“Kapitalizmin
En Yüksek Aşaması” alt başlıklı Emperyalizm’in
bir broşür çalışması olduğu ihmal edildiğinde, iki farklı yanlışa
düşülebiliyor.
Birincisi,
emperyalizmi yalnızca Lenin’in Emperyalizm’inde
yer alan formülasyonlarla kavramaya ve açıklamaya çalışanların başarısızlığa
uğraması kaçınılmaz. Örneğin, Emperyalizm’den
hareketle “mali sermaye” ya da aynı anlama gelmek üzere “finans kapital”i
emperyalizme ilişkin her tür tartışmanın merkezine yerleştirmeye çalışanların,
ya da yine Emperyalizm’e dayanarak
kapitalizmin 20. yüzyılın başından beri bir “genel bunalım”ın içinde olduğunu
iddia edenlerin, İkinci Dünya Savaşı ile ‘70’li yıllar arasında yaşananları
anlaması olanaksız.
Lenin’in Emperyalizm’inin aslında hiçbir özgün
katkı içermeyen ve bütünlükten yoksun bir çalışma olduğunu kanıtlama çabasına
girişenler, anlamsız bir işe soyunmuş oluyor. Emperyalizm, bir “siyasal iktisat” çalışması olarak ele
alındığında, gerçekten de “bütünlükten yoksun”dur. Diğer yandan, Lenin,
çalışmasının temel kaynaklarını gizlemek bir yana, iki paragraflık ilk
önsözünde açıkça belirtiyor: İngiliz iktisatçı J. A. Hobson’ın 1902 tarihli
“Emperyalizm”i ve Avusturyalı Marksist Rudolf Hilferding’in 1910 tarihli “Mali
Sermaye”si.
Lenin’in Emperyalizm’i, 20. yüzyılın Kapital’i değildir. Zaten böylesi bir
iddiayla da yazılmamıştır. Ama Emperyalizm,
kapitalizmin 20. yüzyıldaki evrimini anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir
başvuru kaynağı olmaya devam ediyor. Diğer yandan, broşürün İkinci Dünya Savaşından
sonra eskiyen kimi yanları, ‘70’li yıllardan itibaren yeniden güncellik
kazandı. Dahası, Lenin’in Emperyalizm’indeki
kimi saptama ve tezlerin, bugün, yazıldıkları dönemde olduğundan çok daha
güncel ve çok daha geçerli olduğu söylenebilir.
Belki de
en önemlisi, Çarlık sansürü gözetilerek kaleme alınmış olmasına karşın, Emperyalizm’de yer alan siyasal
saptamaların, bu broşürün bir “iktisat” çalışması olarak okunmasını
olanaksızlaştıracak zenginlik ve derinliğidir. Emperyalizm, 20. yüzyılın en büyük devrimcisinin kaleminden
çıkmıştır ve asıl değeri de buradadır.
Yine de
işin “iktisadi” yanından başlayalım...[1]
İlk cümle...
“Sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük
işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin en
belirleyici özelliklerinden biridir.”[2]
Lenin’in Emperyalizm’i bu cümleyle başlıyor.
Kapitalizmin en yüksek aşamasının temelinde, sermayenin yoğunlaşma ve bu arada
merkezileşme eğilimleri var. Yoğunlaşma, belirli bir mal ya da hizmetin üretimi
için gerekli olan sermaye miktarının artmasını anlatıyor. Merkezileşme ise,
farklı üretim alanlarına ait sermayelerin bir araya gelmesini. Her iki eğilim
de, sermaye sahipleri ile sözcülerinin o çok sözünü ettikleri “serbest
rekabet”in altını oyuyor. Özellikle de birincisi:
“... yoğunlaşma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaştığı zaman,
kendiliğinden, doğruca tekele götürür. Çünkü, yirmi-otuz dev işletme, kendi
aralarında kolayca anlaşmaya varabilir; öte yandan, rekabetin gitgide
güçleşmesi, tekele gidiş eğilimi, açıkça, bu işletmelerin büyüklüklerinden
doğmaktadır.”[3]
Kapitalizmin
doğal ve kaçınılmaz bunalımları, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme
süreçlerini hızlandırır. Çünkü bunalım dönemleri, zayıf sermayedarların iflas
dönemleridir. İflaslar, üretim araçlarının bir bölümünün tümüyle devre dışı
kalmasına, bir bölümününse güçlü sermayedarların eline geçmesine yol açar.
Tam da bu
nedenle, tekelleşmenin ve aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin emperyalizme
dönüşüm sürecinin dönemeç noktaları, bunalım dönemleridir:
“... tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1)
Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları.
Tekeller, ancak fark edilir embriyolar halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra,
kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna
halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3)
19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900-1903 bunalımı; bu dönemde, karteller
baştan başa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm,
emperyalizme dönüşmüştür.”[4]
Büyük
işletmelerin, kendi aralarında, ürettikleri malların fiyatlarından, pazar
paylarından ya da satın aldıkları girdiler için verecekleri fiyatlardan bir ya
da daha fazlası üzerinde anlaşmaya varmaları sonucu oluşan birliklere kartel
adı veriliyor. “Serbest rekabet”in temel varsayımı, tek tek üreticilerin,
piyasanın bütünü üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmamasıdır. Büyük
işletmelerin piyasalar üzerindeki egemenliğiyle birlikte, “serbest piyasa
ekonomisi”ni savunanların en önemli argümanlarından biri olan “serbest rekabet”
fiilen son buluyor...
“Serbest
rekabet”in ortadan kaldırılmasının “kendiliğinden” olmayan bir yanı da var.
Kartellere dahil olmayan ya da onlara boyun eğmeyen işletmeler, fiyat kırma,
hammaddelerden yoksun kılma, kredileri kesme/kestirme, boykot vb. yollarla,
yani “zor” yoluyla hizaya getiriliyor: “Kendi zorbalıklarına ve tahakkümlerine
boyun eğmek istemeyen küçük işletmelerin tekeller tarafından boğulması
gerçeğiyle karşılaşıyoruz.”[5] Dolayısıyla,
“şiddet”, tekelleşmenin ve emperyalizmin tanımında var: “Egemenlik ilişkileri
ve onlarla birlikte ortaya çıkan şiddet, ‘kapitalist gelişmenin en son
aşamasında’ rastlanan tipik belirtilerdir; ve bunlar, mutlak egemenlik sahibi
tekellerin kurulmasıyla zorunlu olarak ortaya çıkması gereken ve gerçekte de
ortada olan sonuçlardır.”[6]
“İktisat”ın
sınırlarını bir miktar zorlayalım...
Bu
söylenenlerden “anti-tekel mücadele” çıkar mı, ya da çıkmalı mı?
Bir açıdan
bakıldığında, elbette! Tekelleşmeyle birlikte, “... bir avuç tekelcinin, halkın
geri kalan kısmı üzerindeki boyunduruğu yüz kez daha ağır, daha duyulur, daha
göz yumulmaz duruma gelmektedir.”[7]
İşçi sınıfı açısından, tekelci sermayenin egemenliğine karşı mücadele, yalnızca
bir zorunluluk değil, ama aynı zamanda “halkın geri kalan kısmı”na öncülük
etmek konusunda vazgeçilmez bir olanaktır.
Burjuva
ideolojisinin toplumun geniş kesimlerine hitap eden neredeyse tüm temel
argümanları, kapitalizmin “serbest rekabetçi” dönemine aittir. Sözgelimi,
“fırsat eşitliği” denen şey bile, tekellerin egemen olduğu bir düzende mutlak
olarak geçersizleşir. Burjuva ideolojisine karşı yürütülen mücadelede bu
durumun değerlendirilmemesi düşünülemez.
Ama sıra
işçi sınıfının “halkın tekel-dışı diğer tabakaları” ile ittifak kurarak
“anti-tekelci yeni bir demokrasi” ya da “anti-tekel demokratik geçiş aşaması”
için mücadele etmesine geldiğinde işler değişir. Çünkü böylesi bir “ittifak”ın,
yani işçi sınıfı ile küçük burjuvazi, köylülük ve hatta “ulusal” burjuvazinin
kuracağı bir ittifakın programında “serbest rekabet”ten başka bir şey yazamaz.
Avrupa’daki
geleneksel sol partiler tarafından uzunca bir süre boyunca savunulan bu tür bir
“anti-tekel” mücadele, her şeyden önce, Lenin’i karşıya almayı gerektirir: “...
nesnel olarak bizi tekelcilikten tekelci-olmayan bir kapitalizme geriye doğru
çeken bu ülkü [Kautsky’nin “barışçı demokrasi” savunusu], reformist bir
düzenbazlıktır.”[8] Lenin, Kautsky’ye yönelik
bu sözlerinden hemen önce, Hilferding’den şu alıntıyı yapıyor:
“Daha ilerlemiş bulunan kapitalist politikanın karşısına, günü
geçmiş serbest rekabet döneminin politikasını ya da devlet düşmanlığını
çıkarmak, proletaryanın işi değildir. ... Emperyalizme, mali-sermayenin
ekonomik politikasına proletaryanın vereceği karşılık, serbest ticaret değil,
sosyalizm olabilir. Proleter siyasetin amacı, bugün gerici bir ülkü haline
gelmiş bulunan serbest rekabet düzenini yeniden kurmak değil, kapitalizmin yok
edilmesi yoluyla rekabetin tamamıyla ortadan kaldırılmasıdır.”[9]
Tekelci
kapitalizmin yerine tekelci olmayan kapitalizmi koyma çabalarının “reformist
düzenbazlık” olarak nitelendirilmesi, yalnızca kronolojik bir geriye dönüşe
itiraz edilmesinden kaynaklanmıyor. Kendileri de rekabetin bir ürünü olan
tekeller, aynı zamanda üretimin toplumsallaşmasını, yani bireysel üretimin
yerini toplumun giderek daha kolektif nitelik kazanan üretici faaliyetinin
almasını temsil ediyor.
Marx, Kapital’in birinci cildinde, kapitalist
üretim tarzının kendi ayakları üzerinde duracak hale gelmesiyle birlikte, artık
özel mülk sahiplerinin daha fazla mülksüzleştirildiğinden söz eder:
“Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına
çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu
mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların
işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. ... Bu dönüşüm
sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye
sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik,
soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar ... .”[10]
Kapitalizmin
temel çelişkisi de, üretimin toplumsallaşması ile mülkiyetin özel ellerde
kalması arasındaki çelişkidir:
“Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp
boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve
emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla
bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel
mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”[11]
Sermayenin
yoğunlaşması ve üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının
kamulaştırılmasını ve ekonominin merkezi olarak planlanmasını fazlasıyla
kolaylaştırır. Lenin, daha 20. yüzyılın başlarında, durumu şu şekilde tarif
edebiliyordu:
“Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık bir ülkedeki,
hatta ... birçok ülkedeki, hatta hatta bütün dünyadaki bütün hammadde
kaynaklarının (örneğin demir cevheri rezervlerinin) yaklaşık bir dökümünü
yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla kalmıyor, aynı
zamanda, bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor.”[12]
Bu
noktadan sonra yapılması gereken, dev tekel gruplarının kamulaştırılmasından
ibaret!
Aradan
geçen süre içinde insanlığın bir hayli “değişim”e tanık olduğu açık. Artık
ekonomik faaliyetlerin çok daha büyük bir bölümü büyük sermayeler tarafından
denetleniyor. Dahası, bu “denetim”in araçları da bir hayli gelişti. Bilgisayar
ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde en uzak köşedeki en küçük
üretim biriminde ne olup bittiğini ya da herhangi bir pazarlama noktasında
hangi malların satıldığını herhangi bir zaman kaybı olmadan öğrenmek mümkün
hale geldi.
Reel
sosyalizm deneyimleri, merkezi planlamanın “serbest piyasa ekonomisi”ne oranla
çok daha verimli olduğunu kanıtlamıştı. Ama 20. yüzyılın planlamacıları ciddi
bir sıkıntıyla karşı karşıyaydı. Neyin nerede ne kadar üretileceğini ve nereye
ne kadar dağıtılacağını belirleyebilmek için, ülkenin dört bir yanındaki üretim
ve dağıtım birimleriyle yapılması gereken bilgi alışverişleri ciddi bir zaman
kaybına yol açıyordu. Asıl önemlisi, karşılıklı bilgi ve talep alışverişleri,
sonsuza dek sürdürülemeyecekleri için, bir noktada kesilmek zorunda kalıyordu.
Bu da doğal olarak bazen ciddi boyutlara ulaşabilen sapmalara yol açıyordu.
Bugünse,
teknolojik gelişmelerin de yardımıyla, yalnızca tek bir ülkenin değil dünyanın
dört bir yanındaki üretim ve dağıtım birimlerini merkezi olarak yönetebilen dev
tekeller, planlamanın ne denli kolaylaştığını somut olarak gösteriyor.
Diğer
yandan, üretimin toplumsallaşması oranında sermaye sahipleri tümüyle
gereksizleşiyor. Tekeller ve büyük şirketler, uzunca bir süredir, “bireysel
girişimci”ler tarafından değil, profesyonel yöneticiler ve mühendis orduları
tarafından yönetiliyor. Bunların mülkiyetini ellerinde tutanların, yani
büyüklü-küçüklü hisse senedi sahiplerinin tek yaptığı, parmaklarını bile
kıpırdatmadan kârlara el koymak. Aslında bu kadarla kalsaydı, o kadar da kötü
olmayabilirdi. Hisse senedi sahipliği, spekülatörlük anlamına geldiği oranda,
zaman zaman bizzat üretimi sabote eder hale gelmiştir.
Dolayısıyla,
başka hiçbir şey yapmadan tekellerin tüm hisse senetlerine el koymak (daha
doğrusu mevcut hisse senetlerinin geçersizliğini ilan edip bunları
kamulaştırmak) ve kârlarını toplumsal çıkarlar doğrultusunda kullanmak bile,
ciddi bir tarihsel ilerleme anlamına gelecektir.
Bu
koşullar altında “barışçı”, “serbest” ve “dürüst” rekabete ve temelini bunların
oluşturduğu bir “demokrasi”ye dönüşü talep etmek, “reformist bir düzenbazlık”
olmanın ötesinde, yine Lenin’in de vurguladığı gibi, gericiliktir.
Mali sermaye ve emperyalizm
Lenin,
Hobson ve asıl olarak Hilferding’in çalışmasından da yararlanarak, emperyalizmi
yalnızca tekelci sermayenin egemenliği ile değil ama aynı zamanda mali
sermayenin egemenliği ile tanımlar. Gerçi Hilferding’i, üretimin ve sermayenin
yoğunlaşmasının tekellere yol açması olgusunu göz ardı ettiği için eleştirir ve
emperyalizmin tanımında bu olgunun da bulunduğunu vurgular. Ama sonuç değişmez:
Lenin’e göre de, emperyalizm çağında “mali oligarşi”nin egemenliği söz
konusudur.
Bu
noktada, mali sermayenin, bir diğer deyişle parayla para kazanan sermayenin
gelişimi üzerinde bir miktar durmak gerekiyor. Bundan önce de, sermaye birikim
sürecinde karşılaşılan bir sıkıntının üzerinde...
Sermaye
birikimi, bir önceki dönemde elde edilen kârın şu ya da bu bölümünün sermaye
sahibi tarafından bireysel olarak tüketilmek yerine sermayeye dönüştürülmesiyle
gerçekleşir. Sözgelimi, sanayici kapitalist, elde ettiği kârın şu ya da bu
miktarını fabrikasını büyütmek ya da yeni bir fabrika kurmak için
kullandığında, sermaye birikimi gerçekleşmiş olur.
Ancak
sanayici kapitalist burada bir kısıtla karşı karşıyadır: Her türden yatırım,
belirli bir asgari sermayeyi gerekli kılar. Dolayısıyla, sanayici kapitalistin
belirli bir dönem içinde elde ettiği kâr, yeni bir yatırıma girişmesi için
yeterli olmayabilir. Bu durumda, yapmak istediği yatırım için gerekli sermayeyi
bir araya getirene kadar beklemek, bu süre boyunca da elde ettiği kârları bir
köşede işlevsiz bir şekilde saklamak durumundadır.
Bu durumda
olan kapitalistlerin sayısının çok fazla olmasından hareketle, kapitalist
sınıfın kasalarında çok büyük miktarlarda paranın atıl bir şekilde durması
gerektiği sonucuna varılabilir. Ama kuşkusuz gerçek hayatta böylesi bir durum
söz konusu değildir. Çünkü henüz yatırıma dönüştürülebilecek büyüklüğe
ulaşmamış olan para birikimleri, sermaye sahiplerinin bireysel kasalarında
durmak yerine, örneğin faiz karşılığında banka kasalarına aktarılır. Banka
kasalarında ise bu paraların pek sınırlı bir bölümü uzun süre kalır: Bankalar,
faiz karşılığında topladıkları paraları, daha yüksek faizlerle, yatırım yapmak
isteyen sanayici kapitalistlere aktarır. Beklenen kâr oranının kredi faiz
oranından yüksek olması durumunda, sanayici kapitalist, yıllarca para
biriktirmek yerine, kredi kullanmayı doğal olarak tercih eder.
Dolayısıyla,
bankalar ya da daha genel olarak mali sermaye, sermaye birikimini hızlandırma
rolünü üstlenmiş olur. Dahası, mali sermaye kuruluşları, yalnızca sanayici
kapitalistlerin değil, toplumun tüm bireylerinin tasarruflarını bir araya
getirdiklerinden, sanayi sermayesinin toplam yatırım potansiyelini de
genişletirler. Diğer yandan, büyük ölçekli yatırımların yapılmasını
kolaylaştırarak, sermayenin yoğunlaşmasını, yani tekelleşme eğilimini de
hızlandırırlar.
Ancak bu
arada, her bir banka, açtığı kredinin geri dönüp dönmeyeceğinden emin olmak
ister. Dolayısıyla, banka ile sanayici kapitalist arasında bir tür “denetim”
ilişkisi de kurulur. Sanayici kapitalist, yapacağı yatırımı bankalara
beğendirmek, onların onayını almak ve çoğu zaman kimi değişiklikler yapmak
zorundadır. Böylece, yaptıkları tek iş parayla oynamak olan sermayedarlar,
kendilerine bu olanağı sağlayan üretken sermayedarlar üzerinde bir egemenlik
kurma olanağına kavuşmuş olur.
Diğer
yandan, iflas etmesi durumunda, sanayici kapitalistin sermaye birikimi, yani
örneğin elindeki fabrika, bankanın mülkiyeti altına girebilir. Dahası, bankalar
zaman zaman kârlı gördükleri yatırımlar için sanayici kapitalistlere kredi
vermek yerine onlarla ortak olmayı, hatta bu yatırımları kendi başlarına
yapmayı tercih edebilirler. Kısacası, banka sermayesi ile sanayi sermayesi,
zaman içinde, şu ya da bu oranda kaynaşır.
Ama
bankaların ve diğer mali sermaye kuruluşlarının temel derdi değişmez: Onların
amacı, yalnızca ve yalnızca, parayla para kazanmaktır. Dolayısıyla, bizzat
sanayi yatırımlarına giriştikleri durumlarda bile, üretimin kendisinden çok, şu
ya da bu şekilde elde edecekleri kârla ilgilenirler.
Dolayısıyla,
bazı sanayi yatırımlarını yapmak için, yalnızca yeni kurulacak olan bir
şirketin hisse senetlerinin borsa aracılığıyla yüksek fiyatlarla satılma
olasılığı yeterli bulunabilir. Hisse senetleri satıldıktan sonra, kurulan
fabrikanın hiçbir iş yapamadan iflas etmesinin herhangi bir sakıncası bulunmaz.
Marx’ın dediği gibi:
“Odak noktası sözde ulusal bankalar ile büyük para tüccarları ve
bunların çevresindeki tefecilerden oluşan kredi sistemi, büyük bir
merkezileşmeyi içermekte ve bu parazitler sınıfına yalnızca, zaman zaman
sanayici kapitalistleri soyma olanağını vermekle kalmamakta, aynı zamanda da
fiili üretime en tehlikeli biçimde burnunu sokma gücünü vermektedir -ve bu
çete, üretim konusunda hiç bir şey bilmediği gibi, onunla en ufak bir ilgisi de
bulunmamaktadır.”[13]
Tüm bu
söylenenlerden, kapitalizmin tarihsel eğiliminin mali sermayenin egemenliğini
kurmak ve pekiştirmek olduğu sonucu çıkarılabilir mi?
Yalçın
Küçük’ün yanıtı şu şekilde:
“Hilferding, hem geçici ve hem de yerel olan bir olguyu, büyük bir
abartma ile, dünya kapitalizminin temel özelliklerinden birisi haline
getiriyor; banka sermayesinin, sanayi sermayesine egemenliğini bir temel kural
sayıyor. O zaman doğru değildi; daha sonraki zamanlarda ise pek çok zaman doğru
olmadı. Banka sermayesi tarihin belli bir kesitinde sadece ve sadece Almanya ve
Avusturya’da belirleyici bir duruma geldi, diğer ülkelerde hep tabi bir rol
oynuyor.”[14]
Küçük’ün
daha “net” bir yanıtı daha var:
“... tarihin sadece belirli kesitlerinde Almanya hariç finans
kapitalin modern ekonomileri yönettiği iddiası bir saçmalıktır.”[15]
“Saçmalık”,
görünürde yalnızca Hilferding’e atfediliyor. Ama, mali sermaye egemenliği
konusunda Hilferding’le büyük oranda ortaklaşan Lenin’in şu sözlerinin aynı
kapsamda değerlendirilmesi gerekeceği açık değil mi:
“... tekeller bankalardan çıkmıştır. Eskiden mütevazı birer aracı
olan bankalar, bugün mali-sermaye tekelini ellerinde tutmaktadırlar. En
gelişmiş kapitalist ülkelerdeki üç-beş büyük banka, sınai sermayenin ve banka
sermayesinin ‘kişisel birliği’ni gerçekleştirmiş ve bütün ülkelerdeki sermaye
ve gelirin en büyük bölümünü oluşturan milyarların denetimini kendi ellerinde
toplamış bulunuyorlar. Günümüz burjuva toplumunda, istisnasız, bütün ekonomik
ve siyasal kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş bir
mali-oligarşi: tekelin en çarpıcı özelliği budur.”[16]
Yalçın
Küçük, banka sermayesinin sanayi sermayesine egemenliğinin bir kural olmadığını
vurgularken, son derece haklı. Örneğin, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonu
ile ‘70’li yıllar arasındaki dönemini mali sermaye egemenliği ile açıklamaya
kalkışmak ciddi sıkıntılar doğuracaktır. Bu dönemin belirleyici ve sürükleyici
güçleri, bankalar değil, sanayi tekelleridir.
Ancak
herhalde, Lenin’in “saçmalık” olarak nitelendirilebilecek kadar kötü bir
iddiayı neden benimsediği üzerinde de durmak gerekiyor. Elinde yeterince kaynak
bulunmadığı, yeterli araştırmayı yapamadığı ve Hilferding’e mahkum olduğu için
mi? Bunun yetersiz bir açıklama olacağına inanıyorum...
Bu
tartışmaya geçmeden önce bir parantez: Almanya’da ve kapitalistleşme sürecine
geç başlayan kimi ülkelerde büyük bankaların devlet eliyle kurulması ve teşvik
edilmesi, sermaye birikimini sağlamanın temel yollarından biri haline gelebildi.
Kapitalistleşme yoluna geç girenler, sınai yatırımlar için gerekli sermaye
miktarlarının büyüdüğü bir dönemde, büyük bankalara daha fazla ihtiyaç duydu.
Nitekim Türkiye’de de Türkiye İş Bankası’nın kuruluşu ve bankacılık sektöründe
hızlı bir tekelleşmenin devlet eliyle desteklenmesi, hatta zorlanması, bu
ihtiyacın bir ürünüydü. Mevcut sermaye sahiplerinin elinde yeterli sermayenin
bulunmadığı koşullarda bankalara daha fazla rol düşebildi.
“Saçmalık”
meselesine dönersek... Yalçın Küçük’ün göz ardı ettiği, mali sermayenin
ekonominin bütünü içindeki ağırlık ve rolünün sabit olmaması.
Kapitalizmin
olağan büyüme dönemlerinde tekelci sanayi sermayesinin egemenliği gerçekten de
bir kural niteliğini taşıyor. Bankalar bu dönemlerde tümüyle önemsizleşmiyor
elbette; ama son sözü söyleme gücünden yoksun kalıyorlar.
Buna
karşın, kâr oranlarının düşme eğiliminin yol açtığı bunalımlar, “hayali
sermaye” birikiminin ve dolayısıyla mali sermayenin önünü açıyor. Kârlı yatırım
alanlarının sınırlandığı bir dönemde parayla para kazanma eğilimi, sanayici
kapitalistlere de daha fazla sirayet ediyor. Diğer yandan hayali sermaye
birikimi, bunalımın bir ürünü olan eksik tüketim (ya da aşırı üretim) sorununun
hafifletilmesini sağlıyor.
“Hayali
sermaye” birikimi nasıl gerçekleştiriliyor? Asıl olarak kimi “kağıt”lar çıkarma
yoluyla...
Sözgelimi,
bir sermayedar, sahip olduğu bir fabrikanın hisse senetlerini borsada
sattığında, sermayesinin bir bölümünü iki katına çıkarmış olur: Fabrikası,
sermaye olarak işlevini yerine getirmeye devam etmektedir zaten. Diğer yandan,
eline bir de fazladan para geçmiştir. Diğer yandan, bu fazladan parayı
verenlerin elinde artık üzerinde “hisse senedi” yazan kağıtlar vardır ve onlar
da bu kağıtları gerçek birer değer taşıyorlarmış gibi kullanma, alıp satma
olanağına sahiptir.
Sonra,
fabrika üretimine eskisi gibi devam ederken (hatta belki edemezken!), borsadaki
hisse senetlerinin değeri yükselmeye başlar. Bazen beş, bazen on, bazen de daha
fazla katına... Bu yükseliş, borsada “oynayan” herkesin çıkarınadır: Bir lira
vererek alınan kağıtları bir süre sonra 10 lira vererek satmaktan daha güzel ne
olabilir? Bu şekilde yaratılan bir balonun patlamasını kim ister?
Çok sayıda
kağıt aynı anda elden çıkarılmak istenmediği sürece, balon istendiği kadar
şişirilebilir. Ve balon şiştikçe, kağıt üzerindeki zenginlik de büyür.
Bu arada
şirketlerin “halka açılma” oranının yükseltilmesi, şirket sahipleri açısından
giderek daha kârlı hale gelir. Hisse çıkarıp satmak, üretimle uğraşmaktan hem
çok daha kolay, hem de kârlıdır... Diğer yandan, hisse senedi sahipleri de,
“klasik” birer patron gibi davranmaz. İşlerin yolunda gitmediğini
düşündüklerinde, ellerindeki hisseleri satıp başka şirketlerin hisselerini
alıverirler. Bu durumda, şirketleri yöneten profesyonel yöneticiler açısından
temel kaygı, ücret ve primlerini koruyabilmek ve yükseltebilmek için, hisse
senedi sahiplerinin kısa vadeli beklentilerinin karşılanması olur.
Yani,
yaratılan sermaye birikimi “hayali” olsa bile, sonuçları son derece gerçektir!
Bir diğer
“hayali sermaye” kaynağı, devletin borçlandırılmasıdır. Devlet, çıkardığı
kağıtlar (hazine bonoları, devlet tahvilleri vb.) karşılığında topladığı
paraları harcar (yani büyük oranda sermayedarların hizmetine sunar). Ama bu
arada söz konusu kağıtlar da piyasada gerçek birer değer taşıyıcısı gibi el
değiştirir. Devlet borçlanmasının da bir sınırı yoktur: Bu borçların yine
borçla ödeneceğine inanıldığı sürece, bankaların temel bir faaliyeti
topladıkları paraları devlet kağıtlarına yatırmak olur.
Hayali
sermaye birikimi, yani mali sermayenin giderek büyümesi, bunalım dönemlerinde,
ayakta durmak isteyen tekelci sermayeler açısından, bir olanak olmanın
ötesinde, zorunluluktur. Ve bu dönemlerde sanayi sermayesi ile mali sermaye
gerçekten de fazlasıyla iç içe girer. Bunalım dinamiklerini daha da
güçlendirmek pahasına... ‘70’li yıllardan bu yana olduğu gibi...
Lenin’in
emperyalizm çözümlemelerini yaptığı dönemde kapitalist dünyanın hegemon gücü
İngiltere’dir. Ama İngiltere açısından durum hiç de iç açıcı değildir.
19.
yüzyılın lider kapitalist ülkesi, bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren
Almanya ve ABD’nin rekabetiyle karşılaştığında, ciddi bir açmaza sahipti:
Giderek eskiyen teknolojisi, yani mevcut sermaye yapılanması. Kâr oranları
gerileyen İngiltere’nin önünde iki seçenek vardı: Mevcut sermaye yapılanmasını
bir kenara bırakarak şu ya da bu oranda baştan başlamak, ya da emperyalist
dünyanın en büyük ekonomik, siyasal ve askeri gücü olmanın olanaklarından daha
fazla yararlanarak konumunu korumaya çalışmak.
Birincisi,
iradi olarak seçilebilecek bir çıkış yolu değildi: Mevcut sermaye
yapılanmasının bir kenara bırakılması ile mevcut sermayedarların sermayelerini
yitirmesi aynı anlama geliyordu ve bunlar elbette böylesi bir yola girilmesini
engellemek için ellerinden geleni yaparlardı. Doğal olarak ikinci yol seçildi.
1873 ile
1896 yılları arasındaki “Büyük Bunalım”, asıl olarak İngiltere’nin bunalımıydı.
Aynı dönem, Almanya ve ABD açısından olağanüstü bir gelişme dönemiydi. Ve
İngiltere’nin kendi bunalımına verdiği yanıtlardan biri, bir mali sermaye
merkezi haline gelmek oldu:
“Britanya’nın sanayisi durgunlaştıkça, finansman kesimi başarı
kazandı ve gemi taşımacısı, tüccar ve aracı olarak dünya ödemeler sistemi
içindeki hizmetleri daha da gerekli bir duruma geldi. Aslında, Londra dünyanın,
temelinde pound sterlin olan gerçek iktisadi merkezi olabildiyse, bu durum 1870
ile 1913 tarihleri arasında gerçekleşti.”[17]
Dolayısıyla
ve tekrar edersek: Mali sermaye egemenliği, tekelleşme eğiliminden çok,
bunalımın bir ürünü oluyor. ‘70’li yıllardan bu yana olduğu gibi...
Sermaye ihracı ve dünyanın
paylaşılması
“Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt
edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin
ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.”[18]
Lenin,
“Sermaye İhracı” başlığını taşıyan bölümün ilk cümlesini yukarıdaki şekilde
yazdıktan sonra, uzun olmasına karşın aktarılması son derece gerekli şu
satırları kaleme alıyor:
“İşletmelerin, sanayilerin ve farklı ülkelerin, eşit olmayan ve
kesintili gelişmeler içinde oluşu, kapitalist rejimde, kaçınılmazdır. İlk
kapitalist ülke olan İngiltere, 19. yüzyılın ortalarına doğru serbest ticareti
kabul ederek, ‘bütün dünyanın atelyesi’ olmak, bütün ülkelere, aldığı hammadde
karşılığında mamul eşya vermek iddiasındaydı. Ancak İngiltere, 19. yüzyılın son
çeyreğinde, bu tekel konumunu yitirmeye başlamıştır; çünkü kendilerini ‘koruyucu’
gümrük tarifeleriyle savunan diğer ülkeler de gelişerek, bağımsız kapitalist
ülkeler haline gelmiştir. 19. yüzyılın eşiğinde ayrı bir tekel türünün
kurulduğu görülüyor: ilkin, bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde tekelci
kapitalist birleşmeler; sonra, sermaye birikimi dev ölçülere ulaşmış çok zengin
bazı ülkelerin kurduğu tekel durumu. Böylece ilerlemiş ülkelerde muazzam bir
‘sermaye fazlası’ meydana gelmiş bulunuyor.”[19]
Bunalıma
giren ve kârlı yatırım alanları bulmakta giderek daha fazla zorluk çeken
İngiltere, sermaye ihracının ve aynı anlama gelmek üzere yeni sömürgeleştirme
hareketinin öncüsü ve bu konuda Maurice Dobb’un deyimiyle bir “pastırma yazı”nı
getirebilecek kadar başarılı oluyor:
“İngiltere’de, 1896-1914 yılları arasındaki yeni refah evresinin
gelmesinde, sermaye ihracının canlanmasının ve yeni emperyalizmin sağladığı
olanakların temel etken olduğu kuşku götürmez. Bu ‘pastırma yazı’, Büyük
Depresyonun izlerinin hafızalardan silinmesine yol açtı.”[20]
Sömürgeleştirilen
ülkelere yönelik sermaye ihracı, sanayideki rekabet avantajını yitiren
İngiltere açısından iki işleve birden sahiptir. Birincisi, geri kalmış
ülkelerdeki emek gücünün ucuzluğu, kâr oranlarındaki düşme eğiliminin
durdurulmasını ya da yavaşlatılmasını sağlar. İkincisi, yalnızca sanayi
sermayesi değil ama aynı zamanda mali sermaye ihracı da (muhtelif borçlandırma
biçimleriyle) gerçekleştirilir ve bu ikincisi örneğin meta ihracatının da
artırılmasını sağlar:
“Tekeller ... her yere kendi ilkelerini götürüyor: kazançlı
alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkiler’in
alması bundandır. En fazla rastlanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç
veren ülkelerden yapılacak satın almalara, özellikle savaş araçları ya da gemi
alımlarına harcanması koşulunun ileri sürülmesidir. ... böylece, sermaye
ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir.”[21]
Dolayısıyla,
sermaye ihracı da, kapitalizmin gelişimi içinde düz bir çizgi boyunca artmaz.
Dünya kapitalizminin büyüme dönemlerinde emperyalist ülkelerden sermaye ihracı
ikincil önem taşır ve sınırlı boyutlarda kalır. Buna karşın bunalım
dönemlerinde, tek tek emperyalist ülkelerin kendi içlerindeki kârlı yatırım
olanaklarının sınırlanmasıyla birlikte, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist
ülkelerin sömürülmesi daha bir önem kazanır ve hem sanayi sermayesi hem de mali
sermaye ihracı artar. Yine ‘70’li yıllardan bu yana olduğu gibi...
Tüm
bunlar, emperyalist ülkelerin her zaman aynı derecede “sömürgeci” olmadıkları
anlamına da geliyor.
20.
yüzyılın belirli bir kesitinde ve belirli kapitalist ülkelerde şu ya da bu
oranda ulusal nitelik taşıyan kalkınma deneyimlerinin yaşanabilmiş olmasında,
uluslararası siyasal dengelerin ve özelde Sovyetler Birliği’nin varlığının
önemli payı bulunmaktadır. Ama özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi ele
alırken, gelişkin kapitalist ülkelerin bir büyüme dönemi içinde olduğunu da
hesaba katmak gerekmektedir.
Emperyalist
ülkelerin sömürgeciliğini tek başına eksik tüketim sorununa bağlayan ve bu ülkelerin,
sömürgeleri olmasa, tek bir gün dahi ayakta kalamayacağına inanan Marksistler,
dünya kapitalizminin büyüme dönemleri söz konusu olduğunda, yanılıyor. Yine
aynı nedenle, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya devriminin yolunun
emperyalist ülkelerin “pazarını daraltmak”tan geçtiğini düşünen ve sosyalizmi
olmasa bile en azından emperyalist ülkelerle ilişkilerini en aza indirerek
ulusal kalkınma modellerini benimseyen ülkelerin sayısındaki artışla birlikte
emperyalizmin “genel buhran”ının derinleşeceğini varsayan Marksistler de
yanıldı.
Bu
tartışma neden önemli?
Her şeyden
önce, kapitalizmin büyüme dönemlerinde iş görebilen kimi stratejilerin bunalım
dönemlerinde geçersizleşeceğini görebilmek için.
Sosyalist
olmayan bir “ulusal kurtuluşçuluk”un, ‘40’lı yıllar ile ‘70’li yıllar arasında,
göreli bir başarı kazanma şansı vardı. Hem Sovyetler Birliği’nin varlığı
nedeniyle, hem de emperyalist ülkeler açısından az gelişmiş ve orta
gelişkinlikteki kapitalist ülkeleri giderek daha fazla sömürmenin bir ölüm-kalım
sorunu olmaması nedeniyle. Oysa dünya kapitalizminin yeni bir bunalım dönemine
girmesiyle birlikte işler değişti...
Avrupa
Birliği’nin ya da özelde Almanya’nın “o kadar da sömürgeci olmadığı” izlenimi
de, ikinci savaş sonrası dönemin kimi özelliklerinin bugün de devam ettiği
yanılsamasına dayanmaktadır. Oysa Almanya, dünyanın ve kendisinin gerçekten de
“değiştiğini”, örneğin Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni ilhak ettikten sonra çok
somut olarak göstermiştir. Bugün “birleşik” Almanya’nın doğusunda işsizlik
oranı batıdakinin iki katı, ücretlerse daha düşüktür. Ama buna rağmen, Alman
sermayedarları, yatırımlarını ücretlerin daha da düşük olduğu Doğu Avrupa
ülkelerine yapmayı tercih edebilmektedir. Yine aynı Almanya’nın başka ülkelere
müdahale edebilecek bir askeri güç yaratmaya yönelik çabaları ve bu arada bir
Avrupa Ordusu’nun kurulması da herhalde dünyaya daha fazla “barış” getirmek
için olmasa gerek!
Meşhur “ultra-emperyalizm”
meselesi...
Kautsky,
emperyalistlerin kendi aralarında anlaşarak savaşların bittiği ve tüm dünyanın
“barış içinde” ve ortaklaşa sömürüldüğü bir evreyi, yani “ultra-emperyalizm”
aşamasını başlatabileceklerini ileri sürüyor. Lenin, bu tezi, “ultra-saçma”
olarak nitelendiriyor. Daha açık olarak:
“Kautsky’nin ultra-emperyalizm hakkındaki hiçbir anlam taşımayan
sözleri de, öbür sözleri gibi, emperyalizm savunucularının değirmenlerine su
taşıyan çok yanlış bir fikri, mali-sermaye egemenliğinin, dünya ekonomisindeki
eşitsizlikleri ve çelişkileri azaltacağı fikrini desteklemektedir. Oysa,
gerçekte, mali-sermaye bu eşitsizlikleri ve çelişkileri artırır.”[22]
Mali
sermayenin eşitsiz gelişmeyi derinleştirdiğini ve kapitalist düzende
eşitsizliklerin şiddete yol açtığını vurgulayan Lenin, Japonya gibi yeni
emperyalist kuvvetlerin ortaya çıkışının da dünya emperyalistleri arasındaki
mücadeleyi kızıştırdığını söyler. Ve son olarak:
“Sorun şudur: bir yandan, üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye
birikimi arasında; öte yandan, mali-sermaye için sömürgelerin ve ‘nüfuz
bölgelerinin’ paylaşılmasında mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması
konusunda, kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka bir araç var mıdır?”[23]
Yine
Lenin’e göre, emperyalistler arasındaki barışçı ittifaklar, savaşlar arası
dönemler boyunca hüküm sürer, savaşların sonucunda ortaya çıkarlar ve savaşlara
yol açarlar.
Tartışma
konusu, emperyalist ülkelerin az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist
ülkelere açtığı savaşlar ya da bu ülkeleri savaşa sürüklemeleri değil.
Emperyalizmin bu türden savaşlar çıkarmadan yapamadığını, zor kullanımının
emperyalizmin ayrılmaz bir parçası olduğunu kanıtlamak için özel bir çaba
harcamaya bile gerek yok. Tartışılan, emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki
savaşların kaçınılmaz olup olmadığı.
Aslında,
Kautsky’nin kastettiği türden olmasa bile, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bir
“ultra-emperyalizm” dönemi yaşanmıştı. Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı çalışmasından aktarırsak:
“Ondokuzuncu yüzyıl, batı uygarlığı arşivlerinde menedi duyulmamış
bir olguya yol açtı: 1815-1914 arasındaki yüz yıllık barış. Az çok bir sömürge
olayı olan Kırım Savaşı dışında, İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya, İtalya
ve Rusya birbirleriyle yalnızca topu topu on sekiz ay süren savaşlara
giriştiler.”[24]
Polanyi,
sözünü ettiği olguyu şu şekilde açıklıyordu:
“Bu inanılmaz başarıyı açıklayabilmek için, yeni ortam içinde
hanedanların ve piskoposların rolünü üstlenip barış çıkarına etkinlik
sağlayabilen gizli kalmış çok güçlü bir sosyal araç kullanmamız gerekiyor. İşte
bu adı konulmamış unsur uluslararası bankacılar çevresinin oluşturduğu büyük
finans çevreleriydi (haute finance).”[25]
Karl
Polanyi, zayıf ülkelere karşı acımasız güç kullanımından da, emperyalistler
arasındaki savaşların engellenmesinden de aynı “sosyal araç”ı sorumlu
tutuyordu:
“Hemen hemen her savaş mali sermaye tarafından örgütleniyordu, ama
barışı örgütleyen de oydu.”[26]
Polanyi’nin
açıklamasında temel bir sorun var. Mali sermaye, ancak 19. yüzyılın sonlarına
doğru dünya kapitalizminin belirleyici bir gücü haline geliyor.
Emperyalistler
arasındaki bir savaşın mali sermaye açısından özellikle tehlikeli olduğu
doğrudur. Böylesi bir savaş, tüm hayali sermaye birikiminin bir anda yok
olmasıyla sonuçlanır. Dolayısıyla, mali sermayenin büyük ölçekli savaşları
engellemek için elinden geleni yapması doğaldır.
Aslında,
giderek daha fazla yıkıcılaşan savaşlar, yalnızca mali sermaye açısından değil,
sanayi sermayesi açısından da tehlikelidir. Geçmiş yüzyılların savaşlarından
farklı olarak modern savaşlarda büyük kentler, büyük ölçekli işletmeler ve
altyapı tesislerinin de hedef alınması nedeniyle, sermaye sahipleri büyük
ölçekli savaşlara girişilmesini kolay kolay istemez.
Ne var ki,
sermaye sahipleri bunalımların çıkmasını da istemez!
Sermaye
sahiplerinin kendi aralarında anlaşarak bunalımsız bir kapitalizm yaratmaları,
“teorik olarak”, mümkündür: Teknolojik gelişmeyi tümüyle durdurarak farklı
üretim sektörleri arasında bir denge kurmaları halinde bunalımların patlak
vermesi için herhangi bir neden kalmaz... Ama böylesi bir “anlaşma”, sermaye düzeninin
özüne aykırıdır. Çünkü, bu anlaşmayı bozarak kâr edebilecek olan
sermayedarların, sermaye sınıfının bütünsel çıkarları adına, bu olanaktan vazgeçmelerini
gerektirir. Oysa kâr hırsı ile sermaye birbirlerinden ayrılamaz. İkincisi
ortadan kaldırılmadan birincisini ortadan kaldırmak mümkün değildir!
Tek bir
ülkenin kapitalistleri bunalımları önlemek üzere aralarında anlaşmaya varamasa
bile, farklı ülkelerin kapitalistleri arasında rekabeti sınırlandırmaya ve
böylelikle büyük savaşları önlemeye yönelik bir anlaşmaya neden varılamasın?
Dünya
kapitalizminin büyüme dönemlerinde böylesi bir anlaşmaya varmak için
görüşülmesine bile gerek yoktur. Her bir emperyalist ülkenin sermaye
sahiplerinin daha çok kendi ülkelerindeki kâr etme olanaklarını değerlendirdiği
bu dönemlerde emperyalist savaşlara girişmenin zaten bir gereği yoktur.
Buna
karşın dünya kapitalizminin büyük bunalım dönemleri, sermaye açısından, ölüm kalım
dönemleridir. Ölüm kalım dönemlerinde içeride işçi sınıfına saldıran
sermayedarlar uluslararası ölçekte ise bir paylaşım mücadelesine girişirler. Bu
mücadelede en önemli dayanak noktaları kendi devletleridir:
“Büyük Bunalım çağının, yani sanayi ve ekonomi açısından
birbiriyle rekabet halindeki bir grup gelişmiş gücün ortaya çıkmasının bir
başka sonucu..., siyasi ve iktisadi rekabetin birleşmesi, özel girişimin devlet
desteğiyle birleşmesidir ve korumacılığın artışı ve emperyalist çekişme
biçiminde ortaya çıkmıştır. İş dünyası devlete, yalnızca kendisine şu ya da bu
biçimde el uzatması için değil, aynı zamanda kendisini koruması için de giderek
daha fazla çağrıda bulunmaya başladı. Uluslararası politikaya yeni bir boyut
eklendi. Daha da önemlisi, uzun bir genel barış döneminden sonra, büyük güçler
tekrar bir dünya savaşları çağına girdiler.”[27]
Birinci ve
ikinci dünya savaşları (ikinci savaş, asıl olarak sosyalizme karşı yürütülmüş
olsa bile, aynı zamanda emperyalistler arası bir boyuta da sahiptir),
Kautsky’nin tezini o dönem için somut olarak çürütmüştü. Ya bugün?
Önce bir
hatırlatma: Emperyalist ülkelerin savaşa girişmelerini zorlaştıran faktörlerden
biri de, aralarındaki hiyerarşidir. ABD ve Almanya, daha 1880’lerde, kimi
ekonomik göstergeler açısından İngiltere’yi geride bırakmıştı. Ama mali, siyasi
ve askeri gücünü kullanan İngiltere, 1914 yılına kadar, bir dünya savaşının
çıkmasını önleyebildi. Diğer yandan, İngiltere’nin emperyalist dünyanın
liderliği rolünü ABD’ye bırakması için İkinci Dünya Savaşı’nı beklemek gerekti.
Bugünse,
ABD, dünyanın en büyük mali, askeri ve siyasi gücü olarak, emperyalistler
arasında bir savaş çıkmasının önündeki en büyük engeldir! Bu açıdan
bakıldığında, Yıldız Savaşları projesini son derece “barışçıl” bir girişim
olarak değerlendirmek mümkündür. Ne de olsa emperyalizmin dünyasında barışı
sağlamanın en güvenilir yolu zor kullanma tehdididir.
ABD’nin
rakibi durumundaki emperyalist ülkelerse, kısa vadede onunla boy ölçüşebilecek
bir askeri güç yaratabilecek durumda değildir. Dolayısıyla, yine kısa vadede
emperyalistler arası bir savaşın gündem dışı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ancak
herhalde bu söylenenlerden, emperyalist savaşlar döneminin kesin olarak
kapandığı sonucu çıkarılamaz! Hele Kautsky’nin formüle ettiği biçimiyle...
Dünya
kapitalizminin bunalımı, kısa vadede patlak verecek bir emperyalist savaşın zeminini
hazırlamasa bile, emperyalistler arasındaki rekabetin giderek şiddetlenmesini
sağlıyor. Avrupa Ordusu girişimi, elbette yakın bir gelecekte ABD ile savaşa
girişme hesabıyla kurulmuyor. Ama bu ordunun AB ülkelerinin kendilerini üçüncü
bir gücün tehdidi altında hissetmesi nedeniyle kurulmadığı da açık. Avrupalı
emperyalistlerin yeni bir ordu kurma ihtiyacını duymasını, mevcut ve müstakbel
sömürgelerini kontrol altında tutma kaygısından başka bir şeye bağlamak mümkün
olabilir mi?
Gelenek’in geçen sayısındaki yazımda
tartıştığım üzere, dünya kapitalizminin yakın gelecekte bunalımını
aşabileceğine ilişkin herhangi bir veri bulunmuyor. ABD dışındaki kimi
emperyalist güçlerin yeni bir sermaye yapılanmasına geçmek doğrultusunda ciddi
adımlar atmaları bu türden bir veri olurdu; ama böylesi bir durum söz konusu
değil.
Bunalımın
sürmesi ve bu arada zaman zaman çöküşlere yol açması, emperyalist ülkeler
arasındaki rekabeti daha da şiddetlendirecek. Diğer yandan, kapitalist zincirin
kimi halkalarının koparılmaya başlaması, emperyalist ülkeler açısından, başlı
başına son derece ciddi bir bunalım dinamiği olacaktır.
Bu noktada
hesaba katılması gereken bir dinamik daha var: Bunalım dönemi uzadıkça,
emperyalist ülkelerin kendi içlerindeki toplumsal çelişkiler de derinleşiyor.
Emperyalist ülkelerin ölüm kalım mücadelesi yürüten sermaye sınıfları, yalnızca
az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin halklarına değil, ama
aynı zamanda kendi ülkelerindeki işçi ve emekçilere de giderek daha şiddetli
bir şekilde saldırıyor. Emperyalistler, kendi ülkelerindeki işçi ve emekçilere
saldırmak konusunda da rekabet ediyor.
Söz konusu
saldırılar, özellikle kıta Avrupası’nda, sermaye egemenliğinin toplumsal
dayanak noktalarını da zayıflatıyor. Sınıf mücadeleleri tarihinin de ürünü
olarak devlete yüklenen toplumsal sorumlulukların görece fazla olduğu Avrupa
ülkelerinde, devlete dönük somut beklentilerin yerini küreselleşmeye dair
gevezeliklerin alması o kadar kolay olmayacaktır.
Dolayısıyla,
bunalımın yıkıcı sonuçlarının arttığı dönemlerde Avrupalı işçi ve emekçilerin
tepkilerini ne şekilde dışa vuracakları, ciddi bir mücadele konusudur. Bu
arada, Avrupalı emperyalistlerin, kendi ülkelerinin işçi ve emekçilerini,
kapitalist sistemden kopmayı tercih eden ülkelere açılacak savaşları
desteklemeleri konusunda ikna etmeleri de bir hayli zor olacaktır. Dahası, bu
türden girişimlerin ters tepmesi olasılığı düşük değildir. Bu olasılığı
artırmaksa, gerek kapitalist sistemden kopan ülkelerin komünistlerinin, gerekse
Avrupalı komünistlerin temel faaliyeti olacaktır.
Lenin’in
“ultra-emperyalizm” teorisine dönük temel itirazını da benzeri bir çerçevede
değerlendirmek gerekiyor:
“... Kautsky’nin teorisinin tek nesnel, yani gerçek toplumsal
önemi şudur: en gerici bir amaçla, kapitalizm içinde sürekli barışın olanaklı
olduğu umudunu uyandırarak, dikkatleri günün keskin uzlaşmaz karşıtlıklarından
ve ağır sorunlarından çevirip, gelecekteki düşsel bir ultra-emperyalizmin yalan
umutlarına doğru yönelterek yığınları avutmak.”[28]
Ya da, 1920
tarihli önsözünde yazdığı gibi:
“Genel olarak devrimci proletarya hareketi, özel olarak da
komünist hareket, ... ‘kautskicilik’in teorik hatalarını tahlil edip ortaya
koymadan edemez. Hele, hiçbir zaman Marksizmi önermeyen, ama tıpkı Kautsky ve
takımı gibi emperyalizmin çelişkilerindeki derinliği ve meydana gelmesine neden
olduğu devrimci bunalımın kaçınılmaz niteliğini örtmeye çalışan pasifizm ve
‘demokratizm’ akımlarının dünyanın her yanında hala çok yaygın olması bu durumu
daha da geçerli kılmaktadır.”[29]
Akla AB’ciler
gelmiyor mu?
Bir parantez: “Avrupa Birleşik
Devletleri Sloganı Üzerine”
Lenin, Emperyalizm’de, olası bir “Avrupa
Federasyonu”nu ciddi bir tehlike olarak değerlendiren Hobson’a hak verir.
Hobson şunları söylemektedir:
“Batı devletlerinin geniş bir ittifakı, büyük devletlerden meydana
gelmiş bir Avrupa Federasyonu, bize, işte bu olanakları sunmaktadır: evrensel
uygarlığı ilerletmekten uzak olan böyle bir birlik, büyük bir Batı asalaklığı
tehlikesi getirecektir ... .”[30]
Lenin,
“Avrupa Birleşik Devletleri”ne giden yolun, emperyalist güçlerin herhangi bir
direnmeyle karşılaşmadığı durumda ulaşılacak sonuç olduğu noktasında da
Hobson’la ortaklaşır. Yalnızca, Hobson kötümser, Lenin ise iyimserdir!
“Avrupa”
ya da “Batı Avrupa Birleşik Devletleri”, güncel olmamakla birlikte, dönemin
sosyalistleri tarafından tartışılan bir slogandır. Rusya Sosyal Demokrat İşçi
Partisi’nde de, “Alman, Avusturya ve Rus monarşilerinin devrimle alaşağı
edilmesi” yoluyla ulaşılacak bir cumhuriyetçi Avrupa Birleşik Devleti hedefinin
sloganlaştırılması tartışılmıştır. Kısacası, o dönemde tartışılan Avrupa
Birleşik Devletleri ile bugünün AB’si arasında pek fazla akrabalık
bulunmuyor...
Ancak
Lenin, bu slogana bile itiraz eder! “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı
Üzerine” başlıklı ve 1915 tarihli makalesinde şunları söyler:
“Emperyalizmin ekonomik koşulları -yani sermaye ihracı ve dünyamın
‘ileri’ ve ‘uygar’ sömürgeci güçler arasında paylaşılmış olması- açısından,
kapitalizm altındaki bir Avrupa Birleşik Devletleri ya olanaksızdır ya da
gericidir.”[31]
Çünkü,
kapitalizm koşulları altında, böylesi bir birlik, yalnızca sömürgeleri paylaşma
amacına yönelik olabilir. Aksi mümkün olamaz mı? Lenin’in yanıtı son derece
açık:
“Sömürgelere, ‘etki alanlarına’, sermaye ihracına son vermek mi?
Bunun olanaklı olduğunu düşünmek, her pazar zenginlere hıristiyanlığın yüce
ilkelerini vazeden ve onlara, yoksullara yılda birkaç bin milyon değilse de,
hiç olmazsa birkaç yüz ruble vermelerini öğütleyen sıradan papazın düzeyine
düşmek demektir.”[32]
Bu
parantezi şu cümleleri hatırlatmadan sonlandırmak olmaz:
“Eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme, kapitalizmin mutlak
yasasıdır. Dolayısıyla, sosyalizmin zaferi, önce birkaç, ya da hatta yalnızca
bir tek kapitalist ülkede olanaklıdır. Bu ülkenin başarılı proletaryası,
kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi sosyalist üretimini örgütledikten
sonra, öteki ülkelerin ezilen sınıflarını kendi davasına çekerek, bu ülkelerde
kapitalistlere karşı ayaklanmalara yol açarak, ve sömürücü sınıflara ve onların
devletine, gerektiğinde silahlı kuvvetlere bile karşı koyarak, dünyanın geri
kalanının, kapitalist dünyanın karşısına çıkacaktır.”[33]
Asalaklık ve çürüme
Tekelleşme
ve mali sermaye egemenliği, kapitalizmin asalaklaşmasına ve çürümesine yol
açıyor. Lenin, emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin, “can çekişen” kapitalizm
olduğunu söylüyor.
Bu
iddiaların ardında, tekelci aşamasındaki kapitalizmin üretici güçlerin
gelişiminin önündeki bir engel haline gelmesi ve sermaye sahipleri sınıfının
bir rantiyeler sınıfına dönüşmesi var.
Kapitalizmin
“can çekişmesi”, biraz fazla uzun sürmedi mi?
Açıkçası,
bu konuda Lenin’in fazla iyimser olduğunu kabul etmek gerekiyor. Dünya
kapitalizmi, 20. yüzyıla, yaklaşık 30 yıllık bir büyüme dönemini sığdırabildi.
Dolayısıyla,
Lenin’in asalaklık, çürüme ve can çekişme ile ilgili tezlerinin, yazıldıkları
dönem için bir miktar erken olduğu söylenebilir.
Ama bugün
öyle değiller!
Sözgelimi,
mali sermaye egemenliğinin 19. yüzyılın başından bugüne hüküm sürdüğünü
savunmak mümkün olmasa bile, dünya kapitalizminin bunalım dönemine girmesinden
bu yana spekülatif sermaye hareketlerinin bütün dünyayı etkisi altına aldığı
kesindir. Ve bunalımın aşılacağına ilişkin işaretlerin yokluğu, sermaye
sahiplerinin rantiyeleşme sürecinin derinleşeceğine işaret etmektedir.
Asıl
önemlisi, Gelenek’in geçen
sayısındaki yazımda tartıştığım üzere, kapitalizmin son bunalım dönemini ve
dolayısıyla son devrim çağını yaşıyor olması olasılığı son derece yüksek.
Burada
yalnızca, Emperyalizm’de üzerinde bir
hayli durulan “işçi aristokrasisi” konusu üzerinde duracağım.
Lenin,
emperyalist ülkelerdeki asalaklık ve çürümeden söz ederken, bunun işçi
sınıfının yüksek ücretli kesimlerini de kapsadığını vurgular. “İşçi
aristokrasisi”, aynı zamanda, “burjuva işçi partileri”nin ya da “oportünizm”in
toplumsal tabanını oluşturur. İşçi sınıfı içindeki bölünmeler ve ayrıcalıklı
katmanların yaratılmasında emperyalistlerin bilinçli politikalarının da rolü
vardır.
Bugünün
dünyasında, emperyalist ülkelerde bile, işçi sınıfına dönük saldırıların, bu
sınıfın yakın geçmişe kadar ayrıcalıklı olan kimi kesimlerini de hedef aldığını
saptamak gerekiyor.
Diğer
yandan, Türkiye söz konusu olduğunda, bir işçi aristokrasisinden söz etmek çok
anlamlı değil. İşçi sınıfı içinde diğerlerine göre daha yüksek ücret alan ve
kimi ayrıcalıklara sahip olan kesimlerin bulunmaması nedeniyle değil elbette.
Bunun için işçi sınıfı içindeki her tür farklılaşmanın ortadan kalkması
gerekirdi. Önemli olan, sınıfın içinde çıkarlarını mutlak olarak bu düzenin
sürmesinde gören kesimin ağırlığıdır.
Türkiye’de,
işçi sınıfının bu ölçüt göz önünde bulundurularak ayrıştırılabilecek kesimi,
güçlü bir “burjuva işçi partisi” için gerekli toplumsal tabanı sağlayabilecek
durumda değil.
Ama kim bilir,
belki de kimileri, “Emekçilerin Avrupası” derken, Türkiye’deki açıklarını
Avrupa’nın işçi aristokrasisine yaslanarak kapatma hesabını yapıyordur...
Marksist teori dergisi Gelenek’in Haziran 2001 tarihli 64. sayısında “Yazıldığı dönemde olduğundan daha
güncel bir çalışma: Lenin’in ‘Emperyalizm’i” başlığıyla ve Dünya Armağan
imzasıyla yayımlanan bu yazıda yalnızca biçimsel düzeltmeler yaptım.
[1] Bu yazıda, dünya
kapitalizminin güncel bunalımı ve bununla bağlantılı iktisadi ve siyasi
sonuçlar, sıkça anılmakla birlikte, yeniden inceleme konusu yapılmayacak.
Okurun, Gelenek’in bir önceki
sayısında yayımlanmış olan “Son Devrim Çağı” başlıklı yazıyı okumuş olduğu ya
da okuyacağı varsayılacak.
[2] V. İ. Lenin, Emperyalizm, çev: Cemal Süreya, Sol
Yayınları, Onuncu Baskı, Ankara, Ağustos 1998, s. 19.
[3] a.g.y., s. 21.
[4] a.g.y., s. 25-26.
[5] a.g.y., s. 30.
[6] a.g.y., s. 31.
[7] a.g.y., s. 29.
[8] a.g.y., s. 128.
[9] a.g.y., s. 127.
[10] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, çev: Alaattin
Bilgi, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara, 1997, s. 727.
[11] a.g.y., s. 727.
[12] V. İ. Lenin, a.g.y., s. 29.
[13] Karl Marx, Kapital, Üçüncü Cilt, çev: Alaattin
Bilgi, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, 1990, s. 483.
[14] Yalçın Küçük, Sol Marksizm, Akış Yayıncılık, Ağustos
1998, s. 100-101.
[15] a.g.y., s. 103.
[16] V. İ. Lenin, a.g.y., s. 139.
[17] E. J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, çev: Abdullah
Ersoy, Dost Kitabevi, Ağustos 1998, s. 139.
[18] V. İ. Lenin, a.g.y., s. 69.
[19] a.g.y., s. 69-70.
[20] Maurice Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler,
çev: F. Akar, Belge Yayınları, Ocak 1992, s. 283.
[21] V. İ. Lenin, a.g.y., s. 73.
[22] a.g.y., s. 106.
[23] a.g.y., s. 111.
[24] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, çev: Ayşe Buğra, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2000, s. 37-38.
[25] a.g.y., s. 43.
[26] a.g.y., s. 51.
[27] E. J. Hobsbawm, a.g.y., s. 120.
[28] V. İ. Lenin, a.g.y., s. 133.
[29] a.g.y., s. 13.
[30] a.g.y., s. 117.
[31] V. İ. Lenin, Marx, Engels, Marksizm (derleme), çev:
Vahap Erdoğdu, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, Mayıs 1990, s. 237.
[32] a.g.y., s. 238.
[33] a.g.y., s. 240.
Birçok yanlış düşüncemi giderdi kalemine sağlık...
YanıtlaSil