Emperyalizm ve savaş ile ilgili
panel, seminer ya da söyleşilerde ısrarla gelen bir soru var: Emperyalist
ülkeler arasında yeni bir savaşın patlak vermesi olası mı?
Hayır, derseniz, emperyalistler
arasındaki çelişkilerin zayıfladığı ve sarsılması hiç kolay olmayan bir
egemenlik sisteminin kurulduğu tezini desteklemiş olursunuz. Dahası,
“Emperyalizmin militarist yanının zayıfladığını söyleyebilir miyiz?” ya da
“Emperyalistler arası paylaşım mücadelesi önemini yitirmiş midir?” türünden
yeni sorularla karşılaşırsınız.
Evet, derseniz, “ne zaman”
sorusuyla karşılaşacağınız kesindir. Kısa vadede çıkabileceğini iddia
edemeyeceğinize göre, “orta ya da uzun vadede” türü bir yanıt vermek
zorundasınız. Bu durumda da, kısa ya da orta vade için, “hayır” yanıtının
sonuçları geçerli olacaktır...
Kuşkusuz, bu son derece yalın
sorunun etrafından da dolaşabilirsiniz.
Örneğin, bir görüşe göre,
dünyamız zaten “Üçüncü Paylaşım Savaşı” dönemine girmiş durumda. ABD, AB
(ya da Almanya), Çin ve hatta Rusya bu savaşın tarafları arasında sayılıyor
(uzunca bir süredir ekonomik krizle boğuşan Japonya şimdilik unutulmuş
durumda).
Bu tezin içeriğini tartışmadan
önce, iki kavramsal sorundan söz etmekte yarar var.
Birincisi, Birinci Dünya Savaşı’nı
bir “paylaşım savaşı” olarak nitelendirmek mümkün ve doğrudur. Ama İkinci Dünya
Savaşı, emperyalistler arasındaki bir paylaşım savaşı olmaktan önce,
emperyalizmin sosyalizme karşı açtığı bir savaştır. Bu savaşın bir cephesinde
emperyalist saldırganlık varsa, diğer cephesinde de sosyalist anayurdu savunma
savaşı, Nazi işgaline karşı direniş ve anti-faşist mücadele vardır.[1]
Dolayısıyla, bugün bir paylaşım savaşının yaşandığı iddia edilse bile, bunun
başına “üçüncü” sıfatını koymak doğru değildir.
İkincisi, bundan önceki her iki
dünya savaşı da son derece “somut” savaşlardır. Emperyalist ülke yurttaşları da
dahil olmak üzere milyonlarca insanın ölümüne ve çok büyük fiziksel
tahribatlara yol açmışlardır. Kuşkusuz, bazı somut olgulara dikkat çekmek için abartma
sanatına başvurmak her zaman mümkündür. Ama açıkçası, emperyalistler arasındaki
rekabet ve mücadeleyi bir “dünya savaşı” olarak nitelendirmek fazla abartılı
olacak ve “dünya savaşı” (ya da “paylaşım savaşı”) kavramının içini
boşaltacaktır.
Gelelim asıl meseleye, yani
içeriğe...
“Üçüncü Paylaşım Savaşı” tezini
ileri sürenlerin asıl amacı, emperyalist ülkelerin dünya ölçeğindeki paylaşım
mücadelesinin eskisine göre fazlasıyla şiddetlenmiş olduğunu ve bu mücadelenin
içinde bulunduğumuz dönemin temel dinamiğini birini oluşturduğunu savunmak.
Reel sosyalizmin çözülüşüyle,
yani emperyalist ülkeleri birlikte hareket etmeye zorlayan “baş düşman”ın ortadan
kalkmasıyla birlikte, emperyalist sistem içi rekabet ve mücadelelerin
şiddetleneceği ve şiddetlenmekte olduğu uzunca bir süredir söyleniyor. Bu
söylenende önemli bir gerçeklik payının bulunduğu kesin.
Ama buradan, yakın gelecekte
emperyalist ülkeler arasında sıcak savaşların bile yaşanabileceği sonucunu
çıkarmadan önce birkaç kez düşünmek gerekiyor.
Çünkü, her şeyden önce,
emperyalist ülkeler de tarihten ders çıkarıyor. Her iki dünya savaşı da,
yalnızca savaşı başlatanlar için değil, bu savaşa dahil olan (ve hatta olmayan)
tüm ülkeler için yıkıcı sonuçlar doğurdu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında baş düşmanları
olan Sovyetler Birliği’ne karşı sıcak savaşa girişmeyi göze alamayan
emperyalist ülkelerin kendi aralarında bir savaşa girişmesi çok daha zor.
Burada sorun, emperyalist ülkelerden birinin başına bir delinin geçmesi
ihtimalinin bulunup bulunmaması değil. Böyle şeyler her zaman olabilir. Ama
delilikler için tek başına delilerin varlığı yetmez. Sermaye sınıflarının
delilik yapmaktan başka çıkar yol görememesi gerekir. Oysa bugünün dünyasında,
silah üreticileri bile emperyalist ülkeler arasındaki bir savaştan kârlı çıkıp
çıkamayacaklarından emin olamaz, çünkü onların fabrikaları da böylesi bir
savaşın hedefleri arasında yer alacaktır.
Kuşkusuz, bu tartışma açısından
çok daha fazla önem taşıyan konu, emperyalistler arasındaki rekabet
ilişkilerinin boyutu ve bu ilişkilerin ne tür dinamikler üretebileceği.
Savaşlar, anlık kararların değil, süreçlerin ürünüdür. Bir başka deyişle, hiç
kimse istemese bile, belirli süreçler kaçınılmaz olarak savaşla sonuçlanabilir.
Bu noktada, emperyalist ülkeler
arasındaki güç dengelerine bir miktar daha yakından bakmakta yarar var...
ABD: Dünyanın en
büyük ekonomisi
Tablo 1, ABD ekonomisi ile rakipleri arasındaki farkın ne denli
büyük olduğuna işaret ediyor.
Bu tabloya göre, 2000 yılında,
İngiltere, Rusya, Japonya, Almanya ve Fransa’nın gayri safi yurtiçi
hasılalarının (GSYİH) toplamı, ABD’nin GSYİH’sına ancak ulaşıyor. Çin’in bir
diğer “dev” gibi görünmesi ise, bu ülkenin nüfusundan kaynaklanıyor.
Bu türden istatistiklere çok
fazla güvenilmemesi gerektiği doğrudur. Özellikle de belirli bir yıla ait
mutlak rakamlar çoğu zaman yanıltıcıdır. Ama yine de, Tablo 1’den, ABD ile rakipleri arasındaki mesafenin son 15 yıl
içinde çok fazla değişmediği sonucunu çıkarmak çok riskli olmayacaktır.
Tablo 1: GSYİH büyüklükleri açısından
karşılaştırma (ABD = 100)
ABD
|
İngiltere
|
Rusya
|
Japonya
|
Almanya
|
Fransa
|
Çin
|
|
1985
|
100
|
17
|
39
|
38
|
21
|
18
|
46
|
1996
|
100
|
15
|
9
|
38
|
22
|
16
|
53
|
2000
|
100
|
15
|
13
|
35
|
21
|
15
|
52
|
Kaynak: The Economist, June
27th 2002
Bir ülke ekonomisinin toplam
büyüklüğü önemli bir veridir. Küçük bir ekonominin dünya liderliğine soyunması
mümkün değildir. Ama toplam büyüklük kadar, kişi başına büyüklük de önemlidir.
Örneğin Türkiye’nin GSYİH’sının Danimarka ya da Finlandiya’nınkinden büyük
olması, ekonomik açıdan bu iki ülkeden daha gelişkin ya da güçlü olduğumuz
anlamına gelmez.
Tablo 2, ABD’nin bu açıdan da rakiplerinden ileride olduğunu
gösteriyor.[2]
Tablo 2: Bazı ülkelerde kişi
başına GSYİH (2001, dolar)
Cari
döviz kurlarıyla
|
Satın
alma gücü paritesine göre
|
|
ABD
|
35
200
|
35
200
|
İngiltere
|
24
300
|
26
300
|
Rusya
|
||
Japonya
|
32
869
|
26
608
|
Almanya
|
22
500
|
26
300
|
Fransa
|
21
500
|
26
200
|
Çin
|
910
|
4
330
|
Kaynaklar: OECD (www.oecd.org), The
Economist (www.economist.com).
En büyük şirketler
arasında Amerikan şirketlerinin ağırlığı
Fortune dergisinin
1995’ten bu yana her yıl açıkladığı en büyük 500 şirket listelerine göre, 2001
yılında, ciroları açısından dünyanın en büyük 500 şirketinden 197’si ABD
şirketleriymiş (bir başka deyişle listenin yüzde 40’ı). 1995 ile 2001 yılları
arasında ilk 500’e giren ABD şirketlerinin sayısı 151’den 197’ye yükselirken
Japon şirketlerinin sayısı 149’dan 88’e ve 15 AB ülkesinin tüm şirketlerinin
sayısı da 155’ten 143’e gerilemiş. Bu arada 2001 yılında Çin de listeye 11 şirketle
girmeyi başarmış.[3]
Cirolar ve özellikle de kârlar
açısından ilk 10’a giren şirketlere baktığımızda (Tablo 3 ve 4),
ABD şirketlerinin çok daha ezici bir ağırlığıyla karşılaşıyoruz. En kârlı 10
şirket arasında ne bir Alman ne de bir Japon şirketi var. Bu arada Almanya, en
kârlı 50 şirket listesinde, yalnızca bir şirketle temsil ediliyor.
Tablo 3: Cirolarına göre
dünyanın en büyük 10 şirketi (2001,
milyar dolar)
Şirket
|
Ülkesi
|
Cirosu
|
|
1
|
Wal-Mart Stores
|
ABD
|
219,81
|
2
|
Exxon Mobil
|
ABD
|
191,58
|
3
|
General Motors
|
ABD
|
177,26
|
4
|
BP
|
İngiltere
|
174,22
|
5
|
Ford Motor
|
ABD
|
162,41
|
6
|
Enron
|
ABD
|
138,72
|
7
|
DaimlerChrysler
|
Almanya
|
136,90
|
8
|
Royal Dutch/Shell
|
Hollanda-İngiltere
|
135,21
|
9
|
General Electric
|
ABD
|
125,91
|
10
|
Toyota Motor
|
Japonya
|
120,81
|
Kaynak: Fortune, July 22, 2002
Tablo 4: Kârlarına göre
dünyanın en büyük 10 şirketi (2001,
milyar dolar)
Şirket
|
Ülkesi
|
Kârı
|
|
1
|
Exxon Mobil
|
ABD
|
15,32
|
2
|
Citigroup
|
ABD
|
14,13
|
3
|
General Electric
|
ABD
|
13,68
|
4
|
Royal Dutch/Shell
|
Hollanda-İngiltere
|
13,68
|
5
|
Philip Morris
|
ABD
|
8,56
|
6
|
BP
|
İngiltere
|
8,01
|
7
|
Pfizer
|
ABD
|
7,79
|
8
|
IBM
|
ABD
|
7,72
|
9
|
AT&T
|
ABD
|
7,72
|
10
|
Microsoft
|
ABD
|
7,35
|
Kaynak: Fortune, July 22, 2002
Dış ticarette kim
kime ne oranda bağımlı?
ABD ile Avrupa ülkeleri
arasındaki siyasi gerilimler ne zaman artsa, ABD içinde Avrupa ülkelerine
yönelik ticari ambargo talepleri güç kazanıyor. Neden hiç tersi olmuyor? Neden
Almanya ve Fransa da dahil olmak üzere Avrupa ülkeleri ABD’ye ticari ambargo
uygulamayı tartışmıyor bile? Ve neden Alman hükümeti ABD’ye direnç oluşturmaya
kalkıştığında Alman sermayedarları olası bir ticari savaşın tehlikelerinden söz
etmeye başlıyor?
Bunun çok basit bir nedeni var:
Dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD, aynı zamanda açık arayla dünyanın en
büyük ithalatçısı. Almanya ve Japonya gibi ihracatçı ülkelerden farklı olarak,
ABD’nin ihracatı ithalatının üçte ikisi kadar. Alman, Japon ve Çin ekonomileri
açısından, ihracatın ve özelde ABD’ye ihracatın sürekliliği büyük bir önem
taşıyor. Buna karşın ABD’nin bu ülkelerden yaptığı ithalat, kendi GSYİH’sı
içinde hiç de o kadar büyük bir paya sahip değil.
Örneğin, ABD’nin Almanya’dan
ithalatını dondurması durumunda, Alman ekonomisi daha ilk anda yüzde 3,2’lik
bir küçülme yaşayacaktır. Tersi olduğunda ise, ABD ekonomisi yalnızca yüzde 0,29
oranında daralacaktır. Tablo 5 ve 6, Japon ve Çin ekonomilerinin dış ticaret
açısından ABD ekonomisine çok daha bağımlı olduğunu gösteriyor.
Nitekim, ABD, dış ticarette
korumacı önlemlere başvurması nedeniyle özellikle AB ülkeleri tarafından Dünya
Ticaret Örgütü’ne en fazla şikayet edilen ülke durumunda.
Tablo 5: Bazı rakiplerinin
ABD’ye ihracatına ilişkin oranlar (2001,
yüzde)
ABD’ye
ihracatının
toplam
ihracatına
oranı
|
ABD’ye
ihracatının
ülke
GSYİH’sına
oranı
|
ABD’ye
ihracatının
ABD’in
toplam
ithalatına
oranı
|
ABD’ye
ihracatının
ABD
GSYİH’sına
oranı
|
|
Almanya
|
10,6
|
3,2
|
5,2
|
0,6
|
Japonya
|
30,1
|
2,7
|
11,1
|
1,3
|
Çin
|
20,4
|
4,5
|
8,9
|
1,0
|
Kaynaklar: CIA (www.cia.gov/cia/publications/factbook/geos/us.html),
The Economist (www.economist.com).
Tablo 6: ABD’nin bazı
rakiplerine ihracatına ilişkin oranlar (2001, yüzde)
İlgili
ülkeye
ihracatın
ABD’nin
toplam
ihracatına
oranı
|
İlgili
ülkeye
ihracatın
ABD
GYSİH’sına
oranı
|
ABD’den
ithalatın
ülkenin
toplam
ithalatına
oranı
|
ABD’den
ithalatın
ülkenin
GYSİH’sına
oranı
|
|
Almanya
|
4,1
|
0,29
|
8,3
|
1,4
|
Japonya
|
7,9
|
0,57
|
18,1
|
1,4
|
Çin
|
3,6
|
0,26
|
10,8
|
2,2
|
Kaynaklar: CIA (www.cia.gov/cia/publications/factbook/geos/us.html),
The Economist (www.economist.com).
Askeri alanda ABD’nin
ezici ağırlığı
Askeri harcamalar ve silahlanma
söz konusu olduğunda, ABD ile en yakın “rakip”leri arasındaki fark en uç
noktalara varıyor. Tablo 7’ye göre, 2000 yılında İngiltere, Rusya, Japonya,
Almanya, Fransa ve Çin’in askeri harcamalarının toplamı ABD’nin askeri
harcamalarının yalnızca yüzde 82’sini düzeyindeydi. Silah ihracatı söz konusu
olduğunda da benzer bir eşitsizlik var. 1999 yılında dünya silah ihracatının
üçte ikisinden fazlası ABD tarafından gerçekleştirilmişti. ABD’nin toplam
ihracat gelirinin neredeyse yüzde 5’i silah satışlarının ürünüydü.
Yalnızca nicel göstergeler
açısından değil, silah teknolojisinin gelişkinliği açısından da ABD rakipsiz
durumda.
Askeri kapasite, emperyalist
sistem içi liderlik mücadelesinde ihmal edilmesi mümkün olmayan bir faktör.
Nitekim, dünya kapitalizminin bunalımı derinleşirken, ABD, kendi sermaye
gruplarını korumak için askeri üstünlüğüne giderek daha fazla başvuruyor.
Tek başına askeri alandaki bu
eşitsizlik bile, herhangi bir ülkenin ABD’ye savaş açmasını olanaksız hale
getiriyor. Aradaki farkın zaman içinde kapanabileceği iddia edilebilir elbette.
Ama en azından bugünkü eğilimler bu doğrultuda değil. Bir tarafta Avrupa (ve
Almanya) da dahil olmak üzere dünyanın dört bir köşesinde asker bulunduran ve
yine dünyanın dört bir köşesine müdahale edebilen bir güç, diğer tarafta ise
aynı kıtada yer alan bir ülkeye bile tek başına askeri müdahalede bulunamayan
ve ABD’yi yardıma çağıran bir Avrupa var.
Tablo 7: Askeri harcamalar
açısından karşılaştırma (ABD = 100)
ABD
|
İngiltere
|
Rusya
|
Japonya
|
Almanya
|
Fransa
|
Çin
|
|
1985
|
100
|
10
|
109
|
5
|
8
|
8
|
10
|
1996
|
100
|
13
|
26
|
17
|
14
|
17
|
13
|
2000
|
100
|
11
|
20
|
15
|
10
|
12
|
14
|
Kaynak: The Economist, June
27th 2002
Tablo 8: Dünyanın en büyük
silah ihracatçıları (1999, milyar
dolar)
Sıra
|
Ülke
|
İhracat
|
1
|
ABD
|
33,0
|
2
|
İngiltere
|
5,2
|
3
|
Rusya
|
3,1
|
4
|
Fransa
|
2,9
|
5
|
Almanya
|
1,9
|
6
|
İsveç
|
0,7
|
7
|
İsrail
|
0,6
|
Kaynak: ABD Dışişleri Bakanlığı
Tablo 9: Bazı ülkeler için
silah ihracatı / toplam ihracat (1999,
yüzde)
ABD
|
4,7
|
Rusya
|
4,2
|
İngiltere
|
1,9
|
Fransa
|
1,0
|
Almanya
|
0,9
|
Kaynak: ABD Dışişleri Bakanlığı
Her şeye rağmen
çelişkiler derinleşmiyor mu?
Gelenek için istisnai
sayılabilecek kadar çok tabloya yer vermemizin nedeni, özellikle emperyalistler
arasındaki ilişkilere dair tartışmalarda bazı çok yalın gerçeklerin kolaylıkla
unutulabilmesi.
Buradaki tablolar, öyle üç beş
hatta on yıl içinde köklü bir şekilde değişemeyecek bir gerçekliğe işaret
ediyor.
Emperyalist ülkeler arasında
elbette ciddi çelişkiler var. Uluslararası ilişkileri çözümlemeye çalışırken bu
çelişkileri bir yana bırakmak elbette mümkün değil. Dahası, dünya
kapitalizminin bunalımının derinleşmesi, emperyalist ülkeler arasındaki
“paylaşım” mücadelesini de şiddetlendiriyor.
Ama kesin olan bir şey var:
Bugün, tek tek emperyalist ülkeler (ve kapitalist ülkelerin sermaye iktidarları
açısından) açısından, ABD ile ilişkilerinin çok fazla zarar görmesine engel
olmak, başka her türden işbirliği ya da ittifaktan daha önemlidir.
ABD’nin Avrupa’yı bu denli kolay
bir şekilde bölebilmesi ve Fransa-Almanya ittifakının karşına (kimilerinin
Almanya etkisi altında olduklarını iddia ettiği Doğu Avrupa ülkeleri dahil)
Avrupa’nın neredeyse tüm diğer ülkelerini çıkarabilmesi de bunu anlatmıyor mu?
Peki ama, Fransa, Almanya, Rusya
ve Çin, ABD’nin Irak planlarına neden muhalefet ediyor?
Son derece basit bir nedenle:
“Irak pastası”ndan daha fazla pay almaya ve Ortadoğu’yu tümüyle ABD denetimine
terk etmemeye çalışıyorlar.
Bilinen petrol rezervleri
açısından Suudi Arabistan’ın ardından ikinci sırada gelen Irak’ın petrol
gelirlerinin ne şekilde pay edileceği, elbette bir mücadele konusudur. ABD’nin
petrol şirketleri varsa, Fransa ve Rusya’nın da var. ABD’nin Irak’ı tek başına
(ya da yalnızca İngiltere’yle birlikte) işgal etmesi, şu anda bu ülkede
faaliyet yürüten Fransız ve Rus şirketlerinin devre dışı kalması anlamına
gelebilecek. En az bunun kadar önemli bir mücadele konusu, sıra “Irak’ın
yeniden inşası”na geldiğinde hangi emperyalist ülkelerin şirketlerinin ne kadar
pay alacağı. Tüm bunlardan daha önemlisi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik
planlarının Irak’la başlayıp Irak’la bitmemesi. OECD üyesi Avrupa ülkeleri
petrol ithalatlarının yüzde 35’ini, Japonya ise yüzde 75’ten fazlasını Körfez
ülkelerinden karşılıyor. Diğer emperyalist ülkelerin bölgedeki petrol
kaynaklarını ve gelirlerini tümüyle ABD’ye bırakmak istememesinden daha doğal
ne olabilir?
Dünya kapitalizminin bunalımı
derinleşirken, emperyalist ülkeler açısından, az gelişmiş ve orta
gelişkinlikteki kapitalist ülkelerden aktarılan kaynakların miktarı çok daha
yaşamsal bir önem kazanıyor. Dünya üzerindeki kaynaklar tüm emperyalist
ülkeleri aynı anda doyurmaya yetmediği için de paylaşım mücadelesi
şiddetleniyor.
Ama bu mücadelenin, mecazi bir
anlamda bile olsa “savaş” boyutuna ulaşması için, diğer tüm emperyalist
ülkelerin ABD’ye karşı birleşebilmesi gerekir. Bir an için böylesi bir
birlikteliğin kurulabileceğini varsaysak bile sonuç değişmeyecektir: Bu
birlikteliği bozarak ABD’nin yanına geçecek olan ilk ülke çok ciddi avantajlar
elde edecektir. Zaten tam da bu nedenle, böylesi bir birlikteliğin
öngörülebilir bir vadede kurulması ihtimal dışıdır.
Sorun, emperyalist-kapitalist
sistemin iç çelişkilerinin giderek güçlenmesi gerektiği düşüncesinde değil.
Bunalımın derinleştiği bir dönemde iç çelişkilerin güçlenmesi kaçınılmazdır.
Ama hangi iç çelişkiler? Sorun, çelişki dendiğinde yalnızca emperyalist ülkeler
arasındaki rekabet ve mücadelenin anlaşılmasında...
Bir kriz dinamiği
olarak askeri harcamalar
Ekonomik kriz dönemlerinde
ABD’nin silahlanmaya ağırlık verdiği biliniyor.
Bu somut olguyu ne şekilde
yorumlamak gerekiyor?
Kimilerine göre, silahlanma
harcamaları, bir bütün olarak ABD ekonomisinin yeniden canlanmasına hizmet
ediyor. Yaygın bir inanışa göre, ABD, diğer sektörlerdeki teknolojik
üstünlüğünü de asıl olarak silahlanma alanındaki teknolojik ilerlemelere
borçlu. Bir başka deyişle, silah teknolojilerini geliştirmek için yapılan büyük
yatırımlardan ekonominin tüm sektörleri faydalanıyor.
Bu söylenenler gerçekliği tam
olarak ifade etseydi, işimiz gerçekten de fazlasıyla zorlaşırdı. Silahlanmaya
daha fazla para ayırdıkça ekonomisi büyüyen ve ekonomisi büyüdükçe silahlanmaya
daha fazla para ayırabilen bir emperyalist güçle baş etmek mümkün olabilir mi?
Söylenenlerde elbette belirli
bir gerçeklik payı var. Örneğin, silahlanma alanındaki pek çok teknolojik
ilerlemenin “sivil” sektörlerdeki teknolojik ilerlemeye de katkıda bulunduğu
doğru. Diğer yandan, silah ihracatının ABD ekonomisi açısından kritik bir önem
taşıdığı da tartışma götürmez. Ülkeler arasındaki her tür gerilim, çatışma ve
savaş, ABD’li silah tekellerinin pazarlarının büyümesi anlamına geliyor.
Ülkeler ve halklar arasındaki düşmanlıkları körüklemek, ABD’nin dış
politikasının en vazgeçilmez unsurlarından biri.
Ama tüm bunlar, askeri
harcamalardaki artışın aynı zamanda ABD’nin krizini derinleştiren bir faktör
olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Çok basit bir nedenle: Askeri
harcamalar, tüketicilerin banka hesaplarından değil, devlet bütçesinden
yapılır.
Devlet harcamalarının asıl
kaynağı, kapitalistlerin işçilerden sızdırdığı artı değer kitlesidir. Bu
harcamalar belirli sermaye gruplarını ihya etse bile, mal ya da hizmetlere
dönük devlet harcamalarının artması, bir bütün olarak sermaye sınıfının kârını
azaltır.
Devletin harcadığı paralar da
zaten yine sermaye sınıfının cebine girmiyor mu?
Silahlanma harcamaları ile
sözgelimi iç borç faiz ödemeleri arasında ciddi bir fark var. Devlete silah (ya
da silah teknolojisi) satabilmek için, her şeyden önce bunları üretmek, yani
sermaye yatırmak gerekiyor. Devlete yapılan satışlar ne denli kârlı olursa
olsun, buradaki maliyet unsuru, sermaye sınıfının gerçek ya da potansiyel
kârından bir indirim anlamına gelir.
“Potansiyel” kâr derken,
silahlanma harcamalarındaki artışların işçi ücretlerinden yapılacak ek
kesintilerle finanse edilmesi olasılığından söz ediyoruz.
Gerçekten de, belirli bir anda,
devletin, yalnızca işçilerin gerçek gelirlerinin bir bölümünü dolaylı vergiler
ya da yeni kesintilerle gasp ederek silahlanmaya daha fazla para ayırması
mümkündür.
Ama böylesi bir olasılığın
bulunması, işin özünü değiştirmiyor. İşçi sınıfı ile sermaye sınıfı ve sermaye
devleti arasındaki ücret ve sosyal hak mücadelelerinin merkezinde, brüt
ücretler değil, işçilerin alım gücü ve yaşam standartları vardır. Sermaye
sınıfının gerçek ücretleri düşürmeye yönelik mücadelesi süreklidir ve bu
mücadele kriz dönemlerinde daha bir yoğunlaşır. Devlet de, işçilerin gerçek ücretlerini
düşürerek ya da sosyal harcamaları kısarak açığa çıkardığı ek kaynakları
sermaye sahiplerinin ödediği vergileri düşürmek ya da iç borç faizlerini ödemek
için kullandığında, sermaye sınıfının toplam kârının artmasını sağlar. Buna
karşın silahlanma türü devlet harcamalarının artırılması, söz konusu
kaynakların bir bölümünün sermaye sahipleri açısından da çarçur edildiği
anlamına gelir.
Kısacası, askeri harcamalarının
artırılması, sermaye sınıfının bazı kesimlerinin toplam artı değerden aldığı
payın artmasına, bir bütün olarak sermaye sınıfının elinde kalan artı değer
kitlesininse azalmasına yol açar. Aynı anlama gelmek üzere, silahlanma
harcamalarındaki artışlar, genel kâr oranının düşmesine neden olur.
Zaten, aksi doğru olsaydı, kriz
dönemlerinde de büyüme dönemlerinde de askeri harcamaları sürekli bir şekilde
artırmak tercih edilir ve ABD’nin askeri harcamalarının GSYİH’sına oranı, 1989
ile 1999 yılları arasında yüzde 5,5’ten yüzde 3’e gerilemezdi. Bu konuda
Almanya daha çarpıcı bir örnek oluşturuyor: Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni
ilhak ettikten sonra emperyalistler arası rekabette daha iddialı bir güç haline
gelen Almanya, 1989 yılında, GSYİH’sının yüzde 2,8’ini askeri harcamalara
ayırıyormuş. Bu oran 1999 yılında artmak bir yana yüzde 1,6’ya gerilemiş, yani
ABD’de olduğu gibi neredeyse yarı yarıya azalmış.[4]
Askeri teknolojilerin sivil
kullanım alanları bulabilmesine gelince... Hiç kuşku yok ki, askeri
teknolojilerin geliştirilmesi için ayrılan kaynakların doğrudan sivil
teknolojiler için kullanılması çok daha verimli bir yoldur!
Öyleyse kriz dönemlerinde
ABD’nin askeri harcamaları neden artıyor?
Dünya kapitalizminin bunalımı
yeniden derinleşirken, ABD’nin askeri harcamalarının 2003 yılında bu ülkenin
GSYİH’sının yüzde 4’üne yaklaşması bekleniyor. Üstelik bu hesaba Irak
Savaşı’nın olası maliyetleri dahil değil. 2000 yılında 50 milyar dolar civarına
gerileyen silah alımlarının 2003 yılında 70 milyar dolara yaklaşacağı ve
önümüzdeki yıllarda da 100 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor. 2004 bütçesinden
askeri harcamalara toplam 380 milyar dolar ayrılması teklif edilmiş durumda.
Birincisi, ABD, askeri ve
siyasal üstünlüğünü, dünya üzerindeki ekonomik kaynaklar üzerindeki denetimini
artırmak için kullanıyor.
İkincisi, ekonomik kriz
dönemleri, aynı zamanda sermaye sahipleri arasındaki rekabetin şiddetlendiği
dönemlerdir. Bu dönemlerde tekelci sermaye grupları devletle ilişkilerini de
kullanarak krizin etkisini en aza indirmeye çalışır. Askeri harcamalardaki
artış, yalnızca silah üreticileri için değil, gıdadan tekstil ve dokumaya,
bilgisayar yazılımlarından iletişime kadar pek çok sektör için bir gelir
kapısıdır.
Üçüncüsü, askeri harcamaların
kısa vadede asıl olarak dış borçlanma yoluyla finanse edilmesi mümkün olduğu
ölçüde, bu harcamalar yine kısa vadede genel kâr oranının yükselmesini bile
sağlayabilir.
Bu açılardan bakıldığında,
Körfez Savaşı, ABD açısından ideal bir savaş olmuştu. Her şeyden önce, bu
savaşın 80 milyar dolar olarak hesaplanan maliyetinin 76 milyar doları Arap
ülkeleri ve Japonya tarafından karşılanmıştı.[5]
Savaşın ardından Kuveyt’in yeniden inşası pastasından en büyük dilimleri ABD
şirketleri almış ve bölge ülkelerinin silahlanmaya devam etmesi silah
tekellerinin pazarının çok fazla daralmasını önlemişti. Diğer yandan, petrol
fiyatlarındaki geçici yükseliş ABD’li petrol şirketlerinin kârlarını
artırmıştı.
Afganistan Savaşı da kolay bir
savaştı ve ABD’nin bir diğer petrol bölgesi üzerindeki denetimini artırmasını
sağladı.
Ancak Irak Savaşı’nın benzer bir
şekilde sonuçlanması ihtimali hiç de o kadar yüksek değil.
Her şeyden önce, bu savaşın
kontrol altında tutulup tutulamayacağı belli olmayan faturasını başkalarının
üzerine yıkma olanağı bulunmuyor. Savaşın birkaç hafta yerine birkaç ay sürmesi
ve savaş sonrasında da “Irak pastası”ndan diğer emperyalist ülkelere daha fazla
pay verme zorunluluğunun ortaya çıkması, ABD’nin maliyet hesaplarını altüst
edebilir.
Daha genel olarak bakıldığında
ise, ABD’nin liderlik konumunu güçlendirme stratejisinin giderek daha masraflı
olmaya başlayacağı öngörülebilir.
Örneğin, Kore Demokratik Halk
Cumhuriyeti (KDHC) ile Afganistan ya da Irak arasında pek az ortak nokta var.
Askeri açıdan ABD’nin KDHC’yi alt edebileceği açık. Ama KDHC’ye açılacak bir
savaşın maliyeti çok yüksek ve olası ekonomik getirileri çok sınırlı olacaktır.
Dünya kapitalizminin bunalımı
derinleştikçe, uluslararası sömürü mekanizmalarını daha iyi işler hale
getirmek, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler açısından daha yaşamsal bir
ihtiyaç haline geliyor. Buna karşın, sömürü mekanizmalarının güçlendirilmesi
de, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeleri giderek daha
yaşanmaz kılıyor. Kriz koşullarının süreklileşmesi, toplumsal muhalefet
dinamiklerine ve bu arada ABD karşıtlığına güç kazandırırken, farklı siyasal
çıkış arayışlarını gündeme getiriyor.
Dünyanın dört bir köşesinde
toplam 250 bin askeri bulunan ABD, “arka bahçesi” kabul edilen Latin Amerika’da
bile ciddi sıkıntılarla karşı karşıya. Yine Irak’tan farklı olarak, Latin
Amerika’nın yeniden mutlak denetim altına alınması, ABD açısından, eski sömürü
düzeyini korumak için yeni ve büyük masraflara girişme ihtiyacı anlamına
geliyor.
Latin Amerika söz konusu
olduğunda, ABD’nin önemli bir avantajı var: Diğer emperyalist güçlerin bu
bölgedeki etkinliği bir hayli sınırlı. Buna karşın, Ortadoğu, Orta Asya ve
Güneydoğu Asya’da giderek artan denetim masraflarına bir de diğer emperyalist
güçlerin pay talepleri ekleniyor.
Tüm bunlar, askeri harcamaların
ABD ekonomisi için giderek daha güçlü bir kriz dinamiği haline geleceğine
işaret ediyor.
Aynı anlama gelmek üzere, tam da
“imparatorluk” haline geldiği iddia edilen bir dönemde, ABD’nin dünyanın dört
bir köşesini denetim altında tutması giderek zorlaşıyor.
Peki, bu durum, ABD’nin
rakipleri açısından ne anlama geliyor?
Bu rakiplerin dünya liderliği
konusunda daha iddialı hale gelmesi olası mı?
ABD ekonomisinin
çökmesini kim ister?
Dünya kapitalizminin ‘70’li
yıllarda girdiği bunalım, başlangıçta en fazla ABD’yi etkiledi. Bunalıma bir
yanıt olan “neo-liberal” politikalar ABD’de üretildi. Özelleştirmeler, dış
ticaretin serbestleştirilmesi ve “kumarhane kapitalizmi”nin geliştirilmesi
konularında ABD, tüm diğer emperyalist ülkelere öncülük etti. Bu arada, çok
sözü edilen “yeni teknolojiler” de, rakip emperyalist güçler tarafından değil,
ABD tarafından geliştirildi.
Bu noktada altı kalınca
çizilmesi gereken bir olgu var: Ne Japon ne de Alman (ya da Avrupa)
ekonomileri, ABD ekonomisinin bunalıma girdiği bir dönemde, bu bunalımı
kendileri için avantaja dönüştürecek bir dinamizm sergileyebildi. Tam tersine,
ABD ekonomisinin bunalımı, aynı zamanda bu ülkelerin bunalımı anlamına geldi.
Ve ABD ekonomisinin çöküş sinyalleri verdiği dönemlerde, böylesi bir çöküşün
kendileri için de büyük bir felaket anlamına geleceği kaygısıyla, ABD’ye destek
verdiler.
ABD ekonomisinin son yıllardaki
büyümesi, dünya ekonomisini ayakta tutan faktörlerden biri durumundaydı.
Japonya’da, Güneydoğu Asya’da, Rusya’da ve Latin Amerika’da yaşanan krizlerin
dünya ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri, ABD ekonomisinin büyümeye devam
etmesi sayesinde sınırlı kaldı.
Bu büyümenin ardındaki nedenlerden
biri de, ABD ile Almanya ve Japonya’nın 1995 yılında ABD dolarının değerini
yükseltmeye yönelik bir anlaşmaya varmış olmasıydı. Bu sayede bir yandan
Almanya ile Japonya’nın ABD’ye yönelik ihracatı artarken diğer taraftan da
uluslararası mali sermaye ABD’ye akmaya başladı. ABD, hızla artan dış ticaret
açıklarını dış borçlanmayla finanse ediyordu.[6]
Bu süreçte ABD borsalarında
işlem gören hisse senetleri, 1929 Bunalımı öncesine göre bile aşırı ölçülerde
değer kazandı. Hisse senetlerinin durduk yerde değer kazanması, kimseyi üzmez.
Aksine, bu şekilde yaratılan “hayali” değerler, neredeyse herkesin yararınadır.
Büyük sermaye sahipleri ve profesyonel şirket yöneticileri kağıt üzerinde aşırı
zenginleşirken, “küçük tasarruf sahipleri” de kendi çaplarında kazanç sağlar.
Asıl önemlisi, hayali sermaye birikiminin hızla büyümesi, tüketimi de
canlandırır.
Bu şekilde sağlanan bir büyüme,
ancak hayali sermaye birikimi giderek artan hızlarla devam ederse korunabilir.
Hayali sermaye birikimi durduğunda, her şey hızla tersine döner. Büyümenin
büyümeyi teşvik ettiği dönemden, küçülmenin küçülmeyi teşvik ettiği döneme
girilir. Bugün de böylesi bir dönemdeyiz...
Şaşırtıcı olmayan gelişme,
güncel krizin önce “yeni ekonomi” şirketlerini vurmasıydı. Hayali sermaye
birikiminden beslenen ve bu birikimi hızlandıran bilgisayar ve iletişim
şirketlerinin hisse senetleri hızla değer yitirirken, bu şirketlerin
temellerinin aslında ne kadar çürük olduğu da belirginlik kazandı.
ABD’nin dünyanın en borçlu
ülkesi olduğu ve her yıl ciddi miktarlarda yeni sermaye girişine muhtaç olduğu
sık sık hatırlatılır. Ama bunun yalnızca ABD açısından değil, büyümelerini
ABD’nin dış ticaret açıklarına borçlu olan Japonya, Çin ve Almanya gibi ülkeler
açısından da son derece kritik bir sorun olduğu genellikle ihmal edilir.[7]
Bu noktada, son dönemde ortaya
atılan saçma sapan bir “teori”ye değinmek üzere bir parantez açalım...
İddia o ki, ABD ile AB
arasındaki gerilimlerin kaynağında, euro’nun doların egemenliğini tehdit etmeye
başlaması var...
ABD, doların dünyanın dört bir
köşesinde ödeme aracı olarak kabul edilmesi sayesinde, borçlarını para basarak
ödeyebiliyormuş. Oysa şimdi pek çok ülke dolardan euro’ya geçiyormuş. Irak
kendi petrolünün fiyatını euro cinsinden belirleme kararı almış. Pek çok ülkenin
merkez bankasının para rezervlerinde euro’nun payı artıyormuş vb. vb...
Bu tür saçmalıkları ileri
sürenlerin bir bölümünü anlayış ve hoşgörüyle karşılamak mümkün. “Para”
dendiğinde akıllarına ceplerindeki kağıt paralardan ve bozukluklardan başka bir
şey gelmeyenlerin ve küçük birikimlerini döviz bürolarından aldıkları dolar ve
euro’ları evlerinin bir köşesine saklayarak korumaya çalışanların sığlığı,
onların değil, kapitalist düzenin bir kabahati. Onlar, kağıt ve metal paraların
“para hacmi”nin çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu, geri kalan kısmın “kaydi
para”dan oluştuğunu, ticari ve mali işlemlerin çoğunda kağıt ve metal paraların
hiç kullanılmadığını, doların bir “dünya parası” olarak ABD’ye “karşılıksız”
olarak sağladığı kazancın yalnızca ABD dışındaki ülkelerde kullanılan kağıt ve
metal paralardan kaynaklandığını, ancak bu kazancın geçmişe ait olduğunu, ABD
dışındaki ülkelerde kullanılan kağıt ve metal dolarların miktarında bir artış
olmadığı sürece herhangi bir ek kazancın doğmayacağını ve bu paralar ABD’ye
geri dönmedikçe bir kaybın da olmayacağını bilmeyebilir.
Borçları para basarak ödeme
meselesine gelince...
Bu, yalnızca ABD’nin değil,
Türkiye dahil tüm devletlerin yapabileceği bir şeydir! Türk devleti de, Türk
lirası cinsinden borçlarını para basarak ödeyebilir. Buna neden başvurulmadığı
meselesine burada girmeye gerek yok.
Ya borç geri ödemenin ötesinde
ek gelir yaratma olanağı?
Bu “olanak” da, yalnızca ABD’nin
değil, paraları dünyanın her tarafında ABD dolarına kolaylıkla çevrilebilen tüm
ülkelerin (AB, İngiltere, Japonya, İsviçre vb.) elinde var. Bir başka deyişle,
örneğin İsviçre hükümeti de, İsviçre Merkez Bankası’nın daha fazla frank
basmasını sağlayabilir ve bunlarla ABD doları ya da euro satın alabilir.
Petrolün dünya fiyatları dolar
cinsinden belirlendiği sürece, Irak’ın kendi petrolüne euro cinsinden fiyat
koymasının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü diğer ülkeler, eğer bu fiyat o günkü
kurlarla daha yüksek bir dolar değerine karşılık geliyorsa, Irak yerine başka
ülkelerden petrol almayı tercih edecektir.
Merkez Bankası rezervlerine
gelince... Bu rezervlerin de çok küçük bir bölümü kağıt ve metal paralardan
oluşur. Dolayısıyla, bir Merkez Bankası bütün dolar rezervini satıp euro’ya
geçiş yaptığında, bavullarla ya da para taşıma araçlarıyla bir ülkeden bir
diğerine milyarlarca dolarlık kağıt ya da metal para taşınmaz; bugünün
dünyasında, yalnızca elektronik ortamda birkaç işlem gerçekleştirilir. Böylesi
işlemler de ne ABD’ye para kaybettirir, ne de Avrupa ülkelerine para kazandırır.
Kuşkusuz, dünya ölçeğinde
dolardan euro’ya geçiş, ABD dolarının değerini düşürürken euro’nun değerini
artırır. Ama böylesi bir gelişme, ABD’den önce Avrupa ülkelerini rahatsız eder!
Çünkü ABD doları euro karşısında ne kadar değer kaybederse, örneğin Almanya’nın
ABD’ye yaptığı ihracat da o kadar azalacaktır.
Tüm bunlar bir yana, hangi
ulusal para biriminin uluslararası ölçekte daha büyük bir ağırlığa sahip
olacağı, ülkelerin iktisadi ve siyasi güçleri tarafından belirlenir. Bir başka
deyişle, bir devletin ulusal para birimini daha güçlü kılmak için yapabileceği
tek şey, ülkenin iktisadi ve siyasi gücünü artırmaktır. Ama zaten her devlet,
tam da bu ikincisini yapmaya çalışmak için vardır!
Kısacası, para birimleri
arasındaki güç dengesi, emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin bir nedeni
değil, yalnızca ve yalnızca sonucudur.
Parantezi kapatarak, dünya
kapitalizminin güncel krizine dönelim.
ABD ekonomisinin bugün yaşadığı
krizin yakın geçmiştekilerden önemli bir farkı var. Bundan önceki krizler
sırasında, diğer emperyalist ülkeler, ABD ekonomisine destek olmayı
başarabilmişti. Ancak bu kez, Japonya ekonomisi zaten krizde. Ciddi kriz
sinyalleri veren Avrupa’nınsa karşı ağırlık oluşturma şansı bulunmuyor.
Nitekim, ABD’deki tüm gelişmeler hızla Avrupa’ya da yansıyor. ABD
borsalarındaki düşüşleri Avrupa borsalarındaki düşüşler, ABD’de açığa çıkarılan
şirket yolsuzluklarını Avrupa’da açığa çıkarılan şirket yolsuzlukları izliyor.
Dolayısıyla, bugünkü krizin
yakın gelecekte derinleşmeye devam edeceği öngörülebilir. Bu krizin yıkıcı
sonuçları ise, daha şimdiden, dünyanın dört bir köşesinde hissediliyor.
Emperyalist-kapitalist
sistem zorlu bir döneme girerken...
ABD (ve dolayısıyla
emperyalist-kapitalist sistem), önümüzdeki dönemde ciddi açmazlarla karşı karşıya
kalacak.
Bunalımın derinleşmesi
militarizmi teşvik ederken, militarist politikalarının maliyetinin yükselmesi
bunalımı daha da derinleştirecek. Bir yandan emperyalist sömürüyü artırmaya
çalışan emperyalist ülkeler, diğer yandan da az gelişmiş ve orta
gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin borçlarının faizlerini bile ödeyemez hale
gelmelerinden kaynaklanan sorunlara çözüm arayacak. Korumacı önlemlere
başvurulmasını isteyen sermaye sahiplerinin sayısı artarken, korumacı
önlemlerin dünya ölçeğinde yaygınlaşması uluslararası ticareti sekteye
uğratarak büyüme dinamiklerini daha da zayıflatacak. Geçtiğimiz yıllarda
yaratılan hayali sermaye birikiminin önemli bir bölümünün bu açmazlar ve
geleceğe dönük güvensizlik nedeniyle buharlaşması, geleceğe dönük güvensizliği
daha da artıracak.
ABD dışındaki emperyalist
odaklar açısından bakıldığında, durum daha az ciddi değil: Bir yandan ABD’nin
dünyanın tek hakimi haline gelmesine direnmeleri gerekiyor, ama diğer yandan da
ABD’nin hem iktisadi hem de siyasi liderliğinin sürmesine ihtiyaçları var.
ABD ekonomisinin sağlığının
diğer emperyalist ülkeleri neden ilgilendirdiğini zaten uzun uzadıya tartışmış
olduk. Özellikle Almanya ve Japonya (bunlara Çin de eklenebilir), ekonomik
güçlerini şu ya da bu oranda, ABD ile ekonomik ilişkilerine borçlu.
Bu noktada Fransa’nın biraz daha
farklı bir konuma sahip olduğunu eklemekte yarar var.
Birincisi, “ihracatçı” bir ülke
olmayan Fransa açısından ABD pazarı o kadar da kritik bir önem taşımıyor.
İkincisi, Almanya, Japonya ve Çin’den farklı olarak, Fransa, petrol gibi
stratejik bir sektörde, ABD’nin rakipleri arasında yer alıyor. Üçüncüsü,
Almanya ve Japonya’dan farklı olarak, Fransa, dünya sahnesinde bir “askeri güç”
olarak da yer almaya çalışıyor. Soğuk Savaş döneminde bile NATO’nun askeri
kanadından çıkabilmiş bir ülke olarak Fransa, ekonomik gücüyle çok da orantılı
olmayan bir siyasal iddialılığa sahip.
Tüm bunlar, Fransa’nın Irak
başlığında ABD karşıtı cepheye öncülük etmesini kolaylaştırdı.
Ama Fransa’nın fazlasıyla “oportünist”
bir çizgiye sahip olduğu da mutlaka vurgulanmalı. Dünya liderliği konusunda
hiçbir iddiası bulunmayan ve bulunamayacak olan Fransa’nın en önemli güvencesi,
ortada bir liderlik boşluğunun bulunmaması. Körfez Savaşı öncesinde de son ana
kadar belirli bir direnç sergileyerek hem ABD karşıtlığının primini toplayan
hem de pazarlık marjını genişleten Fransa, savaşa da aktif olarak katılarak
masaya “galip”lerden biri olarak oturmuştu.
Dünya Sosyal Forumu’nu oluşturan
örgütlere destek olarak “alternatif küreselleşmeci” hareketle bağ kuran
Fransa’nın da Irak başlığındaki temel derdi, ABD’nin “Ortadoğu pastası”ndan
başkalarına pay vermek istememesi.
Ama hem Fransa hem de Fransa’nın
peşine takılan Almanya, Rusya ve Çin açısından son derece kritik bir sınır var.
Bu ülkelerin hiçbiri, ABD’nin dünya siyaset sahnesinden çekilmesi durumunda
ortaya çıkacak olan boşluğun ne şekilde doldurulabileceği konusunda herhangi
bir fikre sahip değil. Kuşkusuz, bu konuda fikir sahibi olamamalarının temel
nedeni, böylesi bir boşluğu tek başlarına ya da birlik halinde doldurma
şanslarının bulunmaması.
Dolayısıyla, ABD’nin tek yanlı
“yeni düzen”leme girişimlerine karşı direnç oluştururken, bu ülkenin
liderliğini sorgulamaktan uzaklar. Aksine, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, gerektiğinde
ABD’yi yardıma çağırabileceklerini bilmek onları rahatlatıyor. Asıl önemlisi,
emperyalist-kapitalist sistemin sürekliliği açısından, en kötü düzenin bile
mutlak bir düzensizlikten kötü olduğunu biliyorlar.
Tüm bu söylenenler,
emperyalistler arası mücadelenin sınırlarına işaret etmekle birlikte,
meseleleri çok fazla sadeleştirmiyor.
Özellikle de dünya
kapitalizminin bunalımının derinleştiği bir dönemde, “ABD liderliğine evet,
ABD’nin tek yanlı müdahalelerine hayır” türü bir genel ilke, somut sorunlar
karşısında ne şekilde tavır alınması gerektiği konusunda pek az şey söylüyor.
Bu açıdan bakıldığında, Irak
başlığının ciddi bir kısır döngü yarattığı söylenebilir. Fransa ve Almanya
meydanı tümüyle ABD’ye bırakmamak için Irak’a savaş açılmasına karşı belirli
bir direnç oluşturmayı zorunlu görürken, ABD de ne tür dirençlerle karşılaşırsa
karşılaşsın planlarını hayata geçirebileceğini göstermek istedi. Sonuç, tüm
taraflar açısından “ideal” sayılabilecek bir çözümün olanaksız hale gelmesi
oldu.
Önümüzdeki
dönemde bu tür kısır döngülerle karşılaşmaya devam etmemiz olasılığı güçlü.
Emperyalist-kapitalist sistemden kopuş dinamiklerinin farklı coğrafyalarda güç
kazanmaya devam etmesi, emperyalist ülkeleri daha da büyük sıkıntılara sokacak.
Ama devam etmeden önce, bir
başka dinamik üzerinde duralım...
Savaş karşıtı hareket
tablonun neresinde?
Dünya solu, uzunca bir süredir,
sınıfsal niteliği bulanık olan ya da açıkça orta sınıf tepkiselliğine yaslanan
toplumsal hareketlenmeleri değerlendirmek konusunda belirli sıkıntılar çekiyor.
Örneğin, geleneksel sol partilerin 1968 yılıyla anılan kitlesel
hareketlenmelere “zamanında” ve “etkili” müdahalelerde bulunamamış olması,
bugün bile, “eleştirel” yaklaşımlara konu olabiliyor. “Sınıf takıntısı”
yüzünden orta sınıfların devrimci dinamizminin küçümsendiği ve bunun da önemli
fırsatların kaçırılmasına yol açtığı düşünülebiliyor.
“Küreselleşme karşıtı”, ya da
daha doğru deyişle “alternatif küreselleşmeci” hareketlerin nereye konması ve
bunlarla ne tür bir ilişki kurulması gerektiği konularında da tartışmaların
yaşanması doğal. Alternatif küreselleşmeci hareketle kesişim kümesi hayli büyük
olan savaş karşıtı hareket de aynı kapsamda değerlendirilebilir.
Bugün Almanya’nın dışişleri
bakanlığını bir “eski ’68’li”nin yapıyor olması, Fransa gibi emperyalist
ülkelerin bile alternatif küreselleşmeci hareketi destekleyebilmesi ya da savaş
karşıtı hareket içinde sarı sendikaların ve içleri emperyalist ajan kaynayan
“sivil toplum” kuruluşlarının ağırlıklı yerlere sahip olması türü somut
olgular, meselenin çözümünü kolaylaştırmıyor. Ne de olsa, “toplumsal
hareket”ler, ilk çıkış nedenlerinden, belirli bir dönemdeki ideolojik
çerçevelerinden ve yine belirli bir dönemdeki yönlendirici unsurlarından
bağımsızlaşma potansiyelini de barındırır. Bu söylenen, bu türden hareketler
sayesinde siyasallaşma sürecine giren tek tek bireyler için çok daha fazla
geçerli. Diğer yandan, sınıfları birbirinden ayıran duvarlar bulunmadığından,
orta sınıf tepkiselliğine yaslanan hareketler, işçi sınıfı ile emekçi kitleleri
de şu ya da bu oranda kapsıyor ve daha büyük oranda etkiliyor.
Dolayısıyla, mesele, orta sınıf
tepkiselliğine yaslanan hareketleri önemseme ya da önemsememe meselesi değil.
Bunlar her durumda önemsenmek zorunda. Dahası, yine bu hareketlerle bir
“etkileşim” mesafesi içinde kalmak gerekiyor.
Ancak bu noktada, hem alternatif
küreselleşmeci hareketin, hem de bu hareketle örtüştüğü oranda savaş karşıtı
hareketin, “kendiliğinden” hareketlerde çok da alışkın olmadığımız ölçüde net
ve keskin bazı ideolojik çizgilere sahip olduğunu saptamamız gerekiyor. Bunlar,
asıl olarak, ideolojik yelpazenin soluna konan sınır çizgileri. Görünürdeki çok
renkliliğin ardında, kızıl renge yönelik büyük bir alerji var.
Kimse, bu alerjinin kaynağında,
solun “sekter” ve “dışlayıcı” yaklaşımlarının da bulunduğunu iddia etmeye
kalkmamalı. Bir başka deyişle, bu alerjinin giderilmesinin yolu, solun daha
dikkatli ve daha “yumuşak” davranmasından geçmiyor. Çünkü burada söz konusu
olan, biçimsel bir sorun değil. Anarşizan eylemlerden bile esirgenmeyen
“hoşgörü ve anlayış”, sıra ABD’nin yanı sıra AB’yi ve yerel sermaye
iktidarlarını da hedef tahtasına yerleştiren bir anti-emperyalist ve
anti-kapitalist çizginin savunulmasına geldiğinde, yerini birdenbire düşmanca yaklaşımlara
bırakabiliyor.
Bu düşmanlığın ardında, orta
sınıfların genlerine işlemiş olan komünizm korkusu bulunmuyor. Eğer
“kendiliğindenlik” boyutu iddia edildiği kadar baskın olsaydı, harekete geçen
kitlelerin sola ve komünistlere yönelik ilgi ve sempatisi çok daha hızlı bir
şekilde artabilirdi. Tam tersine, hareketin sola kaymaması için son derece
sistemli bir faaliyet yürütülüyor.
Alternatif küreselleşmeci
hareketin geniş ve heterojen “önderlik”ini oluşturan unsurların kendilerini
gerçek birer “önder” olarak görmemeleri, hatta çoğunun kendilerini hareketin
dışında hissetmesi, bu söylenenin yapılmasını yalnızca kolaylaştırıyor.
Bir bölümü devletlerden, bir
bölümü Avrupa Birliği’ne ya da Birleşmiş Milletler’e bağlı organlardan, bir
bölümü de sermaye çevrelerinden maddi destek alan “sivil toplum” kuruluşlarının
temsilcileri, sendika yöneticileri, akademisyenler, aydınlar ve “solcu”lar,
hareketin ideolojik çerçevesinin çizilmesinde önemli bir rol oynuyor kuşkusuz.
Ama burada bir tür “serbest piyasa” işleyişi söz konusu.
Tam rekabet piyasası
modellerinin temel bir varsayımına göre, bu tür bir piyasada belirli bir malı
satanların hiçbiri, söz konusu malın fiyatını tek başlarına belirleme gücüne
sahip değildir. Arz ile talep arasındaki dengenin kurulacağı nokta, tek tek
satıcı ve alıcıların iradeleri dışındadır.
“Serbest piyasa” işleyişinin
bulunduğu her yerde, sermayenin çıkarları doğrultusuna çalışan bir “görünmez
el” de vardır. Tekelleşme eğilimi ise, “serbest piyasa” işleyişinin doğal ve
kaçınılmaz bir ürünüdür. Nitekim, alternatif küreselleşmeci hareket de, giderek
daha “kurumsal” bir nitelik kazanırken, barındırdığı radikal unsurları
kenarlara doğru itiyor.
Kısacası, solun alternatif
küreselleşmeci hareketi (ve alternatif küreselleşmecilik belirlenimli savaş
karşıtı hareketi) etkileme olanakları sınırlı, dönüştürmesi ise imkansız. Diğer
yandan, bu hareketin kendi doğal evrimi içinde sola kayması da imkansız.
Buna karşın, dünyanın çok farklı
coğrafyalarında harekete geçen milyonlarca insanı aynı çuvala doldurmak da bir
o kadar imkansız.
Irak başlığı özelinde savaşa
karşı meydanlara çıkan insanların sayısının biraz da emperyalist ülkeler
arasındaki çelişkiler nedeniyle artmış olması, bir gerçeği değiştirmiyor:
İnsanların sokakları yeniden bir mücadele alanı olarak görmeye başlamalarının
ardında, yalnızca kurumsal yönlendirmeler değil, aynı zamanda neo-liberal
ideolojinin zayıflamaya başlamış olması var.
Aslına bakılırsa, dünya
kapitalizminin bugünkü koşullarında, burjuva ideolojisi ile neo-liberal
ideoloji büyük oranda örtüşüyor. Bir başka deyişle, dünya kapitalizminin
bunalımı, “sosyal” iktisat politikalarıyla birlikte “sosyal adaletçi” ideolojik
motifleri de dışlıyor.
Alternatif küreselleşmecilik tam
bu boşluğa oturuyor.
Geniş kitleler için yıkım ve bu
arada orta katmanlar için yoksullaşma anlamına gelen neo-liberal politikalara
yönelik tepkilerin burjuva ideolojisinden kopuşla sonuçlanmasına engel olma
görevi, alternatif küreselleşmeci harekete düşüyor.
Bunun zor bir görev olduğu
kesin.
Hem IMF ve Dünya Bankası gibi
kuruluşları hedef tahtasına yerleştireceksiniz, hem de dış borçların tek
taraflı olarak iptal edilmesi talebini dışlayacaksınız. Hem özelleştirmelerin
“vahşi” sonuçlarına karşı çıkacaksınız, hem de kamucu yaklaşımların güçlenmesini
önleyeceksiniz. Hem savaş karşıtlığı yapacaksınız, hem de savaş karşıtlığının
anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir içerik kazanmasına izin
vermeyeceksiniz. Üstüne üstlük, savaş vakti geldiğinde, savaş karşıtı hareketin
geri çekilmesini sağlayacaksınız.
Tüm bunları başarmanın koşulu
belli: Tüm bu hassas dengelere kurşun sıkabilecek bir sol hareketin
bulunmaması.
Dolayısıyla, solun görevi de
belli...
Emperyalistler
arasındaki çelişkilerden solun payına ne düşer?
Dünya kapitalizmi bir büyüme döneminde
olsaydı, ne az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin
kaynaklarını yağmalama mücadelesi bu denli şiddetlenir, ne de bu ülkelerdeki
yoksullaşma dinamikleri bu denli güçlenirdi. Büyüme dönemlerinde de emperyalist
sömürü vardır; ama bu dönemlerde, büyümenin emperyalist ülkelerle kurulan
ilişkilere borçlu olunduğu, ya da en azından bu ilişkilerin koparılması
durumunda büyümenin de son bulacağı yalanını kabul ettirmek daha kolaydır.
Oysa bugün, yoksullaşma
süreçleri ile ABD’nin temsil ettiği emperyalist saldırganlık arasındaki bağın
gizlenmesi neredeyse olanaksız.
Fransa ve Almanya gibi
emperyalist ülkelerin, ABD’nin tek yanlı politikalarını dengelemeye çalışırken,
ABD karşıtlığının dünyanın her tarafında güç kazanmasından yararlanmaya
çalışması doğal. Ama burada kritik faktör, Fransa ile Almanya’nın politikaları
değil, ABD karşıtlığının güçlenmesidir.
Diğer taraftan, paylaşım
mücadelesinin şiddetlendiği bir dönemde Fransa ile Almanya’nın (bunlara Rusya
ve Çin de eklenebilir) gerçek anlamıyla alternatif bir kutup oluşturma
şanslarının bulunmaması, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist
ülkelerin sermaye iktidarları açısından, yeni bir sorun doğuruyor. ABD’ye
koşulsuz olarak teslim olmaları durumunda, pazarlık güçlerini baştan kaybetmiş
oluyorlar. ABD’nin taleplerine belirli bir dirençle karşılık vermeleri
durumunda ise, hem diğer emperyalist ülkeler tarafından ortada bırakılma ve
direncin ters tepmesi riskleriyle karşı karşıya kalıyorlar, hem de hem uzlaşma
vakti geldiğinde kendi halklarını buna ikna etmeleri zorlaşıyor. Her iki
durumda da, işbirlikçilik, sermaye iktidarları için, bir toplumsal meşruiyet
sorunu yaratıyor.
Meşruiyet sorununun bir
meşruiyet krizine dönüşüp dönüşmeyeceği ise, en azından Türkiye özelinde, aynı
zamanda öznel faktöre, yani solun müdahalelerine bağlıdır. Kesin olan, müdahale
kanallarının açıklığı.
Emperyalist ülkeler arasındaki
çelişkilerin derinleşmesi, hiç kuşku yok ki, devrimci siyaset açısından, tüm
emperyalist ülkelerin tek bir blok olarak hareket etmesine oranla çok daha
elverişli koşullar yaratır.
Ama bu çelişkilerden
yararlanmanın temel bir koşulu var: Emperyalistler arasındaki paylaşım
mücadelesinin devrimci bir siyasete dayanak oluşturamayacağını bilmek!
Aslında bu söylenen yalnızca
devrimci siyaset için geçerli değil...
Emperyalistler arasındaki
paylaşım mücadelesi, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin
sermaye iktidarları açısından, belirli bir pazarlık gücünün ortaya çıkmasını
sağlar. Ama kesin olan bir şey vardır: Bu mücadelede kimin yanında olunur ve
kimin desteği alınırsa alınsın, emperyalist sömürü yoğunlaşacaktır. Ünlü
“denge” politikaları, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü pek fazla
yavaşlatmamıştır.
Kendi aralarında paylaşım
mücadelesine girişen güçlerin, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, devrimci
bir siyaseti desteklemeleri, eşyanın tabiatına aykırıdır. Tek bir ihtimal söz
konusudur: Savaş açmanın maliyetini çok yüksek bulmaları.
Devrimci siyaset açısından,
emperyalistler arasındaki çelişkilerin kendisinden çok, bu çelişkilerin ortaya
çıkmasına neden olan koşullar önemlidir.
Bu noktada, yazının başlığını
oluşturan soruya dönebiliriz.
Bu soruya kesin yanıtların
verilemeyeceği açık olmalı. Olsa olsa, bazı ihtimallerden söz edilebilir.
Farklı ihtimallerden
hangilerinin gerçekleşeceği, aynı zamanda bir mücadele konusudur.
Daha fazla uzatmayalım...
Emperyalist ülkeler arasındaki
paylaşım mücadelelerinin bir dünya savaşına yol açma ihtimali, en azından kısa
ve orta vade için, yok sayılabilir. İçinde bulunduğumuz dönemde, emperyalizmin
“militarist öz”ü, kendisini, emperyalist ülkelerin diğer kapitalist ülkelere
yönelik müdahaleleri ve kapitalist ülkeler arasındaki savaşlar aracılığıyla
dışa vurmaktadır.
Buna karşın, kısa ve orta
vadede, emperyalist-kapitalist sistemden kopuşların yaşanması ihtimali
kesinlikle küçümsenmemelidir.
Yine kısa ve orta vadede,
emperyalist ülkeler açısından, emperyalist-kapitalist sistemden kopan ülkelere
savaş açmanın maliyeti çok yüksek olacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistemden
kopan ülkelerin yarattığı maliyet bizzat emperyalist-kapitalist sistemin
varlığını tehdit edecek büyüklüğe ulaştığında, bir dünya savaşının yaşanması
ihtimali de büyüyebilir.
Ama aynı süreçte,
emperyalist-kapitalist sistemden kopuşların ve bu kopuşlara öncülük eden
devrimci hareketlerin katkılarıyla, emperyalist ülkelerin kendi içlerindeki
sınıfsal çelişki ve mücadelelerin şiddetlenmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Dolayısıyla, bundan sonra
yaşanacak bir dünya savaşının, emperyalist ülkelerde, emperyalist-kapitalist
sistemin son bulmasına yol açacak iç savaşlara yol açması ihtimali de
kesinlikle küçümsenmemelidir.
Marksist teori dergisi Gelenek’in
Mart 2003 tarihli 77. sayısında yayımlanan bu yazıda yalnızca biçimsel
düzeltmeler yaptım.
[1] Fransa, İngiltere ve
ABD’nin Sovyetler Birliği’ne saldırması için Almanya’nın silahlanmasına göz
yumması, hatta bunu teşvik etmesi ve Kızılordu’nun Nazi ordularını püskürterek
Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlamasına karşın ABD’nin Avrupa’ya asker çıkarmaması
gibi tarihsel olguları tartışmanın yeri burası değil.
[2] Uluslararası kuruluşların
bu türden hesaplamalarının gerçekleri tam olarak yansıtmadığı yönünde bazı
haklı itirazlar var. Ama buradaki tartışmamız açısından, nüfusu Almanya, Fransa
ve Japonya’nın toplam nüfusundan fazla olan ABD’nin kişi başına ekonomik
büyüklük açısından söz konusu ülkelerden geri olmadığını göstermek bile
yeterli.
[3] Fortune, July 8,
2002.
[4] Burada verilen oranlar da
ABD Dışişleri Bakanlığı kaynaklı. Bu arada, yine aynı kaynağa göre, 1989
sonrasında askeri harcamaları artan az sayıdaki ülkeden biri Türkiye. 1989
yılında GSYİH’sının yüzde 3.1’ini askeri harcamalara ayıran Türkiye, bu payı
1994 yılında yüzde 4’e ve 1999 yılında da yüzde 5.3’e yükseltmiş.
[5] The Economist, February
22nd-28th 2003.
[6] Robert Brenner, “Ekonomik
Patlama ve Balon”, New Left Review – 2000 Türkiye Seçkisi, çev: Özden
Arıkan, Everest Yay., Temmuz 2001.
[7] 2002 yılında ABD’nin dış
ticaret açığı, Almanya, Japonya ve Çin’in toplam dış ticaret fazlaları toplamının
iki katından fazlaydı (The Economist, March 1st-7th 2003).
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder