iktisadi birimler için, toplam üretim hedeflerinin dışında da pek çok hedef ve ölçüt saptamak ve bunların hayata geçirilmesini teşvik etmek gerekir. Teşvik mekanizmaları arasında maddi özendiriciler de vardır.

Ancak maddi özendiricilerin ağırlığının artırılması, başka bozucu etkilere yol açar. İşletmelerden gelen bilgiler, maddi özendiricilerle ilgili ölçütlerin belirlenmesinde en önemli girdiler arasında yer alır. Merkezi hedeflerin doğru bir şekilde belirlenebilmesi için, işletmelerin üretim kapasiteleri, girdi ihtiyaçları, yatırım ihtiyaçları vb. konularda doğru bilgi iletmesi şarttır. Buna karşın, eğer prim ödemeleri merkezi olarak belirlenmiş bir üretim hedefinin aşılmasına bağlanıyorsa, tek tek işletmeler, üretim kapasitelerini olduğundan düşük gösterme eğilimine girebilecektir. Merkezin bu durumun farkında olması ve kendisine bildirilen rakamlara şüpheyle yaklaşması, sorunu çözmeye yetmeyecek, hatta belki de ağırlaştıracaktır:

“Merkezdeki plancılar durumun farkındadır ve bu yüzden kendilerine ulaşan bilgileri değerlendirirken ve işletmelere plan hedefleri teklif ederken, tamamen zıt yönde davranırlar; işletme üretim kapasitelerini gerçekte olduğundan yüksek, işletme ihtiyaçlarını ve maliyet unsurlarını ise düşük tahmin ve teklif eden bir tutum izlerler. Bu tutum, işletmelerin yanlış bilgi yollamasını daha da yaygınlaştıran olumsuz bir sonuç doğurur; Merkez bütün işletmelere aşağı yukarı aynı şüphecilikle baktığı için; imkan, kaynak ve kapasitelerini olduğu gibi Merkeze duyuran işletmeler de, üst düzeyden gelen daha yüksek karşı-tekliflere maruz kalacaklardır.”[8] 

Bu gerçek sorunu çözmeye çalışırken düşülebilecek en büyük yanlış, işletmeleri sadece ve sadece merkezi kandırmaya çalışan iktisadi birimler olarak kabul etmek ve bu “gerçeklik”e uygun modeller geliştirmektir. Böylesi bir “gerçeklik”e uygun tek model, gerçekten de, serbest piyasadır.

Sorunun gerçek çözümü, tüm kademelerdeki işletme çalışanlarının, merkezi hedeflere ulaşılması, hatta bunların aşılması yönünde çaba harcamalarının sağlanmasıdır. Bu da, siyasi öncülük gereksinimine işaret eder.

Teorik tartışmalar bir yana, Sovyetler Birliği’nin özellikle 1930’lu yılları, bu söylenenin hayata geçirilebileceğini somut olarak göstermiştir. 1928’de geri kalmış bir ülke olan Sovyetler Birliği’nin 1938 yılında dünyanın en büyük ve güçlü ekonomilerinden biri haline gelmesini sağlayan, siyasi öncülüğün ürünü olan toplumsal seferberliktir.

Buna karşı, toplumsal seferberlik dönemlerinin süreklileştirilemeyeceği söylenebilir ve bu da doğrudur. Ancak sosyalizmin her bir ileri atılımı, sosyalizme özgü değerlerin taşıyıcılığını yapan toplum kesiminin büyütülmesi için de yeni olanaklar yaratır. Sınıfların ve sömürünün tümüyle ortadan kaldırılması için örgütlü bir şekilde mücadele eden insanlar, sosyalizmin en önemli dayanak noktasını oluşturur.

Bir başka açıdan yaklaşırsak, temel ihtiyaç, halkın devlet yönetimine ve bu arada iktisadi karar alma süreçlerine örgütlü olarak katılmasını sağlamaktır. İşyeri örgütlenmeleriyle, yerel örgütlerle, sektörel örgütlerle, sendikalarla, gençlik örgütleriyle, kadın örgütleriyle vb. vb... Bu da yine bir siyasi öncülük konusudur. Nitekim, Küba, sosyalist çözülme sürecinin dışında kalabilmesini ve uğradığı iktisadi yıkıma ve ABD ambargosuna rağmen Latin Amerika halklarına yeniden örnek olmaya başlamasını, toplumsal örgütlülük düzeyine ve siyasi öncülüğe borçludur. 

“Merkez”in olası keyfi uygulamaları sorununa gelince...

Öncelikle bir hatırlatma: “Merkezi planlama”, “merkezde duran birileri”nin tüm kararları alıp bunların uygulanması konusunda başkalarına baskı uygulamaları demek değildir. Bir merkezi planlama örgütlenmesinin varlığı zorunludur; ancak bu örgütlenme hiçbir anlamıyla “bağımsız” ya da “özerk” değildir. Merkezi planların en önemli unsurları, yani temel hedefleri, bu örgütler tarafından belirlenmez.

Kuşkusuz, merkezi planların hazırlanma sürecine “birilerinin” öncülük etmesi zorunludur. Bu da ancak siyasal iktidar olabilir. Dolayısıyla sorun, siyasi iktidarın keyfi kararlar almasının engellenip engellenemeyeceği biçiminde formüle edilebilir.

Açıkçası, mutlak güvence arayışı anlamlı değildir. Gerçek yaşamda bu türden güvenceler olamaz. Sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme de, siyasal iktidarların yanlış yapabileceklerini somut olarak gösterdi.

Ancak bu söylenen, sosyalizm koşullarında siyasal iktidarın “keyfi” bir şekilde hareket edebileceği anlamına da gelmez. Konuya planlama açısından bakarsak, merkezi plan metinlerinin hazırlanıp karara bağlanması, sürecin en önemli kısmı değildir. Toplumsal bir sahiplenmenin yaratılamaması durumunda, plan hedefleri anlamsızlaşacaktır.

Kapitalizm koşullarında insanların çalışmasını sağlayan, işsizlik ve açlık tehditleridir. Buna karşın sosyalizm koşullarında, toplumsal hedefleri benimsemeyen, yapmaları beklenen işlerin anlamlı olduğuna inanmayan insanları çalıştırmak çok zor, verimli bir şekilde çalıştırmak olanaksızdır. Bu da, mutlak olmasa bile, önemli bir güvencedir.[9] Özellikle de, yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin çözülmesi sonrasında...

Eşitlikçilik, toplumsal tüketim fonlarının giderek büyütülmesi ve temel gereksinimlerin giderek artan bölümünün bedelsiz olarak karşılanması, kısa vadede iktisadi açıdan riskler barındırsa da, siyasi açıdan vazgeçilmezdir.

Siyasi iktidar, merkezi planların hazırlık sürecine toplumun mümkün olan geniş kesimini aktif olarak katmak, insanlarda heyecan yaratacak hedefler göstermek, anlamlı her tür talebi karşılamaya çalışmak zorundadır. En “kötü niyetli” iktidar bile...[10]

Tüm bu tartışmaları yaparken, sosyalist ülkelerdeki çözülmenin baskısı altındayız. “İyi de, öyleyse neden yıkıldı?” sorusunu unutmamıza bir an olsun izin verilmiyor!

Bunun yararlı bir yanı var: Daha en az yüz yıl boyunca benzer hataları bir daha yapmamak gerektiği bilinciyle mücadele edeceğiz.

Ama bir taraftan da, bu bilinci aşmak zorundayız! Sorulması gereken başka sorular var: Bu dünyayı değiştirmek için mücadele edecek miyiz, yoksa bu mücadelede hata yapma ihtimalimiz yüzünden her şeyin bugünkü gibi devam etmesini mi kabulleneceğiz? İnsanlığın kendi kaderini kendisinin belirlemesi için mi mücadele edeceğiz, yoksa piyasa ve para tanrılarının kaderimizi çizmesini mi kabulleneceğiz?

Ayrıca, sosyalizmin tüm uygulamalarını toptancı bir mantıkla hata hanesine yazmak, çok daha büyük bir hata olacaktır.

Bu çalışmadaki ana tartışma eksenlerinden birine dönersek, sosyalist ülkeler, kaynak kullanımının toplumsal verimliliği açısından bakıldığında, kapitalist ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar ileri örnekler oluşturdu.

Sosyalist ülkeler, istisnasız olarak tüm yurttaşlarının çalışma, dinlenme ve tatil yapma, yaşamın tüm dönemlerinde eğitim alma, sağlık hizmetlerinden yararlanma, barınma,[11] kültürel birikimden yararlanma ve bu birikime katkıda bulunma, bilimsel, teknik, sanatsal ve sportif faaliyetlerde bulunma haklarını güvence altına aldı. Bakıma muhtaç çocukların ve hastalık, kaza, yaşlılık ya da başka bir nedenle çalışamaz duruma gelmiş insanların insanca bir yaşam sürmeleri de sosyalist devletlerin güvencesi altındaydı. Sovyetler Birliği, çözülüşün hemen öncesinde bile, tüm sorunlarına karşın, iktisadi, bilimsel, teknolojik ve askeri[12] açılardan dünyanın ikinci (hatta bazı alanlarda birinci) büyük gücüydü. Sovyet halkının yaşam standartları ve kültürel düzeyi, en gelişkini de dahil olmak üzere kapitalist ülkelerde yaşayan insanların büyük çoğunluğuna oranla çok daha yüksekti.

Evet, tek tek işletmelerde verimlilik sorunları yaşanıyordu; ama kapitalist ülkelerdeki iktisadi krizlerin ve piyasa anarşisinin yol açtığı yıkımlar ve kaynak israfı Sovyetler Birliği’nde yoktu. Kısacası, ortada düzeltilebilmesi için öncelikle yıkılması gereken bir düzen yoktu. Tam tersine, dünya işçi sınıfının tarihteki en büyük kazanımı vardı...

Bugünse, sosyalizmin çözülüşü sonrasının dünyasında yaşayan insanlar olarak, kapitalizmin ve emperyalizmin gerçekte ne anlama geldiğini, sosyalizmin zayıfladığı bir dünyanın neye benzediğini görme “şansına” sahibiz.

* * *

Buraya kadar tartıştıklarımızın çalışmanın başlığıyla ilgisine gelince: Merkezi planlama dar anlamıyla teknik bir konu olmadığından, planlamanın başarı ya da başarısızlığı tek başına teknolojik olanaklara bağlı olamaz. Merkezi planlamayı bilgisayarların çözebileceği bir denklemler sistemi tasarlamak mümkün değildir.

Ama başta bilişim alanındakiler olmak üzere teknolojik gelişmeler planlama için de çok önemli olanaklar yaratmıştır...


Yeni Olanaklar

Sovyetler Birliği, sosyalist kuruluş sürecine, bir tarım ülkesini sanayi ülkesi haline getirme mücadelesiyle başlamıştı. 2005 yılında, dünyanın pek az ülkesi, kapitalist gelişme açısından, 1917 yılının (hatta 1928 yılının) Rusya’sının gerisinde. Kuşkusuz, ileriliğin ya da geriliğin ölçütünün ne olduğu sorulabilir. Buradaki tartışmamız açısından önemli bir ölçüt, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme derecesidir.

Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bir başka deyişle tekelleşme, sadece “serbest rekabet”in son bulmasını değil, aynı zamanda ekonomik kaynakların giderek daha büyük bir bölümünün “merkezi” olarak yönetilmesini anlatır. Lenin, bunun yarattığı büyük olanağı şu şekilde tarif ediyordu:

“Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık bir ülkedeki, hatta ... birçok ülkedeki, hatta hatta bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının (örneğin demir cevheri rezervlerinin) yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla kalmıyor, aynı zamanda, bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor.”[13]

Bu satırlar geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yazılmıştı. Bugün, ekonomik faaliyetlerin çok daha büyük bir bölümü büyük sermayeler tarafından denetleniyor. Dahası, bu “denetim”in araçları da bir hayli gelişti. Bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde en uzak köşedeki en küçük üretim biriminde ne olup bittiğini ya da herhangi bir pazarlama noktasında hangi malların satıldığını herhangi bir zaman kaybı olmadan öğrenmek mümkün hale geldi.

20. yüzyılın planlamacıları ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıyaydı. Neyin nerede ne kadar üretileceğini ve nereye ne kadar dağıtılacağını belirleyebilmek için, ülkenin dört bir yanındaki üretim ve dağıtım birimleriyle yapılması gereken bilgi alışverişleri ciddi bir zaman kaybına yol açıyordu. Asıl önemlisi, karşılıklı bilgi ve talep alışverişleri sonsuza dek sürdürülemeyecekleri için, bir noktada kesilmek zorunda kalıyordu. Bu da bazen ciddi boyutlara ulaşabilen sapmalara yol açıyordu.

Bugünse, teknolojik gelişmelerin de yardımıyla, yalnızca tek bir ülkedeki değil dünyanın dört bir yanındaki üretim ve dağıtım birimlerini merkezi olarak yönetebilen dev şirketler, planlamanın ne denli kolaylaştığını somut olarak gösteriyor.

Diğer yandan, üretimin toplumsallaşması oranında sermaye sahipleri daha da gereksizleşiyor. Tekeller ve büyük şirketler, uzunca bir süredir, “bireysel girişimci”ler tarafından değil, profesyonel yöneticiler ve mühendis orduları tarafından yönetiliyor.[14]

Bu söylenenlerden, kapitalizmin de adım adım merkezi planlamaya yaklaştığı ve dolayısıyla tek yapılması gerekenin beklemek ya da bu sürecin hızlanması için mücadele etmek olduğu sonucu çıkarılamaz. Çıkarılamaz, çünkü sermaye devletleriyle iç içe geçmiş olan dev şirketler de, toplumsal kullanım değerleri değil, sermaye birikimi sağlayacak olan değişim değerleri üretmeye çalışırlar. Bu nedenle, kaynak israfını azaltmak bir yana daha da artırırlar. Otomotiv, ilaç ya da petrol şirketlerinin egemenliğinin dünyamız açısından ne kadar büyük bir sorun oluşturduğu hatırlatılabilir.

Ayrıca, bu şirketlerin gerek devletlerle ilişkilerinde gerekse kendi içlerinde, gizlilik koruması altında, yolsuzlukların egemenliği söz konusudur. Sosyalizmin iktisadi birimlerinin potansiyel davranış bozukluklarından çok daha fazlası, profesyonel üst düzey yöneticilerin olağan davranış biçimlerinin ayrılmaz parçalarını oluştururlar. Çünkü bunların toplumsal olarak denetlenmesi mümkün değildir. Yöneticiler ve sermaye sahipleri için güçlü bir koruma duvarı oluşturan “şirket sırları”nın kapsamı hayli geniştir.[15]

Sosyalizmde ise, “şirket sırrı” ya da “iktisadi devlet sırrı” diye bir şey yoktur. Üstelik, yine bilişim ve iletişim teknolojileri sayesinde, neredeyse her tür iktisadi karar ve faaliyetin kayıt altına alınması ve bu kayıtlara herkesin ulaşması mümkün hale gelmiştir. Bu da, iktisadi faaliyetlerin toplumsal denetimi, sorunların saptanması ve çözüm yollarının bulunması konularında muazzam bir olanaktır. Sadece merkezi planlama örgütü değil, toplumsal örgütler, üniversiteler ve hatta “amatör” araştırmacılar, diledikleri kurumu mercek altına alabilecek ve iyileştirme/düzeltme önerilerinde bulunabilecektir.[16] Toplumsal denetim, yolsuzluklara karşı da en etkili silah olacaktır.

Sosyalizmin en önemli avantajı, tüm yurttaşlarına iyi bir eğitim vermesinin ve insanlığın bilgi birikimine ulaşmalarını aşırı derecede kolaylaştırmasının ürünü olacaktır. Sadece “şirket sırları”na değil, kayıt altına alınabilir her tür bilgiye (bilimsel araştırmalar, buluşlar, istatistikler vb.’nin yanında insanlığın kültürel birikiminin çok büyük bir bölümü) bilgisayar ağları aracılığıyla ücretsiz olarak ulaşma olanağı,[17] insanların zihinsel üretimlerinin önünü açacak ve bunu başlı başına bir haz kaynağına dönüştürecektir. Bunun merkezi planlama açısından en basit sonuçlarından biri, karşılaşılan sorunların çözümünde çok sayıda insanı yardıma çağırma olanağıdır.

Kapitalizm koşullarında, eğitimsizlik, bilgisizlik ve bilimsel bakış açısından yoksunluk, temel iktisadi sorunlara ilişkin tartışmaların belirli çıkar grupları tarafından yönlendirilmesini fazlasıyla kolaylaştırır. Örneğin, bir yandan en büyük çevre tahribatlarına yol açılırken diğer yandan da çevrecilik bir kâr kaynağı haline getirilir. Sosyalizmin eğitimli, bilgili ve bilimsel bakış açısına sahip insanları ise, hangi alanlarda ne tür yatırımlara ihtiyaç olduğunu, bunların olası toplumsal maliyetlerini, alternatifleri vb. tartışarak ortak çözüm ve hedefler belirleme şansına sahip olacaklardır. Merkezi planlar da bu ortak çözüm ve hedeflerin bir ifadesi olacağından, toplumsal sahiplenme eksiğiyle karşılaşma olasılığı düşecektir.

Plan hedeflerinden neredeyse her tür sapmanın ve neredeyse her tür iktisadi dengesizliğin anlık olarak izlenebilmesi sayesinde yine anlık müdahalelerde bulunulabilecek, kıtlık durumlarında alternatif çözümler hızla devreye sokulabilecektir.

Bilişim teknolojileri, tüketimin planlanmasını da fazlasıyla kolaylaştıracaktır. Kapitalizm, insanlara daha fazla meta satabilmek için bireysel tüketimi özendirir. Bu da toplumsal kaynakların israfı ve çevrenin tahrip edilmesi anlamına gelir. Buna karşın sosyalist planlamanın merkezinde, tüketim malları satışının artırılması değil, gereksinimlerin karşılanması vardır. Pek çok tüketim malının bireysel mülkiyetine son vermek, bunların çok daha “verimli” bir şekilde tüketilmelerini mümkün kılacaktır.[18] Bilişim teknolojilerinin bu konudaki yardımı, gereksinimlerin iletilmesini ve en kısa süre içinde karşılanmalarını sağlamak olacaktır.

Burada sözü edilen olanakların değerlendirilmesi için, bilgisayar ağlarının yanında kapsamlı veri toplama sistemlerine, bu verileri işleyecek programlara, gelişkin planlama tekniklerine, matematiksel modellere vb. ihtiyaç vardır. Bunların bir bölümü kapitalist ülkelerde daha şimdiden hazır durumda olsa bile, planlamanın teknik temelini geliştirmek, sosyalist planlamanın en önemli görevlerinden biri olmayı sürdürecek. 

Ya planlamanın geleceği?

Sovyet komünistlerinin kendi önlerine (partilerinin programlarına) koydukları ama (en azından henüz) ulaşamadıkları hedef, planlamanın geleceğini anlatıyor:

“Ekonomik ve kültürel yönetim alanında, bugün devlet tarafından yürütülen kamu işlevleri komünizm altında da sürdürülecek ve toplum geliştikçe onlar da geliştirilerek mükemmelleştirileceklerdir. Ancak, işlevlerin niteliği ve uygulama yolları sosyalizmde olduğundan farklı olacaktır. Şimdi hükümet bünyeleri olan, planlama, muhasebe, ekonomik yönetim ve kültürel ilerlemeden sorumlu bünyeler politik niteliklerini kaybederek kamunun kendi kendini yönetim organları haline geleceklerdir. Komünist toplum, emekçilerin yüksek (düzeyde) örgütlü bir topluluğu olacaktır. Komünist hayat tarzının evrensel olarak benimsenen kuralları yerleşecek ve bunlara uymak, herkes için organik bir ihtiyaç ve alışkanlık hani alacaktır.”[19]


Aralık 2005’te Nâzım Kitaplığı tarafından yayımlanan Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi-2005 Bildirileri kitabında “Teknolojik Gelişmeler Işığında Sosyalist Planlamada Yeni Olanaklar” başlığıyla yer alan bu bildiride yalnızca biçimsel düzeltmeler yaptım.


[1] Tarihçi Carr, bu konuda pek çok Marksistten daha açık bir kavrayışa sahipti: “Bir toplumda üretim ve sınıf ilişkileri sorunlarını tek tek her fabrikadaki işçilerin doğrudan ve kendiliğinden eylemlerinin çözümleyebileceği görüşü, sosyalizm değil sendikalizmdi. Sosyalizm, sorumsuz kapitalist işletmeciyi, mevcut siyasal otoriteden bağımsız olma hakkı talep eden bir o kadar sorumsuz bir fabrika komitesine tabi kılmayı amaçlamıyordu. Marx’ın kapitalizmin lanetlenmiş lekesi saydığı ‘üretim anarşisi’ni kalıcı kılmaktan başka bir sonuç veremezdi bu. Fabrika komitelerinin önüne geçilemeyen bu kaçınılmaz eğilimi, belli bir fabrikadaki ya da belli bir bölgedeki işçilerin çıkarlarını gözeten kararlar almaktı. Sosyalizmin özü ise merkezi bir otorite tarafından, en ince ayrıntılarına dek düzenlenip planlanmış bir ekonominin toplum yararına gerçekleştirilmesinde yatıyordu.” (Edward Hallett Carr, Bolşevik Devrimi 2, çev: Orhan Suda, Metis Yay., İstanbul, Ekim 1998, s. 72.)
[2] Bugün merkeziyetçilik karşıtı yaklaşımlar Marksizm adına bile savunulabiliyor. Oysa Marksizmin kurucuları bu konuda son derece net fikirlere sahiptiler: “(...) demokratlar, ya doğrudan doğruya federatif bir cumhuriyet için çalışacaklar, ya da eğer tek ve bölünmez bir cumhuriyetten kaçınamayacak olurlarsa, belediyelere ve eyaletlere mümkün olan en geniş özerkliği ve bağımsızlığı vererek en azından merkezi hükümeti sakatlama girişiminde bulunacaklardır. İşçiler, bu plana karşı, yalnızca tek ve bölünmez bir Alman cumhuriyeti için değil, ama aynı zamanda bu cumhuriyet içinde yönetme yetkisinin kesin olarak devlet iktidarının ellerinde toplanması için de çalışmalıdırlar. Yerel topluluklara özgürlük, özyönetim vb. demokratik gevezeliklerin kendilerini yanıltmalarına izin vermemelidirler.” (K. Marx-F. Engels, “Ansprache der Zentralbehörde an den Bund vom Maerz” [Merkez Komitesi’nin {Komünist} Birlik’e Mart Ayındaki Hitabı], 1850, http://www.mlwerke.de/me/me07/me07_244.htm - 30.07.2005.)
[3] Korkut Boratav,  şöyle tarif ediyordu: “Bunlardan [sosyalist planlamaya yaklaşım biçimlerinden-EÖ] birincisi, salt teorik sosyalist planlama modelleriyle ilgilenir ve bu birçok teorik iktisatçı için öteden beri fevkalade çekici bir uğraşı alanı olmuştur. Bu modeller, sosyalist ekonomilerin tarihi deneyimlerinden, gerçek planlama sistemlerinin somut meselelerinden yararlanmaya muhtaç değildirler. Hatta bu anlamda sosyalist planlama modellerinin inşası için, sosyalist bir ekonominin gerçekten varlığı hiç de gerekli değildir. 20. yüzyılın ilk yıllarında başlayan ve 2. Dünya Harbine kadar süren ünlü Barone-Mises-Hayek-Lange-Lerner tartışması bu yaklaşımın tipik örneğidir. İkinci Sovyet Beş Yıllık Planının uygulandığı yıllarda, sosyalist bir ekonominin, bir kargaşa hali dışında ‘mümkün’ olup olamayacağını veya tam rekabetin etkin çözümlerinin sosyalist bir modelde gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini tartışmaya devam eden teorik iktisatçılar, dipnotlara veya esas muhakemelerinden tamamen bağımsız olarak tek tük sayfa aralarına serpiştirilmiş dağınık gözlemler dışında, bir sonraki kuşak iktisatçılarının didikleyerek inceleyecekleri 1930’ların Sovyet planlamasına değinmek lüzumunu bile duymamışlardır.” (Korkut Boratav, Sosyalist Planlamada Gelişmeler, Savaş Yay., İkinci Baskı, Mart 1982, Ankara, s. 3.) Bugün de söz konusu tartışmaların sürdürücüleri var.
[4] Oscar Lange, Marxian Economics in the Soviet Union, The American Economic Review, Volume 35, Issue 1 (Mar., 1945), 127-133.
[5] Ama bu arada, emek-değer teorisinin amaca uygun olmadığını da savunuyordu: “Ancak, emek-değer teorisi, bu görevin yerine getirilmesi için yeterli değildir. Sosyalist planlama ve yönetim için bir temel olarak kullanılması durumunda, bu teori, emek dışındaki kıt kaynakların ekonomik kullanımının ihmal edilmesine yol açar. Bunun sonucunda, bu tür kaynakların kullanımında israf kaçınılmaz hale gelir.”
[6] Bkz: Cockshott, W. Paul ile Allin Cottrell’in üç makalesi: “Calculation, complexity and planning: the socialist calculation debate once again”, Review of Political Economy, Jan 93, Vol. 5, Issue 1, s. 73-112; “Socialist Planning After the Collapse”, Manuscript, 1993; “Economic planning, computers and labor values”, Manuscript, 1999. Emek-değer yasasının marksist teoride ne tür bir konuma sahip olduğuna ilişkin tartışmalar bu çalışmanın kapsamına girmiyor. Ama yine de, birkaç noktaya değinmekte yarar görüyorum. Marx, Kapital’e, metayı ve metanın değişim değerini tartışarak başlar. Bir metanın değişim değerini belirleyen, onun üretilmesi için gerekli (toplumsal) emek zamanıdır. Ancak bir metanın değişim değeri ile onun piyasa fiyatı aynı şeyler değildir. Arada, metanın üretim fiyatı ve piyasa değeri de vardır. Dolayısıyla, emek-değer teorisi, kapitalizm koşullarında metaların piyasa fiyatlarının, doğrudan doğruya onların üretilmesi için gerekli emek zamanı tarafından belirlendiğini anlatmaz. Evet, sapmalar birbirlerini götürür; ama fiyatlar ile değerler arasındaki sapmaların kendisi de büyük bir önem taşır. Emek-değer teorisi, kapitalizmin işleyiş yasalarının kavranması açısından vazgeçilmez bir temel oluşturmakla ve başta kâr oranlarının azalması eğilimi olmak üzere burada tartışılması mümkün olmayan çok önemli sonuçlara işaret etmekle birlikte, “kapitalizmin büyük (‘grand’) teorisi” değildir. Sosyalizm döneminde ise, bu çalışmada kısmen tartışıldığı ve tartışılacağı üzere, “emek-değer yasası”nı tümüyle aşmak mümkün olmasa da, bu “yasa”nın etki alanını daraltma mücadelesi yürütmek zorunludur.
[7] Küba Komünist Partisi, 1991 yılındaki 4. kongresinde, “1976’dan itibaren, temel unsurları diğer sosyalist ülkelerden kopya edilen bir iktisadi işletme sistemi”nin uygulanmaya başladığını ve bunun bir hata olduğunu saptadıktan sonra, şu vurguyu yapıyordu: “Yığınların etkin ve bilinçli katılımı ve bu katılımın ülkenin gelişimi için içerdiği büyük potansiyel, pratikte unutulmuştu. Bunun nedeni, belirli mekanizmaların kapitalizmde olduğu gibi iktisadi işleyişte başat rol oynayacağına duyulan ham ve kör inançtı.” (Küba Komünist Partisi 4. Kongre Belgeleri, Dünya Yayınları, Ocak 1992, s. 107.)
[8] Korkut Boratav, a.g.y., s. 205.
[9] Emek-değer teorisine dayalı bir fiyatlandırma mekanizmasına ve başka piyasa mekanizmalarına bel bağlayanlar, gerçekte, sosyalizmin en önemli güvencelerinden birini ortadan kaldırmak istiyorlar!
[10] Siyasi iktidarın her tür kötülüğün potansiyel kaynağı olarak görülmesinin doğru olup olmadığı tartışması bu çalışmanın kapsamını aşıyor. Ancak nihai yanıt için bu tartışmanın yapılması zorunlu. Burada yalnızca bir noktaya değinmek istiyorum: Sosyalist ülkelerdeki çözülüş, bu ülkelerdeki siyasal iktidarların (ve bu arada “bürokrasi”lerin) kastlaşmış birer çıkar grubuna, hatta baskıcı diktatörlüklere dönüştükleri iddiasının doğru olmadığını somut olarak gösterdi. Kapitalist restorasyon, neredeyse hiç kan dökülmeden, iktidardaki kadroların, bürokratların ya da askerlerin ciddi herhangi bir direnişiyle karşılaşmadan, gerçek bir “çözülme” sürecinin ürünü olarak gerçekleşti.
[11] Sovyetler Birliği’nde konut harcamalarının aile bütçeleri içindeki payı yüzde 5 civarındaydı.
[12] “Askeri” güç, başlı başına bir soruna işaret ediyor tabii ki. Ama bu vesileyle, sosyalizme ilişkin tartışmalarda bir olgunun ihmal edilmesinin çok büyük bir hata olduğunu vurgulamakta yarar var: Emperyalizm. Sovyetler Birliği, kapitalist ilişkilerin egemenliğini sürdürdüğü bir dünyada, emperyalizmin sürekli tehdidi ve dönemsel fiili müdahalelerine karşı mücadele etti. Kaynaklarının önemli bir bölümünü silahlanmaya ayırmak zorunda kaldı. Dünyanın geri ülkelerinden birinin en büyük iki silahlı güçten biri haline gelmesi, hiç kuşku yok ki, sosyalizmin çok daha büyük toplumsal kazanımlar elde etmesine engel oldu. Diğer taraftan, emperyalizm, sömürü demektir. ABD, Almanya ve Japonya az gelişmiş kapitalist ülkelerden kendilerine kaynak transfer ederken, Sovyetler Birliği’nin diğer sosyalist ülkelerle ilişkisinde tersi geçerliydi. Bir kapitalist ülke olan Türkiye bile, belirli dönemlerde Sovyet yardımlarından yararlanmış, ama emperyalist ülkelere kaynak aktarmıştır.
[13] V.İ. Lenin, Emperyalizm, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., Onuncu Baskı, Ağustos 1998, Ankara, s. 19.
[14] Marx, Kapital’de, hisse senetli şirketlerin temsil ettiği eğilimi şöyle tarif ediyordu: “Kapitalist üretimin sonal gelişmesinin bu sonucu, her ne kadar artık bireysel üreticilerin özel mülkiyeti olmaktan çok, bir araya gelmiş üreticilerin doğrudan toplumsal mülkiyeti haline gelmişse de, sermayenin, üreticilerin mülkiyetine yeniden dönüşmesine yönelik zorunlu bir geçiş evresidir. Öte yandan bu hisse senetli şirketler, yeniden-üretim sürecinde, hâlâ kapitalist mülkiyet ile bağlı bulunan bütün işlevlerin, sırf bir araya gelmiş üreticilerin işlevlerine, toplumsal işlevlere dönüşmesi yönünde bir geçiş evresidir. (Karl Marx, Kapital, Üçüncü Cilt, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., İkinci Baskı, Şubat 1990, s. 387.)
[15] Yolsuzluklar ve yöneticilerin bireysel çıkarlarına dayalı tercihler bir yana, büyük şirketlerin üst düzey yöneticilerinin kayıtlı gelirleri bile başlı başına bir soruna işaret ediyor: ABD’deki 367 büyük şirketin üst düzey yöneticileri, 2004 yılında, üretimde çalışan işçilerden 431 kat daha fazla gelir elde etmiş (The Economist, November 24th, 2005). Hiçbir sosyalist ülkede yöneticiler ile işçiler arasında böylesi bir uçurum ortaya çıkmamıştı ve çıkamaz. Hele Gilette adlı şirketin Procter and Gamble adlı şirkete satılması nedeniyle bir şirket yöneticisinin 165 milyon dolar ikramiye alması ya da bir başka şirket yöneticisinin 13 yılda 800 milyon dolar gelir elde etmesi (Walt Disney’in yönetim kurulu başkanı) gibi örnekler, sadece kapitalizm koşullarında mümkün olabilir.  
[16] Bunu bir “oyun” ya da “bulmaca çözme” faaliyetine benzetmek mümkündür. Başlangıç aşamasında en basit iktisadi birimlerin faaliyetleri denetlenerek hatalar bulunabilir. Bazı bulmacalar, çocukların bile çözebileceği kolaylıkta olacaktır. Bulmacalara merak salanlar, giderek daha karmaşık sorunlar üzerinde yoğunlaşabilirler. Bunu kolaylaştıracak bilgisayar program/oyunları hazırlanabilir. Bu düşüncelerin hayata geçirilip geçirilmeyeceği bir yana, sosyalizmin, yaratıcılığın önünün açılması demek olduğunu eklemekte yarar var. Bir somut örnek: “İlk plan uygulamasının ilk sonuçları ile birlikte Sovyet başkentinde çok büyük bir sergi açılmıştır. Burada Sovyet endüstrisinin ürünleri sergilenmiştir. Yalnız bir çeşit ürünler: Sovyet fabrikalarından çıkan, bozuk, kusurlu, işgörmez ürünler. Bu sergi ile düşük nitelikteki ürünler bütün açıklığı ile ortaya konmuştur. Böyle bir uygulamanın herhalde başka bir örneği yoktur.” (Yalçın Küçük, Planlama, Kalkınma ve Türkiye, Tekin Yay., Dördüncü Basım, 1985, İstanbul, s. 216.)
[17] Sosyalizmde İnternet erişimi ücretsiz hale gelirken, pek çok “iktisadi” faaliyet (ilk aşamada örneğin kaset, CD, DVD vb. üretim ve dağıtımı, izleyen aşamalarda örneğin bugünkü biçimiyle kağıda basılı materyal üretim ve dağıtımı vb.) ortadan kalkacaktır. Bu arada, yine örneğin, bilgisayar programcılarının “fikri mülkiyet”i korumak için en karmaşık çözümler geliştirmeleri de gereksizleşecektir.
[18] Örneğin, toplu taşımacılık sayesinde otomobil kullanma ihtiyacı büyük oranda azaltılabilecek, ama herhalde daha uzunca bir süre tümüyle ortadan kaldırılamayacaktır. Bu ihtiyacın, haftada en fazla birkaç saat kullanılacak otomobillerin sahipliği yerine, merkezi bir otomobil kiralama hizmet kurumu aracılığıyla giderilmesi mümkündür.
[19] Sovyetler Birliği Komünist Partisi 24. ve 25. Kongre Raporları ile Parti Programı, çev: Tuncer Tuğcu, Kızılırmak Yay., 1976, Ankara, s. 365. 

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder