Türkiye halkının önemli bir bölümü, geçtiğimiz aylar boyunca, eskisi gibi yönetilmek istemediğini açıkça ortaya koydu. Uzun yıllardır insanları haksızlıklara, eşitsizliklere, sömürüye karşı sokaklara çağıran sosyalist örgütler, hiçbir şekilde öngöremedikleri bir halk hareketine tanık oldu. Her bir sosyalist örgüt, bu harekete elinden geldiğince katkı koymaya ve bu hareket sayesinde sesini daha fazla duyurup üye sayısını mümkün olduğunca artırmaya çalıştı elbette. Ama tek tek sosyalist örgütler de, Türkiye solunun bütünü de, en azından bugüne kadar, Taksim Gezi Parkı Direnişiyle başlayıp ülke geneline yayılan hareket üzerinde yönlendirici bir ağırlığa sahip olmayı başaramadı.
Birdenbire ortaya çıkan ve hiç kimsenin beklemediği ölçüde güç kazanan bir kendiliğinden halk hareketini yönlendirmek tabii ki çok zordur. 2013 yılının Mayıs ayına ihmal edilebilir bir siyasal ve toplumsal güçle giren sosyalist solun kısa vadede yapabilecekleri tabii ki çok sınırlıydı.
Ama herhalde, solun Gezi Direnişinden gerçek dersler çıkarıp bu hareketin en azından bazı kalıcı kazanımlara ulaşması için mücadele etmeye başlamasının zamanı, gelmek bir yana, geçmeye başladı.
Ne var ki ve ne yazık ki, bugüne kadar yapılanlar ve söylenenler, çok fazla umut vermiyor.
Sosyalist solda Gezi Direnişiyle ilgili olarak geliştirilen yaklaşımlar şöyle özetlenebilir:
Mücadeleyi daha da yükseltme çağrıları yapmak: “Mücadeleyi yükseltmek”, elbette iyi bir şeydir. Ama nasıl, ve asıl önemlisi nereye doğru, yani hangi somut siyasal hedeflerle? Ne de olsa, insanların her gün ve her yerde eylem yapması, kendi başına bir amaç olamaz. Toplumsal ölçekte yürütülen bir mücadelenin (daha da) yükselebilmesi için, somut ve gerçekçi hedeflerinin olması gerekir. Solun gösterebildiği tek somut hedef, AKP iktidarına son verilmesi. Gezi Direnişine katılanların tek ortak noktası da AKP iktidarından kurtulmak istemeleri. Dolayısıyla, aslına bakılırsa, solun tek başına “AKP’den kurtulma” hedefiyle halkı sokağa çağırmasının anlamı sınırlı. Nitekim, geçtiğimiz aylarda, “hükümet istifa” sloganını atmanın ya da bunun için imza toplamanın kısa vadede pek fazla işe yaramayacağı az çok netlik kazandı. Önümüzde, 2014 yılının Mart ayındaki yerel seçimlerden başlayarak, AKP iktidarının sonunu getirebilecek olan seçimler var. Sol, “mücadele” ile bu seçimlerin bağını nasıl kuruyor? Seçimler tümüyle önemsiz mi? Yoksa, AKP’nin seçimleri zaten kazanacağı ve buna rağmen bir halk ayaklanmasıyla devrilebileceği mi düşünülüyor? AKP’yi devirecek bir halk ayaklanmasının ardından erken seçimlere gidilmesi yerine doğrudan doğruya bir halk iktidarının kurulması mı umuluyor? Yok eğer böyle değilse, önümüzdeki seçimler için ne tür somut hedefler gösteriliyor? Ya sonrası için?
Örgütlenme çağrıları yapmak: Örgütlenmek, tabii ki çok önemlidir! Örgütsüz bir halkın iktidara gelmesi, zor değil, olanaksızdır! Ama bu “kesin bilgi”, bugünün Türkiye’sinde somut olarak ne anlama geliyor? Hangi çatı altında örgütlenilmeli? Eğer temel amaç AKP’den kurtulmaksa, en mantıklısı CHP’de örgütlenmek değil mi? İnsanlar neden CHP yerine Halkevleri’nde, ÖDP’de, TKP’de, EMEP’te, ESP’de, EHP’de, SDP’de, SYKP’de ya da başka bir sosyalist örgütte örgütlensin? {Çok sayıda kişinin yanlış anlamış olması nedeniyle bir not: Yazının bu kısmında, CHP’de örgütlenilmesi gerektiğini savunmuyorum!} Her şeyden önemlisi, “örgütlü” olarak ne yapılacak? Sosyalist örgütlerin örgütlenme çağrıları, büyük ölçüde, şu vaade dayanıyor: “Bize gelin, sayımız yeterince artarsa gücümüz de artar, gücümüz ne kadar artarsa o kadar başarılı oluruz.” Peki ama, bu örgütlülük, hangi somut ve gerçekçi siyasal hedeflere ulaşılmasını olası kılacak? Milyonlarca insanın harekete geçtiği bir dönemde, her bir sosyalist örgüt kendi üye sayısını belirli ölçülerde artırabiliyor ve bu da başlı başına bir kazanım elbette. Ama Türkiye’deki sosyalist örgütler, geçtiğimiz otuz yıllık dönemde, örgütledikleri insanlardan kat kat fazlasını kaybetmiş durumda. Bu yeni dönemde kazanılan üyeler için durumun farklı olmasını sağlayacak olan ne?
Tek yol devrim/sosyalizm propagandası yapmak: İşçi sınıfı (ya da halk) iktidara gelmeden, kapitalizmden kurtulmadan, ülkemizin temel dertlerinden kurtulamayacağımız da “kesin bilgi”! Peki ama, devrim/sosyalizm hedefine nasıl ulaşılacak? Sosyalist örgütlerin bugünkü cevabı şöyle özetlenebilir: Mücadele ederek ve örgütlenerek...
Kısacası, sosyalist sol, geçtiğimiz otuz yıl boyunca olduğu gibi bugün de, mücadele, örgütlenme, devrim ve sosyalizm propagandası yapmaya devam ediyor. Dahası, Gezi Direnişi sayesinde biraz daha fazla insana ulaşılmış olması, geçtiğimiz otuz yıl boyunca sol siyasetin toplumsal gücünü çok fazla artırmamış olan bir mücadele tarzının doğruluğunun kanıtı olarak sunulabiliyor.
Sosyalist solun mevcut siyaset tarzını aynen koruması durumunda neler olabilir?
Eskisi gibi yönetilmek istemeyenler, Mart 2014 yerel seçimlerinde oylarını (yine) büyük ölçüde CHP’de toplar. AKP’nin oy oranı şu ya da bu ölçüde geriler ve bu parti şu anda elinde bulunan bazı önemli belediyeleri kaybedebilir. AKP’nin gerileme sürecine girdiğinin netlik kazanması durumunda, bir sonraki genel seçimde AKP’nin yenilgiye uğratılması olasılığı artar. AKP karşıtı eylemler, en iyi olasılıkla, dalgalı bir seyir izlemekle birlikte, genel seçimlere kadar devam eder. Genel seçimlerde, eğer o zamana kadar AKP’yi de bölebilecek kadar güçlü bir sağ alternatif yaratılamazsa, oylar yine CHP’de toplanır. Ve en iyi olasılıkla AKP iktidarı son bulur, daha az iyi olasılıkla daha da zayıflar ve AKP karşıtı mücadele devam eder. Ama er ya da geç, ya yeni bir sağ parti, ya CHP ya da AKP karşıtı partilerin bir koalisyonu iktidara gelir. AKP iktidarı son bulduğunda, AKP karşıtı muhalefet de doğal olarak son bulur. Sosyalist örgütler, bu kez, yeni iktidara karşı mücadele etmeye başlar. Ne var ki, bu mücadelenin toplumsal bir ölçeğe ulaşması için zamana ihtiyaç duyulur. Araya girecek olan iktisadi ve siyasal bunalımlar süreçleri hızlandırabilir, erken seçimlere gidilebilir, istikrarsız hükümetler kurulabilir vs. vs. Ama bunlar, kendi başlarına, devrimi/sosyalizmi yakınlaştırmak yerine, güncel sorunların yakıcılığını artırır. Dahası, bir vadede bir kez daha AKP benzeri faşizan bir partinin iktidara gelmesi de her zaman olasılıklar arasında kalır. Eğer bu olasılık gerçekleşirse, faşizan parti iktidarını yeterince sağlamlaştırıp saldırganlaştığında, yeni bir toplumsal hareket çıkabilir ortaya...
Bir başka deyişle, eğer sosyalist sol gerçek bir siyasal seçenek yaratamazsa, geçtiğimiz otuz yıl boyunca yaşananlar, önümüzdeki otuz yıl boyunca da yaşanabilir! Gezi Direnişi ise, tarihimizin şanlı, ama AKP’nin gidişini hızlandırmak dışında pek fazla somut sonuç üretememiş bir kalkışması olarak, sosyalist örgütler tarafından yıldönümü etkinlikleriyle anılır...
Peki öyleyse ne yapılmalı?
Gezi Direnişinden çıkarılması gereken dersler ışığında, “siyaset” yapılmalı!
“Siyaset”, her şeyden önce, devlet yönetiminde (merkezi ve yerel yönetim organlarının karar alma süreçlerinde) söz sahibi olma ve ağırlık kazanma mücadelesidir. Siyasal partiler, her şeyden önce bu amaçla kurulur (ya da kurulmalıdır).
Devlet yönetiminde (en azından geçici olarak) söz sahibi olmanın çok farklı yolları vardır elbette. Gezi Direnişi örneğinin bir kez daha kanıtladığı üzere, halk hareketleri de devlet yönetiminde söz sahibi olabilir. Ama burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde, halk hareketleri, bıçağın kemiğe dayandığı anlarda açığa çıkar ve er ya da geç sönümlenir. Bu hareketlerin az çok kalıcı kazanımlara ulaşması, ancak, devlet yönetiminde az çok kalıcı bazı değişmelerin yaşanması durumunda mümkün olabilir. Örneğin, Venezüella’da Chavez’in iktidara gelmesi ve ABD’nin desteklediği darbe girişiminin ardından halkın mücadelesiyle iktidarını yeniden kazanması sonrasında, bu ülkede bu türden değişimler yaşanmıştı. Daha genel olarak bakıldığında, burjuva demokrasilerine özgü toplumsal hakların büyük çoğunluğu, halkların mücadelelerinin ürünü olmuştu.
Dolayısıyla, Gezi Direnişinden hareketle, bugünün temel görevi şöyle tarif edilebilir: Harekete geçen halkın devlet yönetiminde daha fazla söz ve giderek ağırlık sahibi olabilmesi için mücadele etmek.
Kendi içinden liderler çıkar(a)mayan, bir parti (örneğin Çapulcu Partisi) yaratması mümkün görünmeyen, dahası mevcut siyasetçilerin neredeyse tümüne güvensizlikle bakan bir hareketin devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olması nasıl sağlanabilir?
Her şeyden önce, siyasetçilere yönelik güvensizliğin nedenlerini doğru saptayarak.
Bugün, sosyalist örgütler de dahil olmak üzere siyasal partilere güvenilmemesinin temel nedenlerinden biri, siyasal faaliyetlerin açıklıktan ve dürüstlükten yoksunluğu.
Düzen partileri söz konusu olduğunda ek bir açıklamaya ihtiyaç olmasa gerek. Ya sosyalist örgütlerin açıklık ve dürüstlük sorunu?
Örneğin, sosyalist örgütlerin hiçbiri, gelir ve giderlerini ayrıntılı bir şekilde halka açıklamıyor. Örgüt yöneticilerinden hangilerinin profesyonel olarak çalıştığı ve her birinin örgütlerinden ne kadar para aldığı bilinmiyor. Üye sayıları ya hiç söylenmiyor ya da şişirilmiş sayılar veriliyor. İstifa eden ve ihraç edilen üyelerin sayıları paylaşılmıyor. Üstelik, halka açık olması gereken bu tür bilgiler, çoğu örnekte, örgüt üyelerinden ve ara kademe yöneticilerinden de saklanıyor. Miting, yürüyüş vb. eylemlere katılan örgüt üyeleri hakkında neredeyse her zaman abartılı sayılar veriliyor. Diğer yandan, örgütlerinin desteğiyle sendikalarda, meslek örgütlerinde, derneklerde vb. yöneticilik görevlerine gelen, belediye başkanı ya da milletvekili olan sosyalist örgüt üyeleri de, genel bir kural olarak, bu görevleri sayesinde elde ettikleri gelirler hakkında halka herhangi bir hesap verme gereğini duymuyor.
Bu tür örneklerin pek çoğu için, “sosyalist örgütlerin burjuva yasallığına sığamayacağı/sığdırılamayacağı” bahanesi ileri sürülebilir. Ama üzerlerine biraz düşünülürse kolaylıkla keşfedilebileceği üzere, gerçekleri açıklamanın uygun yollarını bulmak hiç de o kadar zor değil. Sorun, bunun tercih edilmemesi.
Oysa halkçı bir siyaset tarzının güç kazanmasını sağlamanın yolu, tam da açıklıktan ve dürüstlükten geçiyor. Bir sosyalist örgüt üyesi, akrabaları ya da arkadaşları “o örgütte sizin sırtınızdan gününü gün eden yöneticiler vardır” dediğinde, “yok canım, bizim örgütte öyle şeyler olmaz, niye olsun ki?” diye cevap verdiğinde mi daha ikna edici olur, yoksa örgütünün halka açıkladığı verileri sunduğunda mı? Asıl önemlisi, aynı üyenin, örgütü içinde bu tür soruları sorma cesaretini bulamaması ya da sorup da cevap alamadığında boynunu büküp oturması, ortada bir sorunun bulunmadığının kanıtı sayılabilir mi?
Kuşkusuz, sosyalist örgütlerin kendileriyle ilgili açıklık ve dürüstlükleri, tek başına, halkı ikna etmeye yetmez. Merkezi ve yerel devlet organlarındaki yöneticilik görevleri için aday olanların ve bu görevlere seçilenlerin sergileyeceği açıklık ve dürüstlük daha da önemlidir. Halkçı bir siyaset tarzının gerçekten mümkün olduğunu ancak gerçek halk önderleri kanıtlayabilir.
Ve kuşkusuz, halkçı bir siyaset tarzı, açıklık ve dürüstlüğün ötesinde, halkı karar alma süreçlerine katma çabasını gerektirir.
Örneğin, önümüzdeki yerel seçimlerde sol örgütler ne yapacak? Ülke sorunları hakkındaki görüşlerini anlatıp tümüyle kendilerine ait olan birtakım projeler ve/veya vaatler için oy mu isteyecekler, yoksa aday çıkarmayı düşündükleri yerelliklerde birer seçim programı oluşturmak için halka mı başvuracaklar? Halkçı bir yerel seçim programının güç kazanmasını mı daha fazla önemseyecekler, yoksa kendi adaylarını çıkarmayı mı? Halkçı yönetim tarzı için örnek oluşturabilecek belediye başkanlıkları kazanmayı gerçekten hedefleyecekler mi, bunun için belirli yerelliklere yoğunlaşacaklar mı, yoksa yaygın ama sonuçsuz kalacağı daha baştan belli olan çalışmalar mı yürütecekler?
Biraz daha somutlamak gerekirse, şu tür bir çalışma programından söz ediyorum:
Her bir yerelliğin somut çalışma programı, ancak o yerelliğin koşullarına göre oluşturulabilir elbette.
Aslına bakılırsa, Mart ayındaki yerel seçimlere dönük hazırlık çalışmaları için şimdiden geç kalınmış durumda. Özellikle belediye başkanlıklarının kazanılabileceği konusunda halkı ikna edebilmek için çok daha uzun süreli çalışmalara ihtiyaç var. Birkaç aylık bir çalışmayla, halkı, düzen partilerinin adaylarına üstünlük kurulabileceğine inandırmak hiç kolay değil.
Ama yine görece geç kalınmış olsa bile, bugünden başlayarak yapılabilecek olan başka bir şey var: Belediye meclisleri ile il genel meclislerinin üyelikleri için gerçek çalışmalar yürütmek.
Belediye başkanlıkları konusunda iddialı olunamayan pek çok yerde, en azından belediye meclislerinde halkçı üyelerin ağırlık sahibi olması hedeflenebilir. Böylece, belediye başkanlarını halkçı uygulamalara zorlamak ve halkın çıkarlarına aykırı kararları geri aldırmak konusunda daha fazla olanağa sahip olunur. Belediye meclislerinin (ve dolayısıyla meclis üyelerinin) yetkilerinin sınırlı olması, bunların hiçbir önem taşımadığı ya da taşıyamayacağı anlamına gelmiyor. Bu meclislerde halkın hiçbir temsilcisi yokken bile belediye başkanları üzerinde baskı kurabilen bir halk, kendi temsilcileriyle birlikte hareket ettiğinde, yerel yönetimlerde çok daha fazla söz sahibi olabilir. Halkçı meclis üyeleri de, yerel yönetimlerle ilgili sorunları halkla paylaşmak ve halkı harekete geçirmek konusunda, herhangi bir yönetsel görevi bulunmayan kişilere göre çok daha fazla olanağa sahip olur. Ve hepsinden önemlisi, siyasal mücadelede, hangi kurumların ne tür işlevler üstlenebilecekleri, tek başına o kurumların biçimsel yetkilerine değil, onları kullananların kararlılıklarına ve becerilerine de bağlıdır.
Düzen partilerinde, belediye meclisi üyelikleri, bu partilerin içinde yükselmek ve belediye başkanlığı ya da milletvekili adaylığının yolunu açmak için kullanılıyor. Bu arada, bu partilerin üyeleri, sınırlı ölçülerde de olsa yönetsel deneyim kazanıyor. Sol örgütlerin üyeleri için bu tür bir deneyim çok daha anlamlı kazanımlar sağlayabilir. Ne de olsa, halkçı belediye meclisi üyelerine düşen görev, talimatlar doğrultusunda oy kullanmak değil, yerel yönetimlerle ilgili gelişmeleri düzenli olarak halkla paylaşmak ve gerektiğinde halkı mücadeleye çağırmak olacaktır. Bir belediyenin meclis üyelikleri sayesinde halkla düzenli olarak ilişki kuranların, bir sonraki yerel seçimlerde (çalışmalarını aylar ve hatta yıllar öncesinden başlatarak) bu kez belediye başkanlığını hedeflemeleri daha kolay olmaz mı?
Gezi Direnişinin ortaya çıkardığı bir örgütsel biçim olan forumlardan, yerel seçimlere hazırlık için de yararlanılabilir. Bu biçimin sağladığı en önemli olanaklardan biri, somut hedeflerin netleşmesi ölçüsünde, çok sayıda insanın somut (ve yaratıcı) katkılarının alınabilmesi. Diğer yandan, bunun başarılmasının ön koşullarından biri de, yine açıklık ve dürüstlük.
Sosyalizmin en azından Marksist yorumu, “her şeyin en iyisini bildiğini iddia eden öncüler”in varlığına dayanmaz. Hele “her şeyin en iyisini bilip de halkla sadece gerektiği kadarını paylaşan öncüler”in varlığı, halkın çıkarlarını temel alan bir sosyalizmle hiçbir şekilde bağdaşamaz. Sosyalizm mücadelesi, tüm ayrıntılarıyla tasarlanmış bir toplum düzenini hayata geçirmeyi değil, halkın kendi kaderini kendi ellerine almasını hedefler. Bunun için öncülüğe de ihtiyaç vardır, halk önderlerinin varlığına da. Ama yalnızca, halkın önünü açabilmek için!
Gezi Direnişiyle başlayan halk hareketinin tam olarak ne tür bir evrim geçireceğini bugünden öngörmek mümkün olmayabilir. Ama kesin olan bir şey, halkın siyasal enerjisinin ve yaratıcılığının, ancak halkçı bir yönetim tarzının geliştirilmesi yoluyla korunabileceği. Kesin olan bir başka şey, bunun başarılamaması durumunda, halk hareketinin eninde sonunda yenilgiye uğrayacağı.
Halk, şu aşamada, kendisinden beklenenden çok daha fazlasını yapmış durumda.
Sıra, sosyalist solda.
Gerçek bir şeyler yapmaya en azından bir ucundan başlayacak mıyız, yoksa yalnız ve güzel kum havuzlarımızda oynamaya devam mı edeceğiz?
Sosyalist solda Gezi Direnişiyle ilgili olarak geliştirilen yaklaşımlar şöyle özetlenebilir:
Mücadeleyi daha da yükseltme çağrıları yapmak: “Mücadeleyi yükseltmek”, elbette iyi bir şeydir. Ama nasıl, ve asıl önemlisi nereye doğru, yani hangi somut siyasal hedeflerle? Ne de olsa, insanların her gün ve her yerde eylem yapması, kendi başına bir amaç olamaz. Toplumsal ölçekte yürütülen bir mücadelenin (daha da) yükselebilmesi için, somut ve gerçekçi hedeflerinin olması gerekir. Solun gösterebildiği tek somut hedef, AKP iktidarına son verilmesi. Gezi Direnişine katılanların tek ortak noktası da AKP iktidarından kurtulmak istemeleri. Dolayısıyla, aslına bakılırsa, solun tek başına “AKP’den kurtulma” hedefiyle halkı sokağa çağırmasının anlamı sınırlı. Nitekim, geçtiğimiz aylarda, “hükümet istifa” sloganını atmanın ya da bunun için imza toplamanın kısa vadede pek fazla işe yaramayacağı az çok netlik kazandı. Önümüzde, 2014 yılının Mart ayındaki yerel seçimlerden başlayarak, AKP iktidarının sonunu getirebilecek olan seçimler var. Sol, “mücadele” ile bu seçimlerin bağını nasıl kuruyor? Seçimler tümüyle önemsiz mi? Yoksa, AKP’nin seçimleri zaten kazanacağı ve buna rağmen bir halk ayaklanmasıyla devrilebileceği mi düşünülüyor? AKP’yi devirecek bir halk ayaklanmasının ardından erken seçimlere gidilmesi yerine doğrudan doğruya bir halk iktidarının kurulması mı umuluyor? Yok eğer böyle değilse, önümüzdeki seçimler için ne tür somut hedefler gösteriliyor? Ya sonrası için?
Örgütlenme çağrıları yapmak: Örgütlenmek, tabii ki çok önemlidir! Örgütsüz bir halkın iktidara gelmesi, zor değil, olanaksızdır! Ama bu “kesin bilgi”, bugünün Türkiye’sinde somut olarak ne anlama geliyor? Hangi çatı altında örgütlenilmeli? Eğer temel amaç AKP’den kurtulmaksa, en mantıklısı CHP’de örgütlenmek değil mi? İnsanlar neden CHP yerine Halkevleri’nde, ÖDP’de, TKP’de, EMEP’te, ESP’de, EHP’de, SDP’de, SYKP’de ya da başka bir sosyalist örgütte örgütlensin? {Çok sayıda kişinin yanlış anlamış olması nedeniyle bir not: Yazının bu kısmında, CHP’de örgütlenilmesi gerektiğini savunmuyorum!} Her şeyden önemlisi, “örgütlü” olarak ne yapılacak? Sosyalist örgütlerin örgütlenme çağrıları, büyük ölçüde, şu vaade dayanıyor: “Bize gelin, sayımız yeterince artarsa gücümüz de artar, gücümüz ne kadar artarsa o kadar başarılı oluruz.” Peki ama, bu örgütlülük, hangi somut ve gerçekçi siyasal hedeflere ulaşılmasını olası kılacak? Milyonlarca insanın harekete geçtiği bir dönemde, her bir sosyalist örgüt kendi üye sayısını belirli ölçülerde artırabiliyor ve bu da başlı başına bir kazanım elbette. Ama Türkiye’deki sosyalist örgütler, geçtiğimiz otuz yıllık dönemde, örgütledikleri insanlardan kat kat fazlasını kaybetmiş durumda. Bu yeni dönemde kazanılan üyeler için durumun farklı olmasını sağlayacak olan ne?
Tek yol devrim/sosyalizm propagandası yapmak: İşçi sınıfı (ya da halk) iktidara gelmeden, kapitalizmden kurtulmadan, ülkemizin temel dertlerinden kurtulamayacağımız da “kesin bilgi”! Peki ama, devrim/sosyalizm hedefine nasıl ulaşılacak? Sosyalist örgütlerin bugünkü cevabı şöyle özetlenebilir: Mücadele ederek ve örgütlenerek...
Kısacası, sosyalist sol, geçtiğimiz otuz yıl boyunca olduğu gibi bugün de, mücadele, örgütlenme, devrim ve sosyalizm propagandası yapmaya devam ediyor. Dahası, Gezi Direnişi sayesinde biraz daha fazla insana ulaşılmış olması, geçtiğimiz otuz yıl boyunca sol siyasetin toplumsal gücünü çok fazla artırmamış olan bir mücadele tarzının doğruluğunun kanıtı olarak sunulabiliyor.
Sosyalist solun mevcut siyaset tarzını aynen koruması durumunda neler olabilir?
Eskisi gibi yönetilmek istemeyenler, Mart 2014 yerel seçimlerinde oylarını (yine) büyük ölçüde CHP’de toplar. AKP’nin oy oranı şu ya da bu ölçüde geriler ve bu parti şu anda elinde bulunan bazı önemli belediyeleri kaybedebilir. AKP’nin gerileme sürecine girdiğinin netlik kazanması durumunda, bir sonraki genel seçimde AKP’nin yenilgiye uğratılması olasılığı artar. AKP karşıtı eylemler, en iyi olasılıkla, dalgalı bir seyir izlemekle birlikte, genel seçimlere kadar devam eder. Genel seçimlerde, eğer o zamana kadar AKP’yi de bölebilecek kadar güçlü bir sağ alternatif yaratılamazsa, oylar yine CHP’de toplanır. Ve en iyi olasılıkla AKP iktidarı son bulur, daha az iyi olasılıkla daha da zayıflar ve AKP karşıtı mücadele devam eder. Ama er ya da geç, ya yeni bir sağ parti, ya CHP ya da AKP karşıtı partilerin bir koalisyonu iktidara gelir. AKP iktidarı son bulduğunda, AKP karşıtı muhalefet de doğal olarak son bulur. Sosyalist örgütler, bu kez, yeni iktidara karşı mücadele etmeye başlar. Ne var ki, bu mücadelenin toplumsal bir ölçeğe ulaşması için zamana ihtiyaç duyulur. Araya girecek olan iktisadi ve siyasal bunalımlar süreçleri hızlandırabilir, erken seçimlere gidilebilir, istikrarsız hükümetler kurulabilir vs. vs. Ama bunlar, kendi başlarına, devrimi/sosyalizmi yakınlaştırmak yerine, güncel sorunların yakıcılığını artırır. Dahası, bir vadede bir kez daha AKP benzeri faşizan bir partinin iktidara gelmesi de her zaman olasılıklar arasında kalır. Eğer bu olasılık gerçekleşirse, faşizan parti iktidarını yeterince sağlamlaştırıp saldırganlaştığında, yeni bir toplumsal hareket çıkabilir ortaya...
Bir başka deyişle, eğer sosyalist sol gerçek bir siyasal seçenek yaratamazsa, geçtiğimiz otuz yıl boyunca yaşananlar, önümüzdeki otuz yıl boyunca da yaşanabilir! Gezi Direnişi ise, tarihimizin şanlı, ama AKP’nin gidişini hızlandırmak dışında pek fazla somut sonuç üretememiş bir kalkışması olarak, sosyalist örgütler tarafından yıldönümü etkinlikleriyle anılır...
Peki öyleyse ne yapılmalı?
Gezi Direnişinden çıkarılması gereken dersler ışığında, “siyaset” yapılmalı!
“Siyaset”, her şeyden önce, devlet yönetiminde (merkezi ve yerel yönetim organlarının karar alma süreçlerinde) söz sahibi olma ve ağırlık kazanma mücadelesidir. Siyasal partiler, her şeyden önce bu amaçla kurulur (ya da kurulmalıdır).
Devlet yönetiminde (en azından geçici olarak) söz sahibi olmanın çok farklı yolları vardır elbette. Gezi Direnişi örneğinin bir kez daha kanıtladığı üzere, halk hareketleri de devlet yönetiminde söz sahibi olabilir. Ama burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde, halk hareketleri, bıçağın kemiğe dayandığı anlarda açığa çıkar ve er ya da geç sönümlenir. Bu hareketlerin az çok kalıcı kazanımlara ulaşması, ancak, devlet yönetiminde az çok kalıcı bazı değişmelerin yaşanması durumunda mümkün olabilir. Örneğin, Venezüella’da Chavez’in iktidara gelmesi ve ABD’nin desteklediği darbe girişiminin ardından halkın mücadelesiyle iktidarını yeniden kazanması sonrasında, bu ülkede bu türden değişimler yaşanmıştı. Daha genel olarak bakıldığında, burjuva demokrasilerine özgü toplumsal hakların büyük çoğunluğu, halkların mücadelelerinin ürünü olmuştu.
Dolayısıyla, Gezi Direnişinden hareketle, bugünün temel görevi şöyle tarif edilebilir: Harekete geçen halkın devlet yönetiminde daha fazla söz ve giderek ağırlık sahibi olabilmesi için mücadele etmek.
Kendi içinden liderler çıkar(a)mayan, bir parti (örneğin Çapulcu Partisi) yaratması mümkün görünmeyen, dahası mevcut siyasetçilerin neredeyse tümüne güvensizlikle bakan bir hareketin devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olması nasıl sağlanabilir?
Her şeyden önce, siyasetçilere yönelik güvensizliğin nedenlerini doğru saptayarak.
Bugün, sosyalist örgütler de dahil olmak üzere siyasal partilere güvenilmemesinin temel nedenlerinden biri, siyasal faaliyetlerin açıklıktan ve dürüstlükten yoksunluğu.
Düzen partileri söz konusu olduğunda ek bir açıklamaya ihtiyaç olmasa gerek. Ya sosyalist örgütlerin açıklık ve dürüstlük sorunu?
Örneğin, sosyalist örgütlerin hiçbiri, gelir ve giderlerini ayrıntılı bir şekilde halka açıklamıyor. Örgüt yöneticilerinden hangilerinin profesyonel olarak çalıştığı ve her birinin örgütlerinden ne kadar para aldığı bilinmiyor. Üye sayıları ya hiç söylenmiyor ya da şişirilmiş sayılar veriliyor. İstifa eden ve ihraç edilen üyelerin sayıları paylaşılmıyor. Üstelik, halka açık olması gereken bu tür bilgiler, çoğu örnekte, örgüt üyelerinden ve ara kademe yöneticilerinden de saklanıyor. Miting, yürüyüş vb. eylemlere katılan örgüt üyeleri hakkında neredeyse her zaman abartılı sayılar veriliyor. Diğer yandan, örgütlerinin desteğiyle sendikalarda, meslek örgütlerinde, derneklerde vb. yöneticilik görevlerine gelen, belediye başkanı ya da milletvekili olan sosyalist örgüt üyeleri de, genel bir kural olarak, bu görevleri sayesinde elde ettikleri gelirler hakkında halka herhangi bir hesap verme gereğini duymuyor.
Bu tür örneklerin pek çoğu için, “sosyalist örgütlerin burjuva yasallığına sığamayacağı/sığdırılamayacağı” bahanesi ileri sürülebilir. Ama üzerlerine biraz düşünülürse kolaylıkla keşfedilebileceği üzere, gerçekleri açıklamanın uygun yollarını bulmak hiç de o kadar zor değil. Sorun, bunun tercih edilmemesi.
Oysa halkçı bir siyaset tarzının güç kazanmasını sağlamanın yolu, tam da açıklıktan ve dürüstlükten geçiyor. Bir sosyalist örgüt üyesi, akrabaları ya da arkadaşları “o örgütte sizin sırtınızdan gününü gün eden yöneticiler vardır” dediğinde, “yok canım, bizim örgütte öyle şeyler olmaz, niye olsun ki?” diye cevap verdiğinde mi daha ikna edici olur, yoksa örgütünün halka açıkladığı verileri sunduğunda mı? Asıl önemlisi, aynı üyenin, örgütü içinde bu tür soruları sorma cesaretini bulamaması ya da sorup da cevap alamadığında boynunu büküp oturması, ortada bir sorunun bulunmadığının kanıtı sayılabilir mi?
Kuşkusuz, sosyalist örgütlerin kendileriyle ilgili açıklık ve dürüstlükleri, tek başına, halkı ikna etmeye yetmez. Merkezi ve yerel devlet organlarındaki yöneticilik görevleri için aday olanların ve bu görevlere seçilenlerin sergileyeceği açıklık ve dürüstlük daha da önemlidir. Halkçı bir siyaset tarzının gerçekten mümkün olduğunu ancak gerçek halk önderleri kanıtlayabilir.
Ve kuşkusuz, halkçı bir siyaset tarzı, açıklık ve dürüstlüğün ötesinde, halkı karar alma süreçlerine katma çabasını gerektirir.
Örneğin, önümüzdeki yerel seçimlerde sol örgütler ne yapacak? Ülke sorunları hakkındaki görüşlerini anlatıp tümüyle kendilerine ait olan birtakım projeler ve/veya vaatler için oy mu isteyecekler, yoksa aday çıkarmayı düşündükleri yerelliklerde birer seçim programı oluşturmak için halka mı başvuracaklar? Halkçı bir yerel seçim programının güç kazanmasını mı daha fazla önemseyecekler, yoksa kendi adaylarını çıkarmayı mı? Halkçı yönetim tarzı için örnek oluşturabilecek belediye başkanlıkları kazanmayı gerçekten hedefleyecekler mi, bunun için belirli yerelliklere yoğunlaşacaklar mı, yoksa yaygın ama sonuçsuz kalacağı daha baştan belli olan çalışmalar mı yürütecekler?
Biraz daha somutlamak gerekirse, şu tür bir çalışma programından söz ediyorum:
- Halkın temel sorunlarının ve taleplerinin mümkün olan en fazla sayıda insanın görüşü alınarak saptanması.
- Bu temel sorun ve taleplerden hareketle, bir seçim programı taslağının hazırlanması.
- Seçim programı taslağının olabildiğince çok sayıda insanla paylaşılması, görüşlerinin alınması.
- Taslak metni onaylayan kişilerle, bu metnin son haline getirilmesi ve asıl önemlisi seçim çalışmalarının koordinasyonu için ortak çalışmaların başlatılması ve mümkün olan en geniş halk meclislerinin, forumların, yerel komitelerin, koordinasyon kurullarının vs. (bundan sonra “halk meclisleri”) kurulması.
- Halk meclisleri tarafından, seçim programını benimseyen aday adayları arasından, (mümkünse uzlaşma, mümkün olmuyorsa oylama yoluyla) adayların seçilmesi.
- Halk meclisleri tarafından, adayların bir parti listesinden mi yoksa bağımsız olarak mı aday olacaklarına (mümkünse uzlaşma, mümkün olmuyorsa oylama yoluyla) karar verilmesi.
- Programda ya da adaylarda herhangi bir değişiklik yapma ihtiyacı ortaya çıktığında, yine mümkün olan en fazla sayıda insanın görüşüne başvurulması ve kararların yine halk meclisleri tarafından alınması.
- Seçim günü halkın oylarını korumak için çalışmaların yürütülmesi.
- Seçim sonrasında (seçimlerin kazanıldığı yerlerde de kaybedildiği yerlerde de) halk meclislerinin çalışmalarını sürdürmesi için çaba harcanması.
Her bir yerelliğin somut çalışma programı, ancak o yerelliğin koşullarına göre oluşturulabilir elbette.
Aslına bakılırsa, Mart ayındaki yerel seçimlere dönük hazırlık çalışmaları için şimdiden geç kalınmış durumda. Özellikle belediye başkanlıklarının kazanılabileceği konusunda halkı ikna edebilmek için çok daha uzun süreli çalışmalara ihtiyaç var. Birkaç aylık bir çalışmayla, halkı, düzen partilerinin adaylarına üstünlük kurulabileceğine inandırmak hiç kolay değil.
Ama yine görece geç kalınmış olsa bile, bugünden başlayarak yapılabilecek olan başka bir şey var: Belediye meclisleri ile il genel meclislerinin üyelikleri için gerçek çalışmalar yürütmek.
Belediye başkanlıkları konusunda iddialı olunamayan pek çok yerde, en azından belediye meclislerinde halkçı üyelerin ağırlık sahibi olması hedeflenebilir. Böylece, belediye başkanlarını halkçı uygulamalara zorlamak ve halkın çıkarlarına aykırı kararları geri aldırmak konusunda daha fazla olanağa sahip olunur. Belediye meclislerinin (ve dolayısıyla meclis üyelerinin) yetkilerinin sınırlı olması, bunların hiçbir önem taşımadığı ya da taşıyamayacağı anlamına gelmiyor. Bu meclislerde halkın hiçbir temsilcisi yokken bile belediye başkanları üzerinde baskı kurabilen bir halk, kendi temsilcileriyle birlikte hareket ettiğinde, yerel yönetimlerde çok daha fazla söz sahibi olabilir. Halkçı meclis üyeleri de, yerel yönetimlerle ilgili sorunları halkla paylaşmak ve halkı harekete geçirmek konusunda, herhangi bir yönetsel görevi bulunmayan kişilere göre çok daha fazla olanağa sahip olur. Ve hepsinden önemlisi, siyasal mücadelede, hangi kurumların ne tür işlevler üstlenebilecekleri, tek başına o kurumların biçimsel yetkilerine değil, onları kullananların kararlılıklarına ve becerilerine de bağlıdır.
Düzen partilerinde, belediye meclisi üyelikleri, bu partilerin içinde yükselmek ve belediye başkanlığı ya da milletvekili adaylığının yolunu açmak için kullanılıyor. Bu arada, bu partilerin üyeleri, sınırlı ölçülerde de olsa yönetsel deneyim kazanıyor. Sol örgütlerin üyeleri için bu tür bir deneyim çok daha anlamlı kazanımlar sağlayabilir. Ne de olsa, halkçı belediye meclisi üyelerine düşen görev, talimatlar doğrultusunda oy kullanmak değil, yerel yönetimlerle ilgili gelişmeleri düzenli olarak halkla paylaşmak ve gerektiğinde halkı mücadeleye çağırmak olacaktır. Bir belediyenin meclis üyelikleri sayesinde halkla düzenli olarak ilişki kuranların, bir sonraki yerel seçimlerde (çalışmalarını aylar ve hatta yıllar öncesinden başlatarak) bu kez belediye başkanlığını hedeflemeleri daha kolay olmaz mı?
Gezi Direnişinin ortaya çıkardığı bir örgütsel biçim olan forumlardan, yerel seçimlere hazırlık için de yararlanılabilir. Bu biçimin sağladığı en önemli olanaklardan biri, somut hedeflerin netleşmesi ölçüsünde, çok sayıda insanın somut (ve yaratıcı) katkılarının alınabilmesi. Diğer yandan, bunun başarılmasının ön koşullarından biri de, yine açıklık ve dürüstlük.
Sosyalizmin en azından Marksist yorumu, “her şeyin en iyisini bildiğini iddia eden öncüler”in varlığına dayanmaz. Hele “her şeyin en iyisini bilip de halkla sadece gerektiği kadarını paylaşan öncüler”in varlığı, halkın çıkarlarını temel alan bir sosyalizmle hiçbir şekilde bağdaşamaz. Sosyalizm mücadelesi, tüm ayrıntılarıyla tasarlanmış bir toplum düzenini hayata geçirmeyi değil, halkın kendi kaderini kendi ellerine almasını hedefler. Bunun için öncülüğe de ihtiyaç vardır, halk önderlerinin varlığına da. Ama yalnızca, halkın önünü açabilmek için!
Gezi Direnişiyle başlayan halk hareketinin tam olarak ne tür bir evrim geçireceğini bugünden öngörmek mümkün olmayabilir. Ama kesin olan bir şey, halkın siyasal enerjisinin ve yaratıcılığının, ancak halkçı bir yönetim tarzının geliştirilmesi yoluyla korunabileceği. Kesin olan bir başka şey, bunun başarılamaması durumunda, halk hareketinin eninde sonunda yenilgiye uğrayacağı.
Halk, şu aşamada, kendisinden beklenenden çok daha fazlasını yapmış durumda.
Sıra, sosyalist solda.
Gerçek bir şeyler yapmaya en azından bir ucundan başlayacak mıyız, yoksa yalnız ve güzel kum havuzlarımızda oynamaya devam mı edeceğiz?
Bu yazıyı beğenenelerin 'kuşku duyulacaklar' listesine dahil edileceği disiplinli örgütler, çok sesliliği şiar edindiğini söyleyip ekip liderleri etrafında kümelenmiş, ağzı başka, eli başka işleyen gevşek örgütler, sosyalizme inancını yitirmiş hakikaten fena gevşemiş sol örgütler ortamında bu işleri yapacak iradeyi tanrıya havale edecek de değiliz; e o zaman tek çare drogba... A. Marangoz
YanıtlaSil(...) ''Gerçek bir şeyler yapmaya en azından bir ucundan başlayacak mıyız, yoksa yalnız ve güzel kum havuzlarımızda oynamaya devam mı edeceğiz?''
YanıtlaSilSosyalist solun örgütlenme kanalları açması ve bu kanalların 'kim' tarafından konsolide edilmesine dair 'katı' bir süreçten geçiyoruz. Ama önümüzde tarihsel pratikleri vardır.
Eğer 'katı' bir örgütlenme planı olacaksa 'buharlaşma süreci' kapitalist sisteme içkin bir şekilde hızlanacaktır; ama esnek bir örgütlenme modeli ile ve halkın öğrenme-gelişme açısından olanakları yaratılacaksa işte o zaman üretkenlikte artacaktır, halkta. (M.Yılmaz)
Merhaba,
YanıtlaSilÖrgüt liderlerinin seni dinlediğinin sanmıyorum. Örgüt tabanlarınında tam da bu yüzden yazını bilimsel bir yaklaşımla okuyabileceklerini sanmıyorum. Aslında bu yazıyı senin imzan olmadan biri okusa sana katılır ancak sanırım sen artık önyargıyla yaklaşılan bir insansın.
Bunlar sebebiyle diyorum ki, çapulcuların günlük hayatlarına dair tecrübe ve tavsiyelerini paylaşsan bizimle daha verimli olabilir. Zira biz sosyalistler her yerde biliniriz ama hiç bir zaman insanların günlük hayatlarında bir değişken olamadık (tekil örnekler dışında).
Merhaba...
SilKanımca, tek tek sosyalistler ve çapulcular olarak, tekil örnekler dışında, insanların günlük hayatlarında bir değişken olmamız hiç kolay değil. Dürüstlük ve ilkelilik temelinde, iletişim kurduğumuz tek tek insanların güvenini ve saygısını kazanabiliriz ve kazanmalıyız elbette. Ayrıca, üyesi olduğumuz derneklerde, meslek odalarında, okul kulüplerinde, sendikalarda ve başka örgütlerde sosyalist değerlerin güç kazanması için çaba harcayabiliriz ve harcamalıyız. Diğer yandan, Çamlıhemşin’de özgün bir çalışma yürüterek ve sosyalist kimliğini gizlemeden belediye başkanlığı kazanan İdris Lütfü Melek gibi örnekler de ortaya çıkabiliyor ve bunları çok değerli ve ufuk açıcı buluyorum. Ama toplumsal ölçekteki gerçek bir değişim için örgütlü mücadeleden başka bir yolun bulunmadığını düşünüyorum. Bence, bugün, belki de en temel sorunumuz, “sol iktidara nasıl gelebilir?” sorusunun açıkça tartışılmaması ve bununla da bağlantılı olarak, halkçı bir yönetim tarzının güç kazanmasını sağlayabilecek olan somut hedefler için uzun soluklu mücadelelerin yürütülmemesi. Yine bence, sosyalist solun toplumsal ölçekteki etkisizliği sürdükçe, bu tartışma eninde sonunda yapılacak. Benim amacımsa, solun iktidara nasıl gelebileceğiyle ilgili gerçek bir tartışmanın daha fazla zaman kaybedilmeden başlatılmasına vesile olmaya çalışmak...
Bu arada sosyalist sola yakın CHP'lilere oy atmak konusundaki görüşlerini öğrenebilir miyiz?
YanıtlaSilEğer oy atılırsa bu sosyalist solu nasıl güçlendirir? Ya da nasıl bir zarar verir?
AKP'yi geriletmek adına CHP'ye oy atmanın ne anlamı olabilir?
Son olarak böyle bir durumu geçmişte yapılan sosyal demokrasi hatasıyla karşılaştırabilir miyiz?
Kanımca, eğer ilgili yerelliklerde sosyalist solun seçim kazanma şansı yoksa, Dikili’nin görevden alınmış olan belediye başkanı Osman Özgüven ya da Balçova’nın belediye başkanı Mehmet Ali Çalkaya gibi, halkçı bir belediyecilik anlayışını temsil eden CHP’lilere oy verilmesi doğru olur. Kuşkusuz, belediye başkanlığına seçilmeleri durumunda halkçı uygulamalarını desteklerken aksi yöndeki girişimlerine karşı mücadele etmek üzere... Diğer yandan, CHP’nin halkçı adaylar çıkardığı yerlerde, belediye meclislerine sosyalist adayların girmesi için de çaba harcanmalı elbette.
SilBu yapıldığında, sosyalist sol güç kazanabilir mi? Bence, evet. Çünkü, dar örgütsel çıkarlar yerine halkın çıkarlarının gözetildiği kanıtlanmış olur.
Ama sadece AKP’yi geriletmek adına CHP’cilik yapmak, bence büyük bir hata olacaktır. Bu yapılırsa, CHP’nin, halkın çıkarlarına aykırı politikalarına da ortak olunmuş olur. Sosyalist sol, ancak düzenin gerçek bir alternatifi olduğunu gösterebildiği ölçüde, iktidara aday bir güç haline gelebilir. Belki, gelecekte bir gün, CHP, sosyalist solun dayattığı bir programı kabul etmek zorunda kalabilir ve o gün CHP’yle ittifak da düşünülebilir. Ama bugün, sosyalist solun CHP’yi desteklemesi, CHP kuyrukçuluğundan başka hiçbir anlama gelmez ve sosyalist solu önemsiz bir eklentiye dönüştürür. Geçmişteki hatanın da bu tür bir hata olduğunu düşünüyorum.
Bu dediklerinizin hiçbiri olmayacak gibi görünüyor.
YanıtlaSilSadece bir anma günümüz daha oldu.
Türkiye'de solda da aynı sağdaki büyüme dinamiği var: Kim daha çok kişiye istihdam sağlarsa o kadar büyür!
Büyükçe sol gruplara bakalım: Odalarda sendikalarda veya özel işletmelerinde istihdam sağlayan hareketler daha kalabalık.
Hemşehrilik, etnik, mezhebi, daha modernlerinde okul arkadaşlığı vs. bağları bu ilişkilerin gelişiminde önde... Önce ideolojik değil diğer ölçülerle kendinden olanı işe alırlar, yönetime getirirler. Yönetimlerde çok göze batan örnekler de çıkıyor, karı-koca, abi-kardeş vs. Başka adam mı yok? Sınıf mınıf hak getire. Elbette hepsi işçi sınıfı için çalışacak ama bir büyüseler...
Ortaya isim vermem ama iyi-kötü görebiliyorum, kimi doğu karadenizli etnik gruplardan, kimi alevi, kimi çerkes, kimi Y.Küçük'e referansla tanımlanabilecek kesimlerin bir veya birkaçından besleniyor ve bunların birkaçını hedef kitle seçmiş durumda, üstü örtülü olarak tabi.. Anlamadan bu kimliklerin dışından gelip, bir gruba katılırsanız bilgi, inanç ve samimiyet düzeyiniz ne olursa olsun kalırsınız ortada. Haliniz vaktiniz yerindeyse ya da siz de bir çevrede söz sahibiyseniz bir süre, imkanlarınızı kullandırdığınız kadar el üstünde tutulursunuz, değilse kimsenin sallamadığı biri olarak bir gün dışarıda bulursunuz kendinizi.
Bu yapılar çoğunluğu oluşturan etnik-dinsel kökenli grupların sınıf temelli katılımıyla, sadece üye değil, yönetimlerinde de, harmanlanmadıkça hep bu fasit dairede kalmaya mahkum Türkiye solu. Hal böyle olunca çoğunluk da kendini başka yerlere ait hissediyor.
Bunu yayınlayın diye yazmadım. Bilin ve silin.
Metin Çulhaoğlu'nun 5 Eylül 2013 tarihinde kaleme aldığı 'Maymunun gözü' adlı yazısı..
YanıtlaSilhttp://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/maymunun-gozu-79143
Yazar, bir mesaja verdiği cevapta "Benim amacımsa, solun iktidara nasıl gelebileceğiyle ilgili gerçek bir tartışmanın daha fazla zaman kaybedilmeden başlatılmasına vesile olmaya çalışmak..." demiş. Yani sanırım son yıllarda birçok Latin Amerika ülkesinde ve Yunanistan'da yaşanan hükümet değişikliğinin burada da gerçekleşmesine yönelik bir temenni bu. Buradan devamla söyleyeyim ki, bu devrimcilik değil, düzenin reforma uğratılmasıdır. Adını aldığımız ülkelerde nasıl sonuç verdi ve sonlandıysa burada da farklı olmayacaktır, olamaz da... Bu kafayla yazar istediği kadar Marksist klasikleri çeviredursun, bu kafadan devrime bir hayır gelmez! Hatta böyle bir kafa sahibinin yaptığı çevirilere de şüpheyle bakmamıza yol açar. Umarım böyle değildir!
YanıtlaSilKapitalist bir ülkede bir devrimci "sol"un iktidara gelmesi (bununla elbette ki hükümeti kurmak kastediliyor) için değil, ekonomik-demokratik hak ve özgürlüklerin kabul edilmesi için mücadele eder. Lenin'in demokrasi okulunda okumak sözüyle kastettiği tam da budur. Bu nedenle demokrasi okulunda okumayan proletarya devrim yapamaz demiştir.
YanıtlaSil