"Devrim Nasıl Yapılır?" hakkında yazılanlar

DNY Hakkında


Devrim ve mücadele stratejileri üzerine

Duygu Ergün'le söyleşi / 24 Ekim 2024 / https://www.k24kitap.org/erkin-ozalp-ile-soylesi-devrim-ve-mucadele-stratejileri-uzerine-4865

“Küçük azınlıkların büyük çoğunluklara hükmetmesine son vererek, insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlamak mümkün mü?”

Bugün bu soruyu, mikrofon uzatıp herhangi bir şehrin meydanındaki “halka sorsak”, ekonomiden, çarşı pazardan dem vurup “Mümkün değildir” yanıtını almamız muhtemeldir. Fakat aynı soruyu Soma’dan Ankara’ya yürüyen maden işçilerine ya da Çatalca’da direnen Polonez işçilerine sorarsak, “Eğer istersek mümkündür” yanıtını almamız da muhtemel. Dolayısıyla verilen yanıtlar direnişe ve dolayısıyla olası bir devrime olan bakış açısıyla ve içinde bulunulan ya da öyle olduğu “hissedilen” şartlarla doğru orantılıdır dersek yanlış olmaz. Peki, kapitalizm ve kâr hırsı insanların gözünü bu kadar kör etmişken, dünyadaki sosyalist devrim örnekleri olumsuz sonuçlanmışken ve özellikle Batıda faşizmin yükselişe geçtiği haberleri kol gezerken umutlu olmak ve yukarıdaki soruya “Mümkündür” demek gerçekten mümkün müdür?

Marksist yazar ve çevirmen Erkin Özalp, Yordam Kitap’tan çıkan Devrim Nasıl Yapılır? adlı kitabında farklı ülkelerdeki devrim deneyimlerini ele alarak bu soruya olumlu yanıt vermenin yollarını arıyor. Sosyalist sistemin çöküşü sonrasında başvurulan mücadele stratejilerini somut deneyimler ışığında değerlendiren Özalp, insanlığın kurtuluşunu yakınlaştırabilecek olan devrimlerin nasıl yapılabileceğini ana hatlarıyla tartışarak somut önerilerde de bulunuyor. Bu kitap vesilesiyle Erkin Özalp’le yaptığımız röportajda devrimlere ve elbet bir gün gelecek olan o güzel günlere umudumuzu artırmaya çalıştık.

* * *

Devrim Nasıl Yapılır? adlı kitabınız Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Bir kitap için iddialı bir isim ve adında bir “reçete” olduğu imasını da barındırıyor. Buna katılır mısınız? Bu kitabın devrimin nasıl yapılabileceği hakkında bir yol göstericiliği var mı?

Aslında hem arka kapak hem de sunuş yazılarında bu kitabın bir “reçete” sunmadığı söyleniyor. Ayrıca, kitabın alt başlığı olarak “Dünyada Strateji Arayışları”nı seçerken, bir tür reçete olarak da görülebilecek olan tek bir stratejiyi tartışmadığıma işaret etmeye çalışmıştım.

Ama diğer yandan, kitapta devrimin nasıl yapılabileceği tartışmasını mümkün olduğunca somut bir düzleme çekmeye de çalıştım. Ele aldığım deneyimlerin kendi aralarındaki etkileşimler, farklı ülkelerde devrim mücadelesi yürütenlerin birbirlerinden pek çok şey öğrenebileceğini gösteriyor. Örneğin Nepal’deki Mao’cuların en önemli esin kaynakları arasında Peru’daki Mao’cuların yürüttüğü silahlı mücadele vardı. Podemos, “İspanya’nın Syriza’sı”nı yaratma hedefiyle yola çıkanlar tarafından kurulmuştu.

Kuşkusuz, hiçbir örnekte tıpatıp kopyalama söz konusu değil. Her ülkenin solcuları ve devrimcileri, bir yandan başkalarından öğrenirken, diğer yandan kendi öznel ve nesnel koşullarıyla uyumlu stratejiler geliştirmeye çalışıyor. Ve ele aldığım çok sayıda somut deneyimin, bir bütün olarak ve eleştirel bir şekilde ele alındıklarında hayli yol gösterici oldukları kanısındayım.

Kitapta çok sayıda somut devrim deneyimini değerlendiriyorsunuz, ancak bu deneyimler hüsranla sonuçlanıyor. Bundan sonrası için umutsuz mu olacağız? Bir öngörünüz var mı?

Henüz hüsranla sonuçlanmamış olan birkaç deneyim üzerinde de durdum aslında. Ama haklısınız; genel tablo, devrim mücadelesi yürütenlerin 21. yüzyılda da somut kazanımlar elde edebildiğini, buna karşılık kazanımların kalıcılaştırılamadığını gösteriyor. Buradaki sorun bence kitabın ilk cümlesini oluşturan soruyla bağlantılı: “Küçük azınlıkların büyük çoğunluklara hükmetmesine son vererek insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlamak mümkün mü?” Şu ya da bu şekilde iktidara gelme ve iktidara gelindiğinde şu ya da bu şekilde onu elde tutma kaygıları başka her şeyin önüne geçtiğinde, halkı siyasal mücadelelerin öznesi kılma hedefinden uzaklaşılıyor. Halkın aktif mücadelesinin yerini pasif bir destek aldığında, emperyalist devletlerin ve sermaye sahiplerinin saldırılarına direnmek zorlaşıyor. Bunun önüne geçmek için hem iktidara gelme mücadelesini hem de iktidarın kendisini, halkı siyasal mücadelelerin gerçek öznesi kılmanın araçlarına dönüştürebilmek gerekiyor. Bundan sonra somut devrim stratejileri geliştirmeye çalışacak olanların önünde, eldeki deneyimlerden hareketle, yeniden hüsranla karşılaşmamak için yapılması gerekenleri tarif etme görevi de duruyor. Bu görevin ikna edici bir şekilde yerine getirilmesinin devrim mücadelelerinin kitleselleşmesine de önemli katkılarda bulunacağını düşünüyorum.

Kitapta ele aldığınız dünyadaki strateji arayışlarından biri de Avusturyalı komünistlere Graz’ın belediye başkanlığını kazandıran yerel çalışmalar. Graz’daki komünistleri başarıya götüren nedir? Türkiye solu nasıl başarılı olur?

Avusturya Komünist Partisi çok uzun yıllar boyunca “ihmal edilebilir” sayılan bir parti olmanın ötesine geçememişti. Bu partinin Steiermark eyalet örgütü, 1980’li yılların sonunda, parti merkezinden bağımsız bir şekilde, halk için yararlı işler yapan bir partiye dönüşerek yerel seçimlerde daha başarılı sonuçlar elde etme hedefini benimsedi. Fransız Komünist Partisi’nin Lille örgütü tarafından, evlerinden zorla çıkarılmasına karar verilenlere destek olmak amacıyla bir telefon hattının açılması örnek aldıkları deneyimler arasındaydı. Graz’daki yoksulların konut sorununa ağırlık vererek, temsilcilik ve yöneticilik gelirlerinin büyük bir bölümünü zor duruma düşenlere bağışlayarak, her yıl “açık hesaplar günü” düzenleyerek 2021 yılına gelindiğinde Avusturya’nın en büyük ikinci kentindeki yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkmayı başardılar. Bu arada, Avusturya Komünist Partisi’nin kendisi de son yıllarda Graz deneyimini örnek alarak politikalarını değiştirdi ve bu yıl düzenlenen genel seçimlerde yüzde üçlük barajı aşmaya çok yaklaştı. Halkın somut sorunlarına somut çözümler üretme çabası özellikle yerel siyasal çalışmalarda daha büyük bir önem taşır. Belçika Emek Partisi de ihmal edilebilir bir parti olmaktan çıkma mücadelesini yerel siyasal çalışmalarıyla başlatmıştı. Tek başına yerel çalışmalar ulusal ölçekli başarıları güvence altına almaz elbette. Ama Türkiye solunun da yerel çalışmalarını daha sistemli hale getirmek ve bunların ülke ölçeğindeki mücadelelere katkısını artırmak için dünyadaki deneyimlerden daha fazla yararlanması gerektiğini düşünüyorum.

Syriza deneyimleri sol açısından hayati sonuçları olan bir tartışma alanı. Syriza’yı koşulsuz savunanlar olduğu gibi, Syriza’nın stratejisini çok ciddi bir kuşkuyla karşılayıp eleştirenler de oldu. Başarıları ve eksik kalan yanlarıyla Syriza deneyimleri bizim için ne anlam ifade ediyor?

Syriza’nın en önemli başarısı, Avrupa Birliği ve IMF tarafından dayatılan ve düzen partileri tarafından uygulamaya sokulan kemer sıkma politikalarına karşı 2010 yılında başlayıp 2012 yılına kadar süren kitlesel protesto gösterilerine katılanların büyük bir bölümünün siyasal temsilciliğini üstlenebilmesiydi. Dahası, en azından başlangıçta, “Radikal Sol Koalisyon” adıyla uyumlu radikal talepler de ileri sürmüştü. Ne var ki, iktidara yaklaşırken ve iktidara geldikten sonra radikal taleplerinin çoğunu rafa kaldırdı. Temel sorun, Yunanistan halkına diz çöktürerek başka ülkelerdeki radikal arayışların önünü kesmek konusunda kararlı olan emperyalist devletlere karşı halkın desteğini alabilecek olan bir mücadele stratejisinin geliştirilmemiş olmasıydı. Halk bir yana, Syriza’nın kadroları bile partinin pazarlık stratejisinden büyük ölçüde habersizdi. Ve bir halkoylamasında emperyalist devletlerin dayattığı koşulların Yunanistan halkının büyük çoğunluğu tarafından reddedilmesine rağmen, Syriza’nın az sayıdaki üst düzey yöneticileri boyun eğme kararını alarak hayata geçirebildi. Eğer toplumu gerçekten de devrimci bir şekilde dönüştürmek istiyorsanız, kadroların sahiplendiği, halkın desteğini alan somut bir mücadele stratejisini geliştirme işini daha fazla ciddiye almanız gerekir.

Latin Amerika’da soldan esen rüzgâr ve buna bağlı gelişen hareketler Türkiye’de de heyecan yaratmıştı. Şimdi durum nedir? Otoriter tahakkümünün bunalttığı Türkiye gibi ülkelere Latin Amerika örneği ışık tutar mı?

Kuşkusuz, Latin Amerika’dan tek bir ülkeymiş gibi söz edemeyiz. Örneğin, sosyalizm hedefiyle yola çıkmış, ama devlet başkanlığına seçildiğinde çoktan sosyal demokrat bir politikacıya dönüşmüş olan Lula’nın Brezilyası ile sosyalizm hedefini iktidara geldikten sonra formüle etmiş olan Chávez’in Venezüellası çok farklıydı. Ne yazık ki, Latin Amerika’nın doğal kaynak zengini ülkelerinin halk ayaklanmaları sonrasında başa geçen solcu iktidarları, hammadde fiyatlarının yüksek olduğu bir dönemde elde edilen gelirleri üretim araçlarının özel mülkiyetine son verme hedefi doğrultusunda kullanmak yerine, en yoksul kesimlerin yaşam standartlarını yükseltmekle yetindi. Bunda geçmişteki sosyalizm deneyimlerine soğuk bakmalarının ve onlardan yeterince ders çıkarmamalarının da payı vardı. Sonuçta, hammadde fiyatları düştüğünde büyük iktisadi ve toplumsal sorunlarla karşılaştılar. Ama bu arada farklı Latin Amerika ülkelerinde yeni toplumsal hareketler ortaya çıkıyor, yeni sol iktidar deneyimleri yaşanıyor. Kesin olan, kapitalizmin ve emperyalizme bağımlılığın getirdiği toplumsal eşitsizliklerin ve yoksullaşmanın kitlesel tepkiler üretmeye devam ettiği.

Che Guevara, hükümetin hileli olsun ya da olmasın, bir tür halk oylamasıyla iktidara geldiği ve en azından anayasal hukuka bağlı kaldığı görüntüsünü koruduğu sürece gerilla mücadelesinin başlatılamayacağını söylüyor. Buradan hareketle burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerdeki devrim mücadelelerinde belirleyici unsur sandık mı, sokak mı olmalı? Yoksa her ikisi de mi?

Bence sandıkla sokağı karşı karşıya koymak yerine, bunların birbirlerini nasıl destekleyebileceği üzerinde durmak daha doğru. Tek başına sandık diyenler kolaylıkla düzen siyasetine teslim olabiliyor. Buna karşılık tek başına sokak diyenler kitlesel hareketlerin geriye çekildiği dönemlere ellerinde pek fazla mevzi kalmadan girebiliyor. Sokakta yürütülen mücadeleleri, yani protesto gösterilerini, grevleri, direnişleri, vb. siyasal iktidar mücadelesini güçlendirmek için, seçimler yoluyla elde edilen temsilcilik ve yöneticilik görevlerini de sokakta yürütülen mücadeleleri güçlendirmek için kullanmanın yolunun örgütlü bir halk hareketi yaratmaktan geçtiğini düşünüyorum.

Halkın örgütlü bir şekilde hareket etme kapasitesinin artırılmasında lider kadroların rolü ve görevleri nedir?

Kendiliğinden gelişebilen kitlesel eylemlerden farklı olarak, örgütlü bir halk hareketi ancak kadrolar aracılığıyla yaratılabilir. Yalnızca lider kadroları değil, sınıfsız toplum hedefini benimsemiş olan tüm kadroları kastediyorum. Karar alma ve uygulama süreçlerine katılmak halkın doğal bir eğilimi değildir. İnsanların çoğu, tam tersine, en tepedeki liderlerin her tür sorumluluğu üstlenmesini tercih eder. Dolayısıyla, karar alma ve uygulama süreçlerine katılımın anlamlı sonuçlar üretmesi ve bu sayede katılımın süreklileştirilebilmesi için hem liderlerin hem de kadroların çaba harcaması, örnek oluşturması, yüreklendirmesi, mümkün olduğunca çok sorumluluk paylaşma yoluna gitmesi gerekir. Diğer yandan, örgütlü bir halk hareketinin yaratılması ve güçlendirilmesi, kadroların kendilerini siyasal olarak geliştirmelerini ve yeni liderlerin ortaya çıkarılmasını sağlar.

Dünyada, özellikle Batıda faşizmin yükselişe geçtiği şeklinde pek çok haber/yorum okuyoruz. Durum gerçekten böyle mi sizce? Eğer böyleyse sol, faşizmin yükselmesini önlemek için neler yapabilir?

Düzen partileri emperyalizmin ve kapitalizmin yol açtığı gerçek toplumsal sorunlara çözüm üretemediğinde yalnızca sol değil, hedef saptıran, demagoji yapan, ayrımcılıkları körükleyen, farklı toplum kesimlerini düşmanlaştıran faşist partiler de güç kazanabiliyor. Dahası, farklı devlet kurumlarıyla ve sermaye sahipleriyle olan bağları bu partilerin güçlenmesini kolaylaştırıyor. Buradaki tehlikelerden biri, solun gerçek toplumsal sorunların çözümüne yönelik olarak örgütlü bir halk hareketi yaratma ve onu güçlendirme görevini tümüyle bir yana bırakarak yalnızca faşizmi geriletme hedefine odaklanması. Belirli durumlarda bu da kaçınılmaz hale gelebilir elbette. Ama tek hedef faşizmi geriletmek olduğunda, sol ile düzen partileri arasındaki ayrımlar ister istemez silikleşir. Dolayısıyla, en azından faşizmle mücadelenin de başını çekecek olan bir halk hareketinin yaratılması ve güçlendirilmesi için her tür olanağı sonuna kadar kullanmak gerekir.



BAŞA DÖNÜN ya da devam edin:


Devrimci mücadele

Ufuk Akkuş / 8 Ağustos 2024 / https://sendika.org/2024/08/devrimci-mucadele-709210

Her kesimden oy toplama çabası her şeyin önüne koyulduğunda örgütlü bir halk hareketini yaratma ve güçlendirme görevleri ihmal edilirken kadrolar ile düzen siyasetçileri arasındaki fark silikleşir. Uzun vadeli hedeflerle bağları kopan bir siyasal mücadele pratiği devrimciliklerini koruyan kadroların etkisizleşmesine hatta sorun yaratan tutucu unsurlar olarak görülmelerine yol açar

Devrimci bir hükümet iş başına geldikten sonra devletin dönüştürülmesi en zor süreçlerden biri olacaktır. Henüz aşılmamış olan eski düzenin devlet içindeki direncini kırmanın yolu kitlesel eylemlerin de yardımıyla onlar üzerinde baskı kurmaktan geçecektir. Devlet organlarının tasfiye edilmesi, üst düzey yöneticilerin tümünün halk tarafından seçilir, denetlenir ve her an çağrılabilir duruma getirilmesi, temsilcilik görevlerinin bireysel zenginleşme araçları olmaktan çıkarılması, halkın karar alma süreçlerine doğrudan doğruya katılabilmesi, ordunun gerçek anlamıyla halkın hizmetine sokulması gibi önlemlerin örgütlü bir halk hareketi mücadelelerinden destek almayan bir hükümet tarafından alınması hiç kolay değildir.

1917’de Rusya’da gerçekleşen Ekim devrimi, insanlığın eşitlik ve özgürlük arayışında çok önemli ve coşkulu bir başlangıç idi. Devrim ile kurulan sosyalist sistem o dönemde pek çok ülkeye esin kaynağı olmuştu. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nde sistemin çöküşüyle birlikte diğer sosyalist ülkeler de peşi sıra düştüler. En yaygın yorumla, 18. yüzyılda başlayan kapitalist sistemin ömrüyle kıyaslandığında tarihin 74 yıl gibi kısa bir dönemini kapsayan sosyalist sistem işçi sınıfına ve insanlığa büyük bir miras bırakmıştır.

Gelinen aşamada kapitalizmin insanlığa ve doğaya verdiği tahribat giderek artmış ve sistem tıkanma noktasına gelmiştir. Sistemin dünya genelinde hegemonik gücü azalmış olup ancak zor ve baskı politikaları ile yönetim sağlanabilmektedir. İnsanlığın yeni bir sosyalist devrime ihtiyacı yakıcı bir şekilde kendini hissettirmektedir.

Erkin Özalp, “Devrim Nasıl Yapılır? Dünyada Strateji Arayışları” adlı kitabında devrimlerin çeşitli ülkelerdeki yansımalarını, olumlu ve olumsuz yönleri ile ele alıyor. Başını Sovyetler Birliği’nin çektiği sosyalist uygulamaların çöküşü sonrasındaki mücadele deneyimlerinden hareketle, günümüzde kitlelerin kendi eserleri olan devrimlerin nasıl yapılabileceğini tartışıyor.

Özalp; Şili, Peru, Nepal, Venezüella, Bolivya, Meksika, Brezilya, Barselona, Rojava, Yunanistan, Fransa, Belçika, Avusturya ve ABD örneklerinden yola çıkarak devrimci girişim süreçlerini ortaya koyuyor. Pek çok ülkede iktidarı hedefleyen devrimci partilerin gerek mücadeleleri gerekse de iktidarı aldıktan sonraki uygulamaları siyasi konjonktüre ve güç mücadelelerine göre şekillenmiş, sapmalara ve savrulmalara uğramıştır.

Özalp’e göre; neoliberal politikaların ardında sermayedarların iki yüz yıllık sınıf mücadelelerinden çıkardığı dersler var. Neoliberalizmi bir gecede sıfırlamak hiç kolay değildir. Çok sayıda solcu liderin iktidara gelirken ya da geldikten kısa bir süre sonra radikal vaatlerini bırakması ve onları iktidara taşıyanlara ihanet etmiş olması tek başına bu kişilerin karakter zayıflığıyla açıklanamaz. Kapitalist üretim ilişkileri insanlığı, biri nüfusa oranla giderek büyüyen iki temel sınıfa ayırdı. Ama işçiler yalnızca sermayedarlara ve onların temsilcilerine karşı birlikte mücadele ettikleri sürece gerçek bir sınıf oluşturur. Bunun dışında kapitalist toplumda hayatta kalmanın vazgeçilmez bir gereği olan rekabet onları böler.

Nepal örneği

İncelenen ülkelerdeki sol hareketlerin seyri kültürel ve siyasal konjonktüre göre değişim göstermektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse; silahlı mücadele yürüten Maoistlerin başını çektiği grup Nepal’de seçimle iş başına geçer. Kurulan koalisyon hükümeti köklü dönüşümlerden vazgeçer. Üstelik elde edilen bakanlıkların parti üyelerine maddi çıkar sağlaması gözetilir. Yani siyasal devrim toplumsal devrimle tamamlanamamış olur. Özalp’in dikkat çektiği gibi, ideal durumda silahlı mücadele yürüten bir örgüt tek başına iktidara gelir ve hem kadrolarını dönüştürmek hem de halkın kendi kendisini yönetmeye başlamasını sağlamak için bu iktidarı bir araç olarak kullanır. Ama bu ideal duruma ulaşmak mümkün olmadığında silahlı mücadele sayesinde elde edilen kısmi kazanımları koruma çabası, toplumsal bir devrim gerçekleştirmenin önündeki engellerden birine dönüşebilir. Yunanistan’da 2015 seçimlerinde en yüksek oyu alan Syriza, Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) yanaşmaması üzerine sağcı Bağımsız Yunanlar (ANEL) partisiyle koalisyon yapmak zorunda kalmıştır. Büyük bir borç yükü devralan yeni hükümet yeni borç bulabilmek için sosyal harcamaları kısar, özelleştirmelere ve kemer sıkma politikalarına ağırlık verir. Çipras hükümeti iktidarı esnasında sıradan insanlar bir yana, parti üyelerini bile karar alma süreçlerinin dışına itmiştir. Parti maddi çıkar sağlamak isteyenlere olanak sunmak ve hükümeti desteklemek dışında pek fazla işlevi kalmayan bir araca dönüşmüştür.

Halk hareketi olmazsa…

Özalp, seçimle iktidara gelen sol hükümetlerin kapitalizmin aşılması ve halkın tam anlamıyla kendi kendini yönetir duruma getirilmesi hedefleri doğrultusunda çok fazla yol alınamadığını söyler. Bunun en önemli nedenlerinden birinin; solun iktidara gelme olasılığı arttığında ve iktidara geldiğinde toplumsal devrim hedefini bir kenara bırakarak iktidara gelmeyi ve iktidarda kalmayı başka her şeyden önemli sayması olarak görür. Uzun vadeli hedefler kağıt üstünde kaldığında siyasi özneler güncel pratikler tarafından biçimlendirilir. Reform politikalarını savunmanın ve uygulamanın ötesine geçemeyen bir sol parti, sosyal demokrat siyasetçi ve uzmanlardan daha fazla yararlanırken, kendi kadrolarının da sosyal demokratlaşmasına yol açar. Her kesimden oy toplama çabası her şeyin önüne koyulduğunda örgütlü bir halk hareketini yaratma ve güçlendirme görevleri ihmal edilirken kadrolar ile düzen siyasetçileri arasındaki fark silikleşir. Uzun vadeli hedeflerle bağları kopan bir siyasal mücadele pratiği devrimciliklerini koruyan kadroların etkisizleşmesine hatta sorun yaratan tutucu unsurlar olarak görülmelerine yol açar. Bu durumun sonuçlarına üyelerin başka partiye geçmeleri, istifa edip örgütsüzlüğü seçmeleri veya ayrı bir parti kurmalarını da ekleyebiliriz.

Şili’deki Halk Birliği’nin 1970 yılındaki devlet başkanlığı seçimlerine yönelik programında; Şili halkının örgütlenmesi ve iktidarı ele geçirebilmesi için Halk Birliği komitelerinin kurulması öngörülmüştü. Tek görevi seçim çalışması yürütmek olmayan bu komite, kitlelerin güncel talepleri doğrultusunda mücadele etmenin yanı sıra yönetmeyi de öğrenecekti. Ancak Halk Birliği hükümeti kurulduktan sonra Şili’de sosyalist ve komünist partilerin kendi oylarını artırmaya öncelik verirken halk hareketini güçlendirme görevinin bir yana bırakması, Halk Birliği’nin dağılmasına yol açmıştı. Venezüella’da da “komün ya da hiçbir şey” denilerek halk hareketinin önemi vurgulanmış, ancak Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV) kitlesel olmasına karşın, devrimci kadroların ağırlık taşıdığı ve onların sayısını artıran bir parti değil, iktidarda olmanın nimetlerinden yararlanmak isteyenlerin kullandığı bir araçtı.

Örgütlü halk hareketine yaslanmayan bir sol parti iktidara geldiğinde devlet ve kamuda yöneticilik pozisyonlarını doldurmaya ve yöneticileri denetlemeye yetecek sayıda bilgili ve dürüst insan bulmak konusunda güçlük çekecektir. Devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olan, kendi temsilci ve yöneticilerini seçmenin yanı sıra denetleyen ve gerektiğinde geri çağıran bir halk hareketi sayesinde iktidara gelen sol, devlet kurumlarını ve kamu kurumlarını tam anlamıyla halkın denetimine sokma konusunda zorluk yaşamaz. Kitlelerin yönetmeyi öğrenmelerini de sağlayacak örgütlü bir halk hareketini yaratma ve güçlendirme görevi iktidar sonrasına bırakılmamalı, halkı iktidar mücadelesinin öznesi haline getirmek gerekmektedir. Burada halk hareketi ile onun temsilcileri arsındaki ilişkileri düzenleyen kurallar önem taşır. Her türlü temsilcilik görevine aday olanların halk hareketi tarafından ön seçimle belirlenmesi, seçilmişlerin görevleriyle ilgili konularda halkı eksiksiz bilgilendirmesi, ön seçime katılanların talebi halinde istifa etmeleri, her türlü gelir ve ayrıcalık konusunda şeffaflık sergilemeleri halkın yönetmeyi öğrenmesine yardımcı olur. Ayrıca halk hareketinin düzen değişikliğinin yolunu açan temel hedeflere sahip olması ve kitlelerin her türlü ayrımcılığını ortadan kaldırılmasına yönelik ideolojik dönüşümüne katkıda bulunması gerekir.

Kadroların rolü

Özalp’e göre; halkın karar alma ve denetleme süreçlerine katılımını sağlamanın vazgeçilmez koşullarından biri de, kişilikli kadroların varlığıdır. Özalp, kadrolar derken bazı ayrıcalıkları beraberinde getiren bir rütbenin taşıyıcılarından değil, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi, sınıfların ve ulusal sınırların ortadan kaldırılması, insanların tam anlamıyla kendilerini yönetir duruma getirilmesi gibi uzun vadeli hedefleri benimseyen, devrim mücadelesine daha fazla katkıda bulunmak için özveride bulunan ve sorumluluk üstlenen örgütlü bireylerden söz ettiğini vurgular. Bir kadronun en önemli görevlerinden biri, birilerinin adamı olmamak, kişilere değil uzun vadeli hedeflere bağlı olmaktır. Bu nedenle, güncelliğin ötesine geçen bir teorik birikimin elde edilmesi ve zenginleştirilmesi kadro eğitiminin önemli bir bileşenidir.

Bunlar kadar önemli olan nokta ise uzun vadeli hedefler gözeterek yürütülen siyasi mücadeleler aracılığıyla alınan eğitimdir. Bir halk hareketinin devlet yönetiminde giderek daha fazla söz sahibi olmasını sağlamaları, kadroların kendilerini geliştirmelerinin en verimli yollarından biridir. Neredeyse tek siyasal işlevleri bildiri dağıtmak, sosyal medya paylaşımları yapmak, gazete satmak, basın açıklamaları ve mitinglere katılmak gibi parti merkezinin mesajlarını daha geniş kesimlere ulaştırmak olan üyelerin pek çoğu bir süre sonra örgütlü mücadelenin kendisini sorgulamaya başlayacaktır. Örgütlü mücadelelerin başarısı kadroların yaşamsal önem taşıyan bazı sorumlulukları yerine getirmesine bağlıdır. Örneğin, boş zamanları sınırlı olan insanları kazanmanın ve mücadelenin içinde tutmanın yolu, neler yapabilecekleri hakkında onlarla görüşerek, hangi konularda katkılarda bulunabilecekleri konusunda ortak karara varmak ve sonrasında da bu katkıların somut sonuçlarını birlikte değerlendirmekten geçer. Herhangi bir talep doğrultusunda eyleme çağrılan insanları o eylemin işe yarayacağına ikna edebilmek, dolasıyla eylemler planlanırken elle tutulur sonuçlar elde etme şansının hesaba katılması gerekir.

Kadroların kimlerden gelirse gelsin ilerletici önerileri desteklemeleri, tartışmaların kişiselleştirilmesine izin vermemeleri ve nesnel olarak trollük yapanların gündemi belirlemesini engellemeleri, hedeflerle uyumlu ve herkes için geliştirici olan bir iç tartışma ortamı yaratmaları gerekir.

Gerek iktidar mücadelesinde gerekse iktidarı aldıktan sonra halkı özne haline getirmenin önemine değinen Özalp, geçmişin sosyalist devletlerin temel sorunlarından birinin kendi halklarını dünya devrimi mücadelesinin özneleri haline getirmek konusundaki başarısızlıkları olarak görür. Sosyalist ülke yurttaşlarının kapitalist ülke yurttaşlarıyla daha fazla iletişim kurmaları, onları sosyalizmin kazanımları hakkında doğrudan doğruya bilgilendirmeleri , kapitalist dünyada yaşanan gelişmeleri yakından takip ederek kendi ülkelerindeki eksikliklerin giderilmesini sağlamaları daha fazla etkili olabilirdi.

Bazı ülkelerdeki sol hükümetlerin başarı ve başarısızlıklarının nedenlerini irdeleyen Özalp, “Devrim Nasıl Yapılır?” kitabında sosyalizm mücadelesinde kitle hareketinin, örgütlü halk gücünün, sınıf mücadelesinde halkı özne haline getirmenin, şeffaflığın, katılımın, kadroların işlevinin, toplumsal devrimin öneminin altını çizerek devrim sürecini analiz ediyor ve öneriler geliştiriyor.



BAŞA DÖNÜN ya da devam edin:


Erkin Özalp: Devrim arayışları ‘bulaşıcı’ olabiliyor

Kavel Alpaslan'la söyleşi / 1 Haziran 2024 / https://www.gazeteduvar.com.tr/erkin-ozalp-devrim-arayislari-bulasici-olabiliyor-makale-1695342

Erkin Özalp, 'devrim nasıl yapılır' sorusunu "Hükümetlerin halk tarafından az çok meşru sayılan seçimlerle iş başına geldiği hiçbir ülkede, sol, seçim dışı yollarla iktidara gelemedi. Buna karşılık, seçimle iktidara gelen solcular da yine bugüne kadar, kapitalizmin aşılması hedefi doğrultusunda çok fazla yol alamadı" diye yanıtlıyor.

Neoliberalizmin yarattığı kuşatma hali, toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan alt sınıflar için hayatı dayanılmaz bir hale getiriyor. Öte yandan tek bir emperyalist gücün hakimiyeti, zamanında iddia edildiği üzere dünyaya barış getirmek şöyle dursun; nükleer savaş ihtimalini gündelik hayatın bir parçası haline getirdi. Emperyalist kasaplığın, neoliberal bozgunun toplumsal hareketleri yansımasının olmaması düşünülemezdi. Nitekim son otuz yıl, pek çok başarılı-başarısız deneyime sahne oldu. Elimizdeki pratiklerin nicel çoğunluğuna karşın nitel olarak devrim arayışına dair bir açmaza girildiği de bir gerçek. Devrimci, radikal taleplerin rüzgarıyla şişirilen yelkenler, dümene oturan siyasi öznelerin rotayı farklı bir yöne kırmasıyla birlikte yavaşça söndü. Geriye çağımızın devrim arayışlarına dair önemli bazı dersler ve sorular kaldı.

Yunanistan, Nepal, İspanya, Venezuela, Rojava, Meksika ve çok daha fazla deneyimin izini süren yazar Erkin Özalp’in 2023 yılının Ekim ayında Yordam Kitap’tan çıkan ‘Devrim Nasıl Yapılır?’ adlı eseri geçtiğimiz ay ikinci kez basıldı. Kitapta, ‘Dünyada Strateji Arayışları’ alt başlığıyla yakın döneme ait sol mücadele deneyimleri üzerinde duruluyor. Biz de Özalp ile hem eserini hem de devrim arayışlarına dair dersleri/soruları konuştuk.

RADİKAL TALEPLERİ ‘AYAK BAĞI’ YAPMAK

Son yıllarda toplumsal mücadelelerde üç aşağı beş yukarı benzer bir şekilde tekrar eden bir süreç var: Başta ekonomi olmak üzere çeşitli sebeplerle büyüyen bir halk ayaklanması/hareketi ve onun içerisinden çıkan ya da onunla birlikte güçlenen bir siyasi hareketin radikal talepler dile getirerek kazandığı seçim başarısı. Bu başarı bir süre herkesçe alkışlanıyor, ‘bilmem kim döneminden beri ilk kez solcu başkan seçildi’ gibi ifadelerle manşetler cezbedici hale geliyor. Fakat çok kısa bir süre içerisinde radikal taleplerin şu ya da bu nedenle gerçekleşmediğini ve siyasi hareketin ‘anaakımlaştığını’ görüyoruz. Radikal taleplerde ilk gemiden atılan vaatler genelde kamulaştırma ya da NATO’dan ayrılma gibi mülkiyet ve emperyalist odaklarla ilişkiler başlığı altında değerlendirebileceğimiz maddeler oluyor. Sonuç olarak iktidarını koruma çabasıyla başkalaşan ya da önemini yitiren bir hareketin tortusu kalıyor geriye. Kitabınızda siz de benzeri izleklere sahip ancak pek çok farklı koşulun sonucunda deneyimlenmiş örneklere yer veriyorsunuz. Yakın döneme ait bu örnekleri incelerken devrim stratejileri karşısındaki engebeler arasında bir ortaklık gözlemleme fırsatınız oldu mu?

Aslına bakılırsa, radikal talepler daha iktidara gelmeden, hatta iktidarın henüz hayli uzağındayken bile rafa kaldırılabiliyor. Evet, halkın hoşnutsuzluklarının belirginlik kazandığı özel dönemlerde, radikal talepler ileri süren siyasal hareketler hızla güç kazanabiliyor.

Ama seçimlerle iktidara gelmek ya da belediye başkanlıkları, milletvekillikleri vb. kazanmak, kendi başlarına birer amaç haline gelirse, radikal talepler birer ayak bağı olarak görülmeye başlıyor.

Çünkü, radikal taleplerin toplumsal ölçekte belirli bir onay bulması, düzenin de radikal tepkiler üretmesine yol açıyor. Örneğin, düzen medyası, radikal taleplerin hayata geçirilmesinin ülkeyi yıkıma sürükleyeceği propagandasını yaparak halkı korkutmaya çalışıyor. Örneğin, sermaye sahipleri, radikal talepler ileri süren bir siyasal hareket güç kazandığında, varlıklarını yurt dışına kaçırmaya başlayarak, ülkenin yıkıma sürükleneceği korkusunu pekiştiriyor. Örneğin, emperyalist devletler, solun iktidara gelmesini engellemek ve eğer gelirse onu düzenin sınırlarına çekmek ya da devirmek için her tür müdahaleyi yapıyor.

Yakın geçmişin örneklerinde benim gördüğüm bir ortaklık, köklü toplumsal dönüşümlerin somut olarak nasıl gerçekleştirileceğini tarif etme işinin belirsiz bir geleceğe ertelenmesi. Önce güç kazanmak, sonra iktidara gelmek, ardından iktidarı elde tutmak öncelikli görevler olarak belirlenirken, kapitalist düzene somut olarak nasıl son verileceği çoğu zaman hiç tartışılmıyor. Dolayısıyla, bu hedefe uygun stratejiler de tarif edilememiş oluyor.

‘İHANET’ KAÇINILMAZ MI?

İlk soruda bahsettiğimiz tekrarlanan sürecin aslında bir perdesi de birtakım kişilerin ya da siyasi kurumların ‘ihanetle’ suçlanması. Örneğin Yunanistan’da SYRIZA ya da Şili’de Gabriel Boric sık sık devrimci taleplere ‘ihanet ettikleri’ gerekçesiyle eleştirildi, hâlâ da eleştiriliyor. Evet, kendilerini var eden taleplere ‘ihanet ettikleri’ bir gerçek ancak sadece bu yorum yeterli mi? Siz de kitabınızda bu tartışmayı derinleştiriyorsunuz. Mesele sizce nereden kaynaklanıyor? Seçimle başa geçmek mi sorun? Yoksa program, kadro ve kitlesel desteğin yetersizliği mi?

İktidara nasıl gelirseniz gelin, eğer iyi düşünülmüş kısa ve orta vadeli programlarınız bulunmazsa, eğer örgütlü bir kitle hareketinin karar alma ve uygulama süreçlerine katılmasını sağlayamazsanız, eğer bu iki koşulun yerine getirilmesi açısından da vazgeçilmez olan devrimci kadrolardan yoksun olursanız, sermaye sahiplerinin ve emperyalist devletlerin saldırıları karşısında geri adım atmak ya da iktidarı tümüyle bırakmak zorunda kalırsınız.

Dolayısıyla, yakın geçmişteki örneklerin çoğunda, eğer mutlaka bir ‘ihanet’ten söz etmek istenecekse, bunun kaynağını en sonda değil, daha erken aşamalarda aramak gerekir.

İktidara gelme mücadelesi, halkı siyasetin gerçek öznesi haline getirmek için mi kullanılıyor, yoksa yalnızca halkın, daha doğrusu seçmenlerin pasif desteğini kazanmak için mi? Kadrolardan, örgütlü bir halk hareketinin yaratılmasına ve güçlendirilmesine öncülük etmeleri mi isteniyor, yoksa yalnızca bazı teknik görevleri yerine getirmeleri mi?

Siyasetin bütün yükü, kitlelere ‘her şey çok güzel olacak’ mesajını veren bir liderin ve onun yakın çevresinin omuzlarına bindirilirse, eninde sonunda yapmak zorunda kalacakları şey, düzen güçlerine boyun eğmek olacaktır.

ELLERİMİZİ KİRLETMEMENİN GÜVENCESİ VAR MI?

Bir de tersten bakmalıyız belki: ‘Elleri kirletmemek’ için siyasi arena ya da parlamento amasız fakatsız tamamen reddedilebilir mi diye de düşünmek gerekiyor. Sadece ‘saflık’ arayışına girip, toplumsal hayatın belli alanlarını bu anlamda yok saymanın toplumsal hareketlere ve onlarla ilişkili siyasi odaklara nasıl yansımaları olabilir?

Elimizi kirletmeme güvencesini sunan herhangi bir alan var mı ki, diye sorarak devam edebilirim ben de...

Örneğin, sendikal mücadeleler, sendika ağalarını da üretiyor. Örneğin, yerel çalışmalar, dar grup çıkarlarının belirleyici hale gelmesine yol açabiliyor. Gereken önlemler alınmazsa, her alanda, kariyeristlerin ve bireysel çıkar peşinde koşanların önü açılabiliyor.

Belki de, elleri kirletmemenin tek yolu, halkın ayaklanmasını beklemekten geçiyordur. Hem, halk ayaklanmaları gerçekleştiğinde, hükümetler devrilebiliyor... Ne var ki, bir hükümetin devrilmesi, onun yerine devrimci bir hükümetin kurulmasını güvence altına almıyor. O zamana kadar siyasi arenada ve bu arada parlamentoda hiçbir varlık gösteremeyenler, yalnızca bir halk ayaklanması gerçekleşti diye iktidara gelmiyor. Düzenin kendi içinden yeni alternatifler üreterek yoluna devam etme kapasitesi hayli yüksek.

Bu noktada kitabımdaki iki saptamaya değineyim. Birincisi, bugüne kadar, hükümetlerin halk tarafından az çok meşru sayılan seçimlerle iş başına geldiği hiçbir ülkede, sol, seçim dışı yollarla iktidara gelemedi. Buna karşılık, seçimle iktidara gelen solcular da, yine bugüne kadar, kapitalizmin aşılması hedefi doğrultusunda çok fazla yol alamadı. Dolayısıyla, bugünkü biçimiyle siyasi arenayı toptan reddetmek kadar, iktidara gelirken ve geldikten sonra bu arenayı köklü dönüşümlere tabi tutma mücadelesini yürütmemek de yanlış olacaktır...

BÜYÜK HEDEFLERLE KÜÇÜK HEDEFLER ARASINDAKİ BAĞ

Bazen büyük hedeflere ulaşma umudu zayıfladıkça, hareketlerin küçük hedeflere daha fazla önem verebildiğini görüyoruz. Belki de yaşadığımız eksen kaymasının özeti niteliğindeki bu durumu biraz daha eğerek bir de şöyle de sormalıyız: Günümüzde küçük hedeflere ulaşma amacıyla yola çıkanların dahi uzun soluklu bir başarısı yokken, nasıl oluyor da hâlâ bu küçük hedeflerde ısrar daha ‘gerçekçiymiş’ gibi lanse edilebiliyor? Daha kaç SYRIZA, Podemos, Boric, Yolanda Diaz, Alexandria Ocasio-Cortez tanımamız gerekiyor radikal toplumsal dönüşümleri mümkün kılacak 'büyük hedeflere' yönelmek için?

Bana kalırsa, burada kritik önem taşıyan konu, büyük hedefler ile küçük hedefler arasındaki bağların nasıl kurulduğu ya da kurulup kurulamadığı.

İlk bakışta daha gerçekçi görünebilen küçük hedeflerin ötesine geçemeyenlerin pek fazla yol alamadığı doğru. Ama büyük hedeflerin propagandasını yapmakla sınırlı kalan bir siyasal mücadele de pek fazla ilerletici olamıyor. Ve uzun yıllar boyunca soyut bir sosyalizm propagandası yapıp anlamlı sonuçlar elde edemedikten sonra arayış içine girenler, bu kez de güncelliğe teslim olarak sosyalizm hedefini tümüyle bir kenara bırakabiliyor.

Örneğin, bir belediye başkanlığını kazanmak, kendi başına ele alındığında, küçük bir hedeftir elbette. Ama eğer seçim çalışmalarının örgütlü bir halk hareketi tarafından yürütülmesi sağlanabilirse, kazanılan bir belediye başkanlığı hem halk hareketini güçlendirmek hem de devrimci kadroların sayısını artırmak için kullanılabilirse, köklü toplumsal dönüşümler için yürütülen mücadele de güç kazanır. Buna karşılık, eğer tek amaç belediye başkanlığını bir şekilde kazanmak ve sonrasında da elde tutmak olursa, eğer halkın yerel yönetimde söz sahibi olması sağlanamazsa, eğer kadrolara düşen tek görev dar anlamıyla belediyecilik yapmak olursa, halka daha iyi hizmetler sunulsa bile, düzen siyasetçilerine giderek daha fazla benzemek kaçınılmaz hale gelir. Bu da, merkezî iktidarın ve sermaye sahiplerinin desteklediği düzen siyasetçilerinin yanıltıcı vaatlerle halkı kandırmasını kolaylaştırır.

Benzer şekilde, işçilerin çalışma koşullarındaki iyileştirmeler, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle elde edildiklerinde, bu mücadeleyi güçlendirir. Buna karşılık, yalnızca düzen siyasetçileriyle pazarlık etme yoluyla elde edilen kazanımlar, düzen siyasetinin güçlenmesine hizmet eder.

Yine bana kalırsa, artık elimizde yeterince SYRIZA, Podemos vb. örnek var. Aynı sonuçlarla bir kez daha karşılaşmamak için gerekenleri yapmaksa devrimci kadrolara düşüyor...

‘DEVRİM ARAYIŞLARI ‘BULAŞICI’ OLABİLİYOR’

Kitabınız, son dönemde tekil olarak konuştuğumuz ancak birlikte değerlendirmediğimiz pek çok önemli deneyimi bizlere bütünlüklü bir şekilde sunuyor. Sizin de vurguladığınız üzere hepsinin içerisinde çıkarılacak dersler olsa da genel anlamda ekşi elmayı ısırdığımız bir tablo ile karşı karşıyayız. Böyle bir durumda insan ister istemez ‘noter onaylı’ bazı deneyimlerle karşılaşmak istiyor ki reçete çıkartmak kolay olsun. Noter onayını toplumsal mücadele dinamiklerinde bulmak imkansız tabii. Yoksa çağımızda bir strateji arayışında sadece karamsar ‘referanslardan’ mı yol bulmak gerekiyor? Heyecanlandıran gelişmeleri görmek için yüzümüzü nereye dönmeliyiz?

Bugüne kadarki devrim tartışmalarında 1917 Ekim Devrimi örneğinin ezici bir ağırlığı olmuştu. Kimileri de buna ek olarak 1949’daki Çin Devrimini ve/veya 1959’daki Küba Devrimini önemsemişti.

‘Devrim Nasıl Yapılır?’da ele aldığım deneyimlerin hiçbirinin benzer bir ağırlığa sahip olmadığı açık. Ne var ki, bir arada değerlendirildiklerinde, heyecan veren pek çok yanlarının bulunduğunu düşünüyorum.

Sosyalizmin tümüyle gündemden düştüğü iddia edilen bir dönemde, dünyanın dört bir köşesinde çok sayıda halk ayaklanmasıyla ve solun iktidara gelmesinin örnekleriyle karşılaştık. Sayısız yaratıcı yan barındıran bu deneyimlerin pek çoğunun birbirlerinden esinlenmiş olması da ayrı bir önem taşıyor. Devrim arayışlarının ‘bulaşıcı’ olabildiğini görüyoruz.

Bence, iki önemli sorunla karşı karşıyayız.

Birincisi, yakın geçmişteki deneyimlerde öne çıkan özelliklerden biri, başta Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği olmak üzere klasik örnekleri aşma çabasının yerini en hafif deyimle yok saymanın alması. Böyle yapılması, daha yaratıcı olunmasını sağlayabilse de, özellikle üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi konusundaki tarihsel birikimden yararlanılmasını bir hayli zorlaştırıyor.

İkincisi, yakın geçmişteki deneyimlerin kendi aralarındaki ilişkilere, eleştirellikten çok, seçmecilik damga vuruyor. Bir başka deyişle, belirli başarıların elde edilmesini sağlayan politikalar örnek alınırken, başarısızlıkların nedenleri yeterince sorgulanmayabiliyor.

Ama aynı deneyimler sayesinde, her iki sorunun da aşılmasını sağlayabilecek olan bir birikime artık sahip olduğumuzu düşünüyorum. Kuşkusuz, asıl görev yine devrimci kadrolara düşüyor.



BAŞA DÖNÜN ya da devam edin:


Devrimini Yapamayanlara İlişkin Bir Tartışma: Devrim Nasıl Yapılır?

Metehan Akman / 17 Aralık 2023 / https://laborans.org/Article/Details/78

Geçmişte Teorisyeniniz Devrimciydi ile 21. yüzyılda Marksizm ve devrimci siyaset üzerine yeni teknolojileri de hesaba katarak önermelerini tartışan Erkin Özalp, on yılı aşan bir sürenin ardından kasım ayında yeni bir kitap ile geri döndü. Yordam Kitap’tan çıkan Devrim Nasıl Yapılır: Dünyada Strateji Arayışları başlıklı kitabında dünyanın farklı kıtalarında özellikle demokratik seçimler yoluyla iktidara gelen veya iktidarı zorlayacak güce erişen sosyalist yapıları inceliyor. Kitabın alt başlığında belirtildiği gibi seçimler yoluyla güçlenen ve kısa sürede ya prestij kaybına uğrayan ya da iktidardan düşen örgütler bağlamında hatalara ve günümüzde seçimleri de içeren taktiklerin devrimci kullanımına dair bir strateji tartışması yapılıyor. Alt başlık her ne kadar kitabın içeriğiyle uyumluysa da incelenen gerçek örnekleri göz önüne aldığımızda ana başlığı “Devrim Nasıl Yapılmaz” diye okumak daha doğru olacaktır.

Strateji tartışması, dünya çapındaki hareketin tümünden edinilen derslerin soyutlanmasıyla belirli ilkelerin ön plana çıkartıldığı bir tartışma olarak kendisini gösteriyor. Ancak tabii ki Türkiyeli bir sosyalist olarak Erkin Özalp’in bu tartışmayı Türkiye’deki gelişmeleri aklında bulundurarak yaptığını düşünüyorum. Erkin Özalp, güçlü bir devrimci odağın burjuva seçimleri kullanarak da kendini bir seçenek olarak öne çıkartabileceğini savunuyor ve sağ sapmanın kaçınılmaz olmadığını ima ederek halk hareketine ve kadrolara yaslanan popülist bir odağın var olabileceğine işaret ediyor. Bu yazıda da kitabı tartışırken ister istemez ben de Türkiyeli bir sosyalist olarak yorumlarımı yapacağım ve Erkin Özalp’in bu önermesini odağa alarak düşüncelerimi ortaya koyacağım. Bu kitap bağlamında az ya da çok burjuva demokratik teamüllere uygun bir ülkede devlet aygıtının tedricen parçalanacağı bir devrimci dönüşümün imkânını, halk hareketinin geri çekildiği bir dönemde ülke çapında geniş kitlelere ulaşan bir sosyalist örgütlenmenin mümkün olup olmadığını ve bunların sonucunda kendimce ne yapılması gerektiğini düşündüğümü tartışacağım.

Akdeniz’den İki Örnek

Siyasal iktidarın ele geçirilmesi, yani siyasi devrim yalnızca seçimlerde belirli bir oranda oy alarak hükümet kurma yeterliliğine ulaşmak anlamına gelmez. İktidarı ele geçirmek, burjuva devlet aygıtını parçalayarak yeni bir sınıf iktidarının somut dışavurumu olarak yeni bir devletin temellerinin atılmasıyla mümkün olur. Bununla birlikte toplumun dönüşümü için bu iktidar gücünün kullanılması devreye girer. İktidar gücüyle yapılacaklar ise en temelde devrime karşı gerçekleşecek hareketleri engellemek ya da etkisizleştirmek ve bunu yapmak için de en önemli önlem olarak toplumun ileri kesimlerinin öncülüğünde halkı özneleştirmek; yani bizzat çoğunluk tarafından ve çoğunluk için yönetilen bir yapıyı inşa etmek olarak tarif edilebilir. Ancak burjuva devlet aygıtının çözülmemiş olduğu koşullarda, hatta onun kurulu yapısı içerisinde iktidara gelen sosyalist ya da düzen karşıtı yapılar için süreç nasıl ilerleyebilir? Kitaptaki örnekler bu gerilime sahip deneyimlerin yaptıklarına ve yapamadıklarına eğiliyor.

Kitapta incelenen örneklerin tamamını burada tekrar tartışmak gibi bir gayem yok, ancak bu deneyimlere kimi zaman yazarın kendisiyle benzer düşündüğüm kimi zamansa ayrıldığım yönleriyle değinmek de istiyorum. Somut örneklerden özellikle SYRIZA ve Podemos deneyimlerinin Türkiye için de değerli olduğunu düşünüyorum. Bunun ardından da kitabın en değerli bölümü olan son bölümündeki önermeleri ele alacağım.

2004 yılında kurulan SYRIZA, toplumsal hareketlerle bağ kurmayı ve hareketin içinde kurulmayı önüne hedef olarak koyan bir radikal sol koalisyon. 2011’de kemer sıkma politikalarına karşı Yunanistan’da gerçekleşen halk isyanı sonrasında 2012 seçimlerinde sıçrama yaparak ikinci parti, 2015’te ise tek başına iktidar olma şansını iki milletvekiliyle kaçırarak birinci parti oluyor. 2012’de yapılan ilk seçimlerde KKE, SYRIZA ile koalisyonu kabul etse birlikte hükümet kurabilecekken KKE’nin bunu reddedişi yapılan yeniden seçimlerde oy oranlarını neredeyse yarı yarıya düşürüyor. O dönemde Türkiye’deki tartışmalarda KKE’nin şerhli ve hükümeti teşhir edecek biçimde hükümete katılmasının doğru olacağı da savunuluyordu. KKE, Yunan halkının Gezi ile özdeşleştirebileceğimiz isyanını burjuvazinin bir oyunu olarak görerek onu karşısına almıştı ve bu kabul edilemezdi. Sağcı ANEL’le koalisyon kurarak iktidara geldikten sonra radikal programından (Limanların ve stratejik sektörlerin kamulaştırılması, AB ile borçların halk lehine yapılandırılması) vazgeçmesi, SYRIZA’yı destekleyen Yunan halkına hayal kırıklığı yaşattı. Egemenlere karşı halk hareketine yaslanacak bir siyaseti geliştiremeyen SYRIZA, AB emperyalizmine boyun eğmek zorunda kaldı.

Türkiyeli sosyalistlerin de o dönemle birlikte model almaya başladığı, kitlelerle daha gevşek ilişkiler kuran, ideolojik bir hattı temsil etmekten çok kitlesel güncel taleplerinin taşıyıcısı olan SYRIZA benzeri kitlesel sol örgütlerin içinde bulunmak ya da bunu bizzat yaratmak fikri güç kazandı. KKE’nin siyaset tarzı, ülkemizdeki kimi yapılarda da gördüğümüz üzere her taşın altında kendisine karşı bir komplo arayan ve günümüzdeki yeni devrimci dinamikleri anlamaktan uzak bir tarz. Ancak yine de şunu sormamız gerek: SYRIZA iktidara gelirken KKE için “öyle siyaset yaparsan sonun böyle olur” deniliyorken SYRIZA bir siyasi proje olarak çöktükten sonra KKE’nin hâlâ toplumsal tabanını ve elindeki siyaset araçlarını ciddi bir savrulma yaşamadan (PAME gibi sendikalar, öğrenci örgütü vs.) benzeri bir güçte koruyor olmasını da tartışmak gerekmez mi? Gündelik siyasetin kayganlığı içinde saman alevi gibi parlayarak değil; uzun vadede örgütlenen, ülke çapında seçimle ölçülemez örgütsel mevzilere sahip olan KKE, SYRIZA’yı iktidara getiren koşullar ortadan kalktığında hâlâ geleneksel gücünü koruyor. Bunu söylerken bir yanda sağ siyasetin alanını genişlettiğini ve komünist partinin sınırlarını korumasının sağ yükselişe karşı yeterli olmadığını eklemeliyiz. Ancak buna rağmen denilebilir ki hareketle birlikte yükselen bir yapı hareketle birlikte düşerken kendisini hareketin dışında kuran bir yapı ise hareket düşerken, hatta sağcılık yükselirken bile sınırlarını korumayı başarıyor.

Podemos örneği tartışılırken ise kitapta halkçılık ele alınıyor. Laclau’ya atıfla açımlanan halkçı tarzda söylemsel araçlarla tanımlanan bir halk (yoksullar, ezilenler vb.), bir düşmanın karşısında (zengin yüzde 1 vb.) konumlandırılıyor ve halkçı siyasi yapı bu kendi tanımladığı halkın temsiliyetini almaya çalışıyor (s. 136). Bunlar Podemos’ta, diğer birçok başka örneğinde olduğu gibi güçlü bir liderde temsilini bulan söylemsel bir karşıtlığı oluşturuyor. Bu tarz elbette ki sözünü en geniş kitlelere ulaştırmak ve bu kitlelerde heyecan yaratmak adına olumlu. Yine de, söyleme, hele ki “kodum mu oturtan” liderin sözlerine fazlasıyla yaslanan bir siyaset üretme biçimi kaçınılmaz olarak programın silikleşmesini, ilkesizleşmeyi ve dahası siyaseti liderin sözleri üzerinden okumak anlamına gelecek şekilde lider odaklı bir örgütlenmeyi oluşturuyor. Podemos da “her kesimden oy alabilmek için … NATO’dan çıkma hedefinin rafa kaldırılması” da dahil olmak üzere tabanını genişletmek için ilkelerden vazgeçiyor, bunu yaptıkça şekilsizleşiyor (s. 145). Bu tip bir parti, son tahlilde Özalp’in belirttiği gibi şuna indirgeniyor: “Bize (karizmatik liderimize) güvenin, sizin için (yapılabilecek olanların) en iyilerini yaparız.” (s. 145). Bu sayede programlı bir parti şekilsiz bir kitleyle, özne olarak kendi bilinçli eylemini ortaya koyması gereken halk ise karizmatik liderle ikame ediliyor.

Ayrıca soldaki siyaset boşluğunu emek verilerek kökleşen bir örgütsel yeniden kuruluşla değil, uçup gidecek bir popülist söylemle dolduran Podemos, sosyal demokrat parti olan PSOE’nin sola doğru açılmasıyla birlikte bu alanı da kaybediyor ve kısa süren yükselişi duruyor. Bu da ikinci bir nokta olarak sosyal demokrasinin sola açılmasına karşı safça bir sevinç duymaktan, hatta bu açılmanın “sosyalistlerin kitlesel siyaseti sayesinde” olduğunu belirterek kendimize pay biçmektense, sosyal demokrasinin bizim alanımızı ilhak etmesini engelleyecek ilkesel sınırları net çekip kitlemizi bu sınırların farkında olacakları bilinç düzeyine eriştirmeye çalışmanın, yani sosyal demokrasiyi teşhir etmenin gerekliliğini gösteriyor.

Genel Bir Tartışma

Kitapta somut örnekler tartışıldıktan sonra “Genel Tartışma” bölümünde bu deneyimlerden devrimci siyaset adına dersler çıkartılmaya çalışılıyor. Hem bu bölümde hem de kitabın genelinde geçen önermelerle etkileşim hâlinde kendi görüşlerimi sunmaya çalışacağım.

Kitabın açılışında Özalp, “şu ana kadarki devrimlerin hiçbiri, insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlayamadı” (s. 9) diyor. Yani devrimi toplumsal yönüyle ele alıyor. Bu noktadan hareketle kitapta incelediği örnekleri de halkı ne kadar özne hâline getirdiğini ölçü olarak koyarak inceliyor. Hemen her örnekte başarısızlığın temel nedeni olarak seçimle iktidara ya da muhalefette güçlü bir pozisyona gelmiş partilerin halk hareketi oluşturamamaları olarak görüyor. Erkin Özalp bunu şüphesiz ki halk hareketini sıfırdan yaratmak yerine zaten ilk etapta bu partileri iktidara getiren ya da yaklaştıran etmenin 2010’larda kemer sıkmaya karşı gelişen halk isyanları olduğunu ve bu partilerin bu isyanları birer hareket hâline dönüştüremediğini, sonuçta da bu hareketlerin sönümlendiğini kastederek kullanıyor. Sonuçta bir halk isyanını temsil etmek yetmez, onu ileriye götürmek gerekir. Ayrıca sormak gerekir: Bir halk hereketi iradi hamlelerle oluşturulabilir mi? Başka bir deyişle, bir parti kendi halk hareketini yaratabilir mi? Bu hareketi kurmak kendiliğinden ortaya çıkan isyanları ve düzen dışı tepkileri sürekli hâle getirecek örgütsel biçimleri oluşturmakla mümkün. Bu biçimler, kendiliğinden patlak veren isyanlar tarafından yine kendiliğinden ortaya çıkabiliyor. Devrimci özneye düşen görev ise kendiliğinden gelişen yıkıcı ve yaratıcı eylemi sistemli bir hâle getirmek. Bir halk hareketinin iradi müdahalelerle ortaya çıkmayacağının bilincinde, ancak kesintili ve bütünlükten yoksun gelişen isyan veya yükselme dönemlerini sürekli bir hareket biçimine dönüştürebilecek bir devrimci öznenin bu hareketin öncesinde ve (kategorik olarak) dışında kurulmuş olması gerekli. Burada hareketin dışında kurulmak, toplumdan izole olmayı değil tartihteki rolünü kavramış bilinçli bir yapı olmayı tarif ediyor. Ancak böyle bir özne bir birikimi -grevler, irili ufaklı eylemler, farklı dinamikler içinde çalışma vb.- patlama anında eskiden kopuşu mümkün kılan bütünlüklü bir siyasi önermeye dönüştürebilir. Siyasi ufku ve çelişkileri hareketin kendisini bire bir yansıtan şekilsiz bir yapı, zaten harekete içkin çelişkiler sebebiyle ve hareketle birlikte sönümlenecektir.

Bir diğer husus, burjuva demokrasilerinde olağan sayılabilecek koşullarda devrimci bir iktidarın olanaklarıyla ilgili. Az ya da çok burjuva demokratik teamüllere uygun yönetilen ülkelerde solun seçim dışı yollarla bugüne kadar iktidara gelememiş olduğunu belirten Özalp, seçimle iktidara gelen solcuların ise “halkın tam anlamıyla kendi kendisini yönetir duruma getirilmesi hedefleri doğrultusunda” ilerleme kaydedemediğini ifade ediyor ve bunun sebebi olarak da bu konuma erişen solun “toplumsal devrim hedefini pratikte bir yana bırakarak, iktidara gelmeyi ve iktidarda kalmayı başka her şeyden önemli saymaya [başlaması]” (s. 184-185) olarak okuyor. Bu yönelim ise aslında (sol siyaset sınırları içinde) sağcılaşma, sosyal demokratlaşma olarak kendisini gösteriyor. Erkin Özalp seçimlerle iktidara gelen solun devrimci bir ilerleme kaydetmesinin olanaklarını tartışıyor. Ancak burjuva demokrasilerinde seçimler, doğası gereği uzun vadeli programları silikleştiriyor. Sermaye nasıl ki tüm etik ilkeleri çiğneyerek kâr oranını artırmak zorundaysa, seçimlerde de partiler sürekli olarak oy oranlarını artırmak zorundalar. Hâl böyle olunca, Podemos örneğinde görüldüğü gibi, “önce kitlelerin kazanılması” bahanesiyle devrimci çözüm önerileri rafa kaldırılıyor ve herkesin kabul edebileceği sosyal demokrat hedeflere hapsolunuyor. Bu ise Podemos gibi popülist yapıları yok olmaktan alıkoymuyor, çünkü tam olarak bu siyaset onların varlık sebebini ortadan kaldırıyor.

Devrimcileşebilecek bir tepkiselliğin aktığı bir kanal olarak popülerlik kazanan yapılar bu tepkinin sahibi olan toplum kesiminin güncel bilinç düzeyini yansıtmaktan öteye gidemediklerinde, üstüne bir de farklı toplumsal kesimlerle ancak bir sonraki seçimde daha fazla oy almak hedefiyle ilişki kurmaya çalıştıklarında yarattıkları heyecan iyiden iyiye düşüyor. Dahası, toplumsal hareketin geri çekildiği bir dönemde seçimlerde belirli bir eşiğin üzerinde oy toplayan sol yapılar için bu, korunması gereken esas kazanım olarak görülebiliyor ve seçim odağı iyiden iyiye örgütsel çalışmanın merkezine yerleşebiliyor. Devrimci bir yükseliş için burjuva demokratik seçimlere çeşitli örneklerde özel bir anlam yüklense de bu seçimler, hem seçim yarışında programatik hattın silikleşmesine sebep olabiliyor hem de başarılı seçimler sonrasında bile düzen tarafından toplumsal dönüşüm imkânını boğan yapısal sınırlar konuluyor. Seçimler, ancak güçlü bir örgüte yaslanan partiler açısından toplumsal gücünü kanıtlamak için ve düzenin hareket kabiliyetini kısıtlayacak bir mevzi olarak ele alınmalı.

Düzen siyasetini yıpratan tepkiler, merkez siyasette çatlaklar oluştururken bu tepkileri içeren hareketleri kendiliğinden solculaştırmaz. “Aşırı sağcı hareketler de aynı tepkilerden yararlanmaya çalışır”. ve bu durumda “düzenden bağımsızlığı güvence altına alan temel hedeflerin yokluğunda, kitleselleşme, sağcılığın güç kazanmasına hizmet edebilir” (s.190). Bu temel hedefler, hem parasız eğitim, kamulaştırmalar gibi ekonomik ve kamucu nitelikte sermaye düzenini zorlayacak hedefler olduğu gibi aynı zamanda bu hedeflerin “işlevlerinden biri de kitlelerin ideolojik dönüşümüne katkıda bulunmaktır” (s. 191). Yani güncel politikadan türetilen fakat düzen dışına da düşen belirli başlıklarda mücadele yükseltilirken durağan ve sadece kitleyi genişletici değil aynı zamanda onu dönüştürücü bir perspektife de sahip olunmalıdır. Örneğin; laiklik mücadelesi verilecekse, “laikliği savunuyoruz” gibi bir slogandan ziyade kadın hareketinin güçlendirilmesi muhafazakar kadınların da bu mücadeleye kazanılmasının yolunu açabilir ve doğal olarak din temelli örgütlenmelerin etkisi kırılabilir. Devrimci olan yol, bir kavrama işaret etmekten ziyade topluma öncülük edecek türden yeni referans noktalarının oluşturulmasıdır.

Toplumsal hareketlere sebep olan tepkilerin sağ siyasetleri de güçlendirmesiyle ilgili olarak devrimcilerin bir başka görevi de yine Erkin Özalp’in belirttiği gibi ezilenler arasındaki ayrımlara karşı mücadele etmek. Bu doğrultuda, güncel devrimci mücadelede konulan temel hedefler yalnızca herkesin katılımını gözeten ekonomik talepleri aşıp yeri geldiğinde sağcılığı bilinçli şekilde ve açıkça dışlayan bir karaktere de sahip olmalı. Ezilen bir toplumsal kesimin mücadelesini görünür kılacak kardeşlik eksenli demokratik taleplerin görünür kılınması, aynı zamanda genel politik başlıklarda mücadele edilirken geliştirilen pratiklerde bu ezilen kesimlerle yan yana gelinmesi, yani yapay ayrımlarla ayrılmış kesimler arasındaki yoldaşlığın eylem alanında kurulması yine devrimci bir mücadele için önem taşıyor. Türkiye’de somutlayacak olursak, belirlenen temel hedefler açıkça görünür ve önceliklendirilmiş biçimde Kürt halkının eşit yurttaşlık mücadelesini içermeli ve bu ortak mücadele zeminini oluşturmak için çaba harcanmalı. Doğrudan ulusal soruna değen taleplerin dışında, genel siyasi gündemlerde (örneğin; tutuklu siyasetçiler için mücadele) öncelikle zaten bu tür baskılardan payını herkesten fazla alan ezilen ulus temsilcileriyle birlikte bir mücadele hattını oluşturmaya çalışmak hem ortak mücadele başlıklarını oluşturacaktır hem de belki iki taraftan da diğer ulus mensuplarının mücadelesine daha mesafeli olanları pratikte eylem alanında birleştirecektir. Bu türden bir mücadele hattı, sosyalistlerin yürüttüğü siyaseti sözde düzen dışı sağcı siyasetten kalın çizgilerle ayrıştıracaktır. Yani muhalif sağ siyasete karşı ideolojik çizgilerin belirginleştirilmesi, hiç de kitle siyasetinden geri adım atarak içe kapanan bir örgütü gerektirmemekte. Aksine, kitlesel siyasette hangi başlıkların öne çıkarılacağı bu ideolojik çizgiler doğrultusunda belirleniyor.

Kitlesel örgütlenmelerin devrimci bir dönüşüme öncülük edebilmeleri için devrimci kadroların varlığını Erkin Özalp şart olarak görüyor. Kadroyu ise sadece aktif çalışma yapan hareket/parti üyeleri olarak değil, “uzun vadeli hedefleri benimseyen” (s.195); yani aslında tarih bilinci daha gelişkin, güncele teorik bir bütünlük içinde bakabilen kimseler olarak tanımlıyor. Bunların kitle hareketi içinde azınlıkta olması neredeyse kesin görülürken bu azınlığın bir şekilde kitleyi kendisine kazanacak öncülük becerilerini gösterebiliyor olması gerekir. Bir kitle hareketi ya da kitlesel bir sol parti içinde faaliyet gösteren bu kadroların görevi, hareketi ileri taşıyacak ve ona devrim yolunda mesafe kat ettirecek tartışmaları yapmak ve ilerletici önerileri desteklemek; halk içinden çıkacak yöneticilere ve halkın kendi kendisini yönetme pratiklerine destek olmak, hem onlara öğretmek hem onlardan öğrenmek; hareket içinde belirli alanlarda uzman olan kişiler uzmanlık alanlarında harekete katkı sunarken bu değişik alanlar arasındaki çalışmanın siyasal bütünlüğünü kurmak vb. diye sıralanabilir. Her şekilde kadro, öncülük becerisini kitle içinde sınamalıdır.

Bununla birlikte bu kadrolar, tıpkı devrimci özne gibi, fiziksel olarak hareketin içinden çıksa da hareketin dışında, onu aşan bir noktada yetişmelidir. Yani devrimci kadronun oluşumu, hareketin akışına bırakılamaz, özel bir teorik çabayı gerektirir. Hareketin kendisi bir kişide dünyanın daha kapsamlı algılanması için gerekli yolları görünür kılabilir, ancak doğrudan doğruya tarihsel olanın algılanmasına sebep olmaz. Bu yüzden, hareket içinde devinen ancak hareketle sınırlanamayacak kadroların yetiştirilmesi, devrimci öznenin görevlerinden biridir. İster bir kitlesel parti olsun ister bir hareket, komünist kadrolar bu yapılarda belirleyici unsur olmaya çalışmalı, siyasi çizginin belirlenmesi için öncü tartışmalarda bulunmalı.

Peki bütün bunlar yapılırsa kitapta incelenen örnekler gibi düşmeyecek, başarılı devrimci hükümetler kesinlikle kurulabilir mi? Bunun cevabı elbette verilemez. Marksistler, geçmişin deneyimlerine ve verili koşulların sağladığı olanaklara dayanarak güncelde ne yapılması gerektiğini tartışırlar. Deneyimlerden çıkarılacak dersler genelde öznel önlemlerle ilgili olmakta ve farklı kişiler tarafından doğal olarak farklı yorumlanabilmekte. Hâlbuki bir de içinde bulunduğumuz dış dünya var. Bir devrimci özne kusursuz bir örgütlenmeyi gerçekleştirse bile düzen güçleri onu alt edebilir. Ancak öznel devrimci önlemlerin karşı devrimciler tarafından kırılma ihtimalinden daha öte bir önemi var. Siyaseten yenilirsek bir çıkış yolunu bulabiliriz, ancak devrimci iddialarımızdan vazgeçecek kadar savrulursak bu gerçek, tarihsel bir yenilgi anlamına gelir. Geçmişin deneyimi, bize geçmişte devrimci iddialarla ortaya çıkanların zaman içinde geçirdiği ideolojik dönüşümü göstermesi açısından değerli. Erkin Özalp de bu kitapta iktidarın kesin bir formülünü vermeye çalışmıyor, düzen içi seçimlerin dahi devrimci bir çizgide nasıl kullanılabileceğini tartışıyor. Değerli olan kısmı işte tam olarak burası. Kitleselleşmeyi değerli gören ama kitlelerin dönemlik desteğinin büyüsüne kapılmayan, kitlesel siyaseti kitleye öncülük ederek ve toplumsal dönüşüm perspektifiyle iç içe örgütleyen, bilinçli eylemle kendiliğinden hareketi ikisinin de kıymetini bilen bir noktadan sahiplenen, yavaş ama kararlı bir örgütsel birikimi oluşturmayı küçümsemeyecek, yalnızca halkçı bir yönetimi değil, halkın kendi kendisini bizzat yönetmesini vaat edecek bir devrimci örgütlenmenin sadece imkânını değil gerekliliğini de Erkin Özalp ortaya koyuyor. Devrim Nasıl Yapılır: Dünyada Strateji Arayışları, günümüzün entelektüel çoraklığında kesinlikle tüm devrimciler tarafından okunması ve yaygın şekilde tartışılması gereken bir eser.


BAŞA DÖNÜN ya da devam edin:


Devrim: Nasıl Olacak da Olacak?

Ali Mert / 23 Kasım 2023 / Cumhuriyet Kitap / https://alihalukimeryuz.blogspot.com/2023/12/ikisi-bir-arada-iktidar-ve-devrim-arays.html

Erkin Özalp, üçüncü kitabı Devrim Nasıl Yapılır? ile dünyadaki yakın tarihli devrimci girişimleri ve deneyimleri inceleyerek, zihnimizi ve toplumcu/devrimci mücadelenin önünü açmaya devam ediyor…

Önemli bir açılış sorusuyla başlıyor her şey: “Küçük azınlıkların büyük çoğunluklara hükmetmesine son vererek, insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlamak mümkün mü?”

Eşitlikçi, özgürlükçü, toplumcu ve ötesinde bütünüyle ortaklaşmacı bir gelecek tasavvurunun –sosyalizm, komünizm gibi kavramlar kullanılmadan– en sade, anlaşılır biçimde ifade edildiği örneklerden biriyle karşı karşıyayız herhalde. Düşüyoruz böylece açılış sorusunun, yani geleceğimize dair temel “soru”nun ve “sorun”un peşine: Küçük azınlıkların büyük çoğunluklara hükmetmesine son vererek, insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlamanın mümkün olup olmadığına…

Genel bir yaklaşıma ve 1871 (Paris Komünü)-1917 (Ekim Devrimi) hattından günümüze, toplumcu bir kopuşu sağlayan devrimlerin kategorilere ayrılmasına dayanan bir “Sunuş” bölümüyle karşılaşıyoruz ilkin. “Bazı devrimler acaba tam da bu kategorilere uymayabilir/sığmayabilir mi?”; “Yanlış mı hatırlıyorum ben, 1979 Nikaragua devrimi böyle miydi sahiden?”; “Başka dinamikler de yok muydu yahu Vietnam ya da Karanfil devriminde?”; “Kimi devrimler böyle kategorize edilmeye gelmez de şarkıdaki gibi ‘Beni kategorize etme’ mi der acaba?” gibi soru ve eleştirilerin peşinde, bu 13 maddelik bölümü daha bir dikkatle, tekrar ve tekrar okuyoruz, bazı kayıtlar düşüyoruz ama genel hatlarıyla yazar haklı galiba… Yakın geçmişteki devrimlerin nasıl gerçekleştiğine, nasıl başarıya ya da iktidara ulaştığına dair ana hatları özenle çizilmiş, bütünlüklü bir tablo var karşımızda. Her satırının altını çiziyoruz.

Peki ya yarım kalan, tam başarıya ulaşıp ulaşmadığı muamma olan ya da ilkin başarılı olduktan, başarılıymış gibi göründükten sonra orta yerde kalan veya tümüyle çöken devrimler yahut “iktidar süreçleri”, onlar ne olacak? Kitap, 20. ve günümüze kadar uzanacak şekilde 21. yüzyıldaki bu deney ve deneyimleri tartışmak, onların yaptıklarından ve yapamadıklarından, başarılarından ve başarısızlıklarından dersler çıkarmak, geleceğin devrimini aramak için yazılmış zaten. Kitabın bundan sonrasında, tek tek ülkeler ve bu ülkelerdeki devrimci girişimler/kalkışmalar özelinde, konumuz zaten hep bu!

Birbirini bütünleyen iki kitap

Devrim Nasıl Yapılır? gibi merak ve heyecan uyandıran ve “Acaba yazılanlar, 1970’lerin ‘Bomba Nasıl Yapılır?’ türünden el kitaplarına benzer bir şey mi?” diye sorduran (okudukça öyle olmadığı anlaşılan) bir başlığa sahip bu yeni kitapta, tek tek anlatılan dünyadaki devrim deneylerine/deneyimlerine geçmeden, eski kitabı bir hatırlayalım mı önce?

İlk basımını 2012 yılının Ocak ayında Yordam Kitap’tan yapan (ikinci basım yine Yordam Kitap’tan Haziran 2021’de) Teorisyeniniz Devrimciydi için Mart 2012’de Express dergisinde yazarken şöyle ifade etmişim kitabın beni yakaladığı noktayı:

“Bir yandan Kapital’in herkese karmaşık yahut ‘griymiş’ gibi gelen dünyası ve onu sadeleştirerek, bugünkü krizleri anlama çabamızın bir parçası haline getirerek anlatma ihtiyacı, diğer yanda ‘seçimlerde kazanacağı mevzilerle halkın çıkarlarına dayalı bir yönetim tarzının somut örneklerini yaratması ve bu yolla zenginlerin egemenliğine son verme mücadelesini güçlendirmesi’ gereken bir Türkiye solu tartışması ve ‘gerçekçi hedefler uğruna mücadele hedefiyle somut bazı kazanımlar elde etme’ ihtiyacı…” Bence, ilk kitabın özü buydu.

21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm alt başlığını taşıyan bu ilk kitapta, Kapital’i ve kriz dinamiklerini anlamaya çalışanlara ve iktidarı arayanlara genel olarak hitap eden ve seçimlerin bu arayıştaki ve genel olarak sosyalistlerin güç kazanma ve somut mevziler elde etme sürecindeki rolüne eğilen Erkin Özalp, bu kez, bu arayışın 21. yüzyıldaki devrimler özelinde ayrıntılarına, farklı arayış biçimlerine, dünyadan örneklere, bu örnekler arasındaki stratejik ayrımlara, coğrafyamızdaki ve dünyanın farklı coğrafyalarındaki olanaklara, doğrudan demokrasi örneklerinin nasıl sergilenebileceği gibi sorulara yöneliyor. Yeni kitabın alt başlığı Dünyada Strateji Arayışları da buna tam oturuyor bence.

Şili’den Nepal’e, Bolivya’dan Yunanistan’a

Kitabın sayfalarını çevirirken yakın tarihli devrim deneyimleri ya da deneyleri arasında tek tek dolaşmaya başlıyoruz. Şili’den Nepal’e, Bolivya’dan Yunanistan’a, İspanya’dan Avusturya’ya her bir örnekte, tüm süreç gözlerimizin önünde: Nasıl başladı, nasıl devam etti, nasıl sonlanıyor/sonlandı ve belki de en önemlisi… acaba nasıl devam etseydi sonlanmazdı, bugün de yaşıyor olurdu, tüm solculara/sosyalistlere örnek teşkil ederdi?

Venezüella’da Chavez’in önderliğinde neler yaşandı, şimdi Maduro döneminde neler yaşanıyor? İspanya’da Podemos nasıl yükseldi… peki, yükselmesine yükseldi de, sonuç ne oldu? Hakeza Syriza ne yaptı komşu Yunanistan’da, nasıl ve neden teslim oldu düzene daha sonra? Yine hemen dibimizde Rojava’da neler yaşanıyor, buradaki deneyimin artıları ve eksileri neler? Radikal demokrasi ve popülizm gibi kavram yahut yakıştırmalar ne kadar açıklıyor Podemos ve Syriza örneklerini? Belçika Emek Partisi, neler başardı/başarıyor Avrupa’nın ortasında? Tüm bu hareketler belirli başlangıç noktalarından yola koyuldular, yükseldiler, değiştiler, dönüştüler… peki ama nerelerde tıkanıp durdular, hedefe/sosyalizme ne kadar yaklaştılar, ne kadar uzağına düştüler? Halk kesimleri ne ölçüde dahil olabildi bu süreçlere, sahici bir katılım ve şeffaflık sağlanabildi mi? Yerel seçimler ölçeğinde, Avusturya’nın Graz şehrinde neler oldu, oluyor? Kazanımlar ve zaaflar neler? Yerel seçimler neden önemli, günümüzde giderek tırmanan “barınma sorunu” ile bağlantısı ne? “Belediyecilik” deyip küçümseyelim mi, doğrudan demokrasi örneklerini adım adım örecek bir süreci mi düşünmeye, tasarlamaya geçelim? Kitapta anlatılan veya SSCB örneği gibi dünyayı 70 yıl boyunca sarsan başka deneyimlerde, kazanımlar nasıl daha ileri taşınabilir(di), zaafların önüne nasıl geçilebilir(di)?

Tek tek ülke deneyimlerinden genel tartışmaya

Yakın geçmişte tek tek ülkelerde yaşanan deneyimlere, bu ve benzeri sorular eşliğinde yakından baktıktan sonra, kanaatimce kitabın en kritik bölümüne, “Genel Tartışma”ya geliyoruz en sonda.

Buraya kadar anlatılan somut örnekleri birleştiren ya da ayrıştıran soyutlamalarla, bugünümüze ve geleceğimize dair açabileceğimiz tartışmaların çerçevesini oluşturmaya ve sunmaya çalışıyor Özalp sanki.

Seçim süreçlerinde ya da belli taleplerin öne çıktığı mücadele süreçlerinde, direnişlerde, eylemlerde, etkinliklerde, işgallerde, grevlerde, barınma-sağlık-eğitim konulu dayanışma girişimlerinde vb. vb. halkın ya da halk kesimlerinin kendilerini gerçekten bu sürecin bir parçası ya da öznesi olarak hissedebileceği, somut hedeflere yürüdüğünü görüp duyabileceği açık ve şeffaf katılım kanallarını nasıl yaratabiliriz örneğin?

Doğrudan demokrasinin; halkın öylesine değil gerçekten katılımının; seçilenlerin hesap verebilirliği/geri çağrılabilirliğinin; bu arada seçildikleri konumlarda edindikleri maddi avantajlar/gelirler söz konusuysa bunların ortalama işçi ücretini aşan kısmının mücadele örgütlerine verilmesi gibi olmazsa olmaz ilkelerin; teknolojinin ve internetin olanaklarından daha fazla yararlanan katılım mekanizmalarının; halkın gerçek yararını gözeten, onların da somut olarak dokunabileceği, eyleyebileceği, katılabileceği işlerin ve dayanışma örneklerinin vb. sergilenmesi, gelecek için, geleceğimiz için ne derece kritik… kitabın başlarında anlattığı deneyimlerden çıkardığı derslerle en çok buraya yükleniyor Özalp.

Zorlu, zihni kurcalayıcı konularda böylesine açık ve berrak bir anlatım, özellikle “Marksist kuram ve siyaset ağırlıklı” yazanlar arasında çok ender rastladığımız bir meziyet. Benim gibi sözü ve cümleyi uzatarak değil, bu meziyetini ortaya koyarak anlatıyor Özalp bir de.

Sol/sosyalist partilerde, toplumun kirinden pasından uzakta, kafa dengi arkadaşlarla oluşturdukları sosyal bir ortamda takılarak oyalanmak, arada basın açıklamaları ve kampanyalarla ilgili “çalışma dönemi”ni tamamlamak isteyenler için pek değil; daha çok, gerçekten devrimi ve iktidarı arayanlar, böyle bir meselesi olanlar için yazıyor ve elimize bu alandaki ikinci kılavuz kitabını, Devrim Nasıl Yapılır? diye sorarak, bu yolda önemli tartışmalar açarak bırakıyor.


BAŞA DÖNÜN

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder