Karl Marx, 1864 yılında kurulan Birinci Enternasyonal (Uluslararası İşçi Birliği) için İngilizce olarak kaleme aldığı ve Geçici Komite tarafından oybirliğiyle kabul edilen tüzük taslağının en başında, “çalışan sınıfların kurtuluşunun çalışan sınıfların kendileri tarafından kazanılmak zorunda olduğunu”[1] vurgulamıştı. Enternasyonal tüzüğünün 1871 yılında Marx ile Engels tarafından gözden geçirilen Almanca çevirisinde bu ifade şöyleydi: “(…) işçi sınıfının kurtuluşunun işçi sınıfının kendisi tarafından kazanılmak zorunda olduğunu (…).”[2] Engels, Komünist Parti Manifestosu’nun 1888 tarihli İngilizce baskısı için yazdığı önsözde şunları söylemişti: “Ve biz, en başından itibaren, ‘işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmak zorundadır’ diye düşündüğümüzden (…).”[3]
Kısacası, gelişigüzel bir tezden söz etmiyoruz. Farklı tarihlerde önemsiz ifade farklılıklarıyla vurgulandığı üzere, işçi sınıfı, devrimin öznesi olacaktı.
Bir görüşe göre, Lenin, devrimin öznesi olma görevini öncü (Leninist) partiye vererek, Marksizmi “geliştirdi”.
Oysa, Metin Çulhaoğlu’nun da yazmış olduğu üzere, “öncü örgütü ya da partiyi ‘özne’ olarak tekleştiren, bu ‘özne’ dışında sınıfın kendisi dâhil başka her kategoriyi ‘nesneleştiren’ sonuçlara varılması Marksizm olmadığı gibi Leninizm de değildir”.[4]
Bu sorunu Ekim Devrimin öncesine ve sonrasına bakarak ele alalım…
Devrim öncesinde işçi sınıfı
Çarlık rejimine son veren 1917 Şubat Devrimi, her şeyden önce, Petrogradlı işçilerin ve askerlerin ayaklanmalarının eseriydi. Devrim sonrasında iki ayrı iktidar organı çıkmıştı ortaya: İşçi ve asker temsilcilerinden oluşan Sovyetler ile eski Çarlık Duması üyelerinin kurduğu Geçici Hükümet. Sovyetlerde güçlü olan Menşevikler ile SR’ler[5] Geçici Hükümeti tanımanın ötesinde ona üye vermişti. Azınlıkta olan Bolşeviklerse, başlangıçta Geçici Hükümeti açıkça karşıya almamakla birlikte daha radikal taleplerin savunuculuğunu yapmış, Lenin’in Nisan Tezleri’ni partiye kabul ettirmesi sonrasında da bu hükümeti karşıya alarak “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganını öne çıkarmıştı.
Marc Ferro, Şubat Devrimi sonrasındaki durumu şöyle tarif ediyor:
“İşçiler ve askerler [Petrograd] Sovyet[in]e itaat etmediğinde, liderleri, ikili iktidarı kuran 2 Mart anlaşması aleyhine oy kullanmış olan Bolşevikleri suçluyordu. Gerçekte, işçilerin ve askerlerin davranışları, Sovyetin liderleri ya da Bolşevik rakipleri tarafından değil, sadece işçiler ve askerler tarafından belirleniyordu. Mart’ta, Sovyetler kurulduğunda, Menşevikleri, Trudovikleri ya da Sosyalist Devrimcileri izlemişlerdi; Ekim’de Bolşevikleri izlediler ve Geçici Hükümeti devirdiler. Ara dönemde her iki otoriteye de itaat etmediler.”[6]
Ferro’yu destekleyen en önemli olaylardan biri, Petrogradlı askerler ile işçilerin Temmuz ayındaki ayaklanmalarıydı. Bolşevik partinin liderleri, zamansız buldukları bu ayaklanmaya önce karşı çıkmış, önüne geçemeyince de barışçıl bir zeminde kalması için katılma kararı almışlardı. Ama bunu başarmaları yeterli olmamış, Geçici Hükümet genel greve çıkan kitlelerin üzerine ateş açtırmış, Bolşeviklerin yayın organlarını kapatmış, tutuklamalara girişmiş ve bir baskı rejimi kurmuştu.
Lenin, 10 Temmuz’da (bugünkü takvime göre 23 Temmuz’da) kaleme aldığı bir yazıda, “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganının “devrimin barışçıl gelişimi”ni sağlama hedefini ifade ettiğini, Nisan ayı ile askeri diktatörlüğün kurulduğu 5-9 (18-22) Temmuz tarihleri arasında devrimin barışçıl gelişiminin mümkün olduğunu, ama askeri diktatörlüğün kurulmasıyla birlikte söz konusu sloganın doğru bir slogan olmaktan çıktığını söyleyecekti.[7]
Şubat Devrimi, savaşın yol açtığı asker kayıplarına ve kentlerdeki açlığa yönelik toplumsal tepkilerin bir ürünüydü. Menşeviklerin ve SR’lerin de üye verdiği Geçici Hükümet, Lenin’in öngörmüş olduğu üzere, savaşı devam ettirmiş ve iktisadi sorunlara çözüm üretememişti. Geçici Hükümet tarafından genelkurmay başkanlığına atanan General Kornilov’un Ağustos (Eylül) ayındaki karşı-devrimci darbe girişimi, Bolşeviklerin öncülüğüyle, Petrogradlı işçiler ve askerler tarafından yenilgiye uğratıldı.
Bu gelişme sonrasında, “devrimin barışçıl gelişimi”, Lenin’in gündemine bir kez daha girdi. 1 (14) Eylül tarihli “Uzlaşmalar Üzerine” başlıklı yazısında, Bolşeviklerin, Menşevikler ile SR’lere bir öneride bulunması gerektiğini savundu. Buna göre, bütün iktidar Sovyetlere verilecek ve Menşevikler ile SR’ler, Sovyetlere karşı sorumlu olacak bir hükümet kuracaktı. Bu hükümete üye vermeyecek olan Bolşevikler, “gerçekten eksiksiz bir demokrasi” ortamında, “eksiksiz bir propaganda özgürlüğünden” yararlanarak, Sovyetlerde çoğunluğu sağlama mücadelesi yürütecekti. Böylece devrimin barışçıl yolla gelişmesi sağlanacaktı.[8]
Bir başka deyişle, Lenin, Rusya’daki işçi sınıfının, kendi kaderini özgürce belirleyebilmesi durumunda, sosyalist devrim yolunda ilerleyeceğine inanıyordu. Kuşkusuz, “kendiliğinden” bir şekilde değil, Bolşeviklerin işçi sınıfına “öncülük” yapması, yani işçi sınıfını sosyalist devrimin gerekliliğine ikna etmesi yoluyla. Ama kendi siyasal temsilcilerini seçmesi, bir sınıfı özne olmaktan çıkarmaz. Hele bu seçim özgürce yapılabiliyorsa…
Önerinin muhatapları tarafından kabul edilmeyeceği çok kısa bir süre içinde anlaşıldı. Bolşevikler, bir gün önce, Menşevikler ile SR’lerin çoğunlukta olduğu Petrograd Sovyetleri Merkez Yürütme Kuruluna “İktidar Üzerine” başlıklı bir karar önergesi sunmuştu. Önergede, Geçici Hükümetin yerine devrimci proletarya ile köylülüğün temsilcilerinden oluşan bir hükümetin kurulması ve demokratik bir cumhuriyetin ilan edilmesi isteniyordu.[9] Merkez Yürütme Kurulu önergeyi reddetti. Aynı önerge 1 (14) Eylül’de Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti tarafından 115’e karşı 279 oyla kabul edildi (50 temsilci çekimser oy kullanmıştı). 5 (18) Eylül’de de Moskova Sovyeti aynı önergeyi 252’ye karşı 354 oyla kabul etti.[10] Sovyetler Tüm Rusya Merkez Yürütme Kurulunda çoğunluğu ellerinde bulunduran Menşevikler ile SR’ler Geçici Hükümette yer almayı sürdürdü. Ama Bolşevikler, ülkenin en önemli iki Sovyetinde çoğunluğu sağlamış, yani işçi sınıfının ileri kesimlerinin siyasal temsilciliğini üstlenmişti.
“İktidar Üzerine” başlıklı karar önergesi, işçi sınıfının önüne programatik hedefler de koymuştu. Demokratik bir cumhuriyet ilan edilecek, toprakta özel mülkiyete tazminatsız olarak son verilerek bir Kurucu Meclis tarafından nihai bir karara varılmasına dek toprağın denetimi köylü komitelerine aktarılacak, yoksul köylülere iş araçları sağlanacak, ülke ölçeğinde üretim ve dağıtım üzerinde işçi denetimi kurulacak, en önemli sanayi dalları kamulaştırılacak, büyük ölçekli sermayeler ve varlıklar acımasızca vergilendirilecek, savaş kârlarına el koyulacak, gizli anlaşmalar geçersiz kılınacak ve savaş hâlindeki ülkelerin halklarına hemen evrensel ve demokratik bir barış önerilecekti. Yani, Petrograd ve Moskova Sovyetleri, sosyalist devrimin yolunu açacak olan bir programı kabul etmişti.
Lenin, 27-28 Eylül (9-10 Ekim) tarihlerinde yayımlanan “Devrimin Görevleri” başlıklı yazısında, devrimin barışçıl gelişimine “son” bir şans vermek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları gerektiğini savundu. Bunun yolu, bütün iktidarın, kesin bir program temelinde ve hükümetin Sovyetler karşısında tam sorumluluğa sahip olması koşuluyla, İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerinin temsilcilerine verilmesinden geçecekti. Bu arada, Sovyetler için hemen yeni seçimler düzenlenmeliydi.[11] Bu son şart, seçimlerin yapılması durumunda Bolşeviklerin Sovyetlerde daha büyük bir ağırlık kazanacağı inancını yansıtıyordu. Ama Menşevikler ile SR’lerin tutumları değişmedi.
Dolayısıyla, Ekim Devriminin Bolşevikler öncülüğündeki bir silahlı ayaklanmayla gerçekleşmiş olması, onu işçi sınıfının bir devrimi olmaktan çıkarmıyor.
Devlet ve Devrim’de tarif edilen hedefler
Lenin, Ekim Devriminin hemen öncesinde kaleme aldığı Devlet ve Devrim adlı eserinde, insanlığın sosyalizmden komünist topluma “hangi aşamalardan geçerek, hangi pratik önlemler aracılığıyla ilerleyeceğini” bilmediklerini ve bilemeyeceklerini vurguladıktan hemen sonra, sosyalizmle birlikte, “kamusal yaşamın ve kişisel yaşamın bütün alanlarında, ileriye doğru, önce nüfusun çoğunluğunu sonra da tümünü kucaklayan, hızlı, gerçek, hakiki bir kitle hareketinin” başlayacağını ekler.[12] Ona göre, “(…) herkes devlet yönetimine katılırsa, kapitalizmin tutunacak dalı kalmaz. Diğer yandan, kapitalizmin gelişmesi de, gerçekten ‘herkes’in devlet yönetimine katılmasını mümkün kılan ön koşulları yaratır.”[13] En ileri kapitalist ülkelerde bu ön koşullar daha o dönemde mevcuttur: “(…) herkesin okuma yazma bilmesi, ayrıca, posta hizmetlerini, demiryollarını, büyük fabrikaları, büyük ölçekli ticareti, bankacılığı vb. vb. kapsayan dev, karmaşık, toplumsallaştırılmış aygıt tarafından milyonlarca işçinin ‘eğitilmesi ve disipline sokulması’”.[14] Komünist toplumun ilk evresinde, yani sosyalizm döneminde, öncelikli hedef, halkın çoğunluğunun muhasebe ve denetim işlerini üstlenmesi olacaktır. Ve “Toplumun bütün üyelerinin ya da en azından büyük çoğunluğunun devleti kendi başlarına yönetmeyi öğrendikleri, bu işi kendi ellerine aldıkları, çok küçük bir kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını sürdürmek isteyen beyefendiler ve kapitalizmin iyiden iyiye bozduğu işçiler üzerinde denetim ‘kurdukları’ andan başlayarak, her tür yönetim gereksinimi tümüyle ortadan kalkmaya başlar.”[15] Böylece devlet de yok olup gitmeye başlar, “Çünkü tüm insanlar yönetmeyi öğrenmiş olduğunda ve toplumsal üretimi fiilen kendi başlarına yönettiklerinde, hesapları kendi başlarına tuttuklarında (…) toplumsal yaşamın basit, temel kurallarına uyma zorunluluğu çok kısa bir süre içinde alışkanlığa dönüşecektir.”[16]
Kuşkusuz, bu satırlar yazılırken, dünya devriminin görece yakın bir gelecekte gerçekleşebileceği düşünülüyordu. Rusya’daki devrim, ileri kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimlerin kıvılcımı olacaktı. Avrupa ülkelerindeki sosyalist devrimler, Rusya’nın da sosyalizm yolunda ilerlemesini mümkün kılacaktı.
Halkın çoğunluğunun okuma yazma bilmediği, nüfusun ezici çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu Rusya’da, toplumun büyük çoğunluğunun devleti yönetmeyi öğrenmesinin daha fazla zaman alacağı açıktı.
Yine de, Rusya Komünist Partisi (Bolşevik), 1919 yılındaki 8. kongresinde kabul ettiği parti programında şu hedefleri belirledi:
“1) Her Sovyet üyesi devlet idaresinde belirli bir görevi yerine getirmekle yükümlü olacaktır.
2) Bu görevler, giderek tüm idari dalların kapsanmasını sağlayacak şekilde, rotasyon yoluyla değiştirilecektir.
3) Kademeli olarak, çalışan nüfusun tümünün devleti idaresi çalışmalarına katılmaları sağlanacaktır.
Tüm bu adımların eksiksiz ve en kapsamlı şekilde hayata geçirilmesi Paris Komünü’nün girdiği yolda atılan yeni bir adım olacak ve yönetsel işlerin basitleştirilmesi ile işçilerin kültür düzeyinin yükseltilmesi, devlet iktidarının ortadan kaldırılmasının yolunu açacaktır.”[17]
Aynı programda, emekçilerin kendi temsilcilerini seçmelerinin ve geri çağırmalarının kolaylaştırılmış olduğu vurgulanırken, partiye, devlet organlarını emekçi kitlelere daha da yakınlaştırma, devlet görevlilerini kitleler karşısında sorumlu ve hesap sorulabilir kılma görevleri yükleniyordu.[18]
1979 yılında Sovyet yayınevi Progress Publishers tarafından İngilizce olarak yayımlanan ve Metin Çulhaoğlu’nun 1980 yılında Türkçeye kazandırdığı Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine başlıklı derleme, pratikte karşılaşılan güçlüklere ve zorunlu olarak atılan geri adımlara rağmen, Lenin’in bu konudaki temel yaklaşımının zaman içinde değişmediğini göstermesi bakımından önem taşıyor.[19]
Halkın devleti denetlemesi ve devlet yönetimine katılması için de öncülüğe gerek vardı elbette. 1920 yılında bu amaç doğrultusunda İşçi ve Köylü Gözetimi Halk Komiserliği kuruldu. Lenin, Şubat 1920’de bu komiserlik hakkında şunları söyleyecekti:
“İşçiler, devlet aygıtının tümünü denetlemek üzere, tüm devlet kuruluşlarına girmelidirler. Ve bu iş, kendi temsilcilerini partisiz işçi ve köylü konferanslarında bizzat seçen partisiz işçiler tarafından yapılmalıdır. Bunlar, omuzladıkları büyük görevlerin altında ezilen komünistlerin yardımına koşmalıdırlar. Bu aygıta, mümkün olduğunca çok sayıda işçi ve köylü sokmalıyız. Bu görevin altından kalkıp onu yerine getireceğiz. Ve bu sayede de bürokrasiyi kurumlarımızdan söküp atacağız. Geniş partisiz yığınlar tüm devlet işleri üzerinde denetim kurmalı ve yönetmeyi bizzat kendileri öğrenmelidirler.”[20]
Komiserliğin çalışmalarını yakından takip eden Lenin, Temmuz 1921’de komiserliğe bağlı komisyonlardan birinin başkanına yazdığı mektupta, “(…) her mahallede dürüstlükleriyle tanınan, saygı gören işçiler arasından partisiz olanları seçip işbaşına (…)” getirmelerini isteyecek ve şunu vurgulayacaktı: “Ana nokta, işçileri ve halkı, ondan gelecek yararı görebilmeleri anlamında komisyon çalışmalarına alıştırmaktır. Ana nokta, yığınların, partisizlerin, işçilerin ve sokaktaki olağan insanların güvenini kazanmaktır.”[21]
Devrimden sonra parti ve işçiler
Bolşeviklerin işçilere ve yoksul köylülere siyasal eğitim verebilmek için başvurdukları en önemli yollardan biri partiyi genişletmek oldu. Şubat 1917 Devriminin hemen öncesinde yaklaşık 23 bin 600 olan üye sayısı 1918 yılının başlarında 115 bine, 1919 yılının başlarında 313 bine, Ocak 1920’de 431 bine ve Ocak 1921’de 585 bine ulaştı. Mart 1922’deki parti kongresinde alınan “temizlik” kararı sonrasında, sayıları 650 bine çıkmış olan parti üyelerinin yüzde 24’ünün ihraç edilirken, Edward Hallett Carr’ın aktardığına göre, işçiler ile köylülerin oranı sanayi bölgelerinde yüzde 47’den yüzde 53’e, tarım bölgelerinde yüzde 31’den yüzde 48’e yükselmişti.[22]
Parti tüzüklerinde de işçiler ve köylüler için “pozitif ayrımcılık” getirilmişti. 1919 yılında kabul edilen tüzüğe göre, aday üyelik süresi işçiler ve köylüler için en az iki ay, diğerleri için en az altı aydı.[23]
1922 tarihli tüzükte ise aday üyeler üç kategoriye ayrılmıştı: “(1) işçiler ile işçi ve köylü kökenli Kızıl Ordu askerleri; (2) bir başkasının emeğini sömürmeyen köylüler (Kızıl Ordu askerleri hariç) ile zanaat işçileri; (3) diğerleri (beyaz yakalı işçiler, vb.)”.[24] 1. ve 2. kategoriye giren kişilerin partiye kabul edilmesi için en az üç yıldır partide bulunan üç üyenin, 3. kategorideki kişilerin kabul edilmesi içinse en az beş yıldır partide bulunan beş üyenin tavsiyede bulunması gerekiyordu. Aday üyelik süresi, işçiler ile işçi ve köylü kökenli Kızıl Ordu askerleri için en az altı ay, köylüler ve zanaat işçileri için en az bir yıl, diğerleri için en az iki yıldı.
1925 yılında kabul edilen tüzükte birinci kategori de kendi içinde ikiye ayrılmış, sürekli bir şekilde ücretli olarak kol emeği kullanan sanayi işçilerine daha fazla ayrıcalık sağlanmıştı.
Bugünden bakıldığında, kol emeği kullanan sanayi işçilerinin öne çıkarılması şaşırtıcı bulunabilir. Bunun ardında, uzmanlık gerektiren işlerin çoğunu çarlık döneminde ayrıcalıklı bir katman oluşturan eğitimli kişilerin yapıyor olması vardı. Kentlerdeki sanayi işçilerine tanınan ayrıcalıkların geçici bir nitelik taşıyacağı 1919 tarihli programda vurgulanmıştı.[25]
Gerçekten de, 1934 tarihli tüzükte üretimde çalışan mühendisler ve teknisyenler de görece ayrıcalıklı bir kategoriye yerleştirilirken, 1939 tarihli tüzükte kategoriler tümüyle kaldırıldı. Arada geçen süre içinde Sovyetler Birliği dünyanın önde gelen sanayi ülkeleri arasına girmiş, kendi uzmanlarını yetiştirmiş, halkının eğitim ve kültür düzeylerini yükseltmiş ve toplumsal yapısını büyük ölçüde dönüştürmüştü.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluş sürecinde işçi sınıfının aktif bir rol oynadığını gösteren somut örneklerden biri, tarımdaki kolektivizasyon sürecine katkıda bulunan “25.000’ler” hareketiydi. Parti, Kasım 1929’da, kolektif çiftliklerde başkanlık ve yöneticilik yapacak olan 25 bin gönüllünün bulunmasına karar vermişti. Seçilebilmek için, en az beş yıldır fabrika işçiliği yapıyor olmak, kentte oturmak, köyde birinci derecede akrabası bulunmamak, parti, Komsomol (gençlik örgütü) ya da sendika üyesi olmak gerekiyordu (en az yüzde 70’i parti ya da Komsomol üyesi olmalıydı). Metal işçileri sendikasından 9 bin 300, tekstil işçileri sendikasından 4 bin 30, demiryolu işçileri sendikasından 3 bin 520, maden işçileri sendikasından 2 bin 540 işçi seçilecekti. Maddi özendiriciler son derece sınırlıydı. Kentten kıra taşınacak olan işçilere sadece eski işlerinde aldıkları kadar ücret ödenecekti. Onlara sağlanan ayrıcalıklar, kentlerde kalacak olan aile üyelerinin eski konutlarında oturmaya devam edebilmesi, aile üyelerine işe alımlarda ve çocuklarına okullara kabul edilmede ve burs başvurularında öncelik tanınması ile sınırlıydı. Dolayısıyla, gönüllü olanların ortak özelliği, sosyalizm hedefine bağlılıkları ve mücadeleye katkıda bulunma istekleriydi. Onların görevi, köylülere örnek oluşturarak ve yerel yöneticilerin direnişini kırarak, kolektif çiftliklerin başarıya ulaşmasını ve böylece kırdaki toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesini sağlamaktı.
Sonuçta, 70 binden fazla işçi gönüllü olarak başvurmuş ve bunların 27 bin 519’u seçilmişti. Bu kişilerin 23 bin 409’unu kapsayan verilere göre, yüzde 69,9’u parti ve yüzde 8,6’sı Komsomol üyesiydi. Kampanya Aralık 1931’de sona erdirildiğinde, 25.000’lerin yüzde 64’ü (18 bin kişi) hâlâ görevlerinin başındaydı. 1933 yılında bile, kırda yaşamayı sürdüren 11 bin gönüllü vardı.[26]
1928 yılında yürürlüğe giren birinci beş yıllık planla başlayan sanayileşme hamlesi de, Sovyet deneyimine soğuk bakanların bile teslim edebildikleri üzere, başta genç işçiler olmak üzere işçi sınıfının geniş kesimlerinin aktif katılımı sayesinde başarıya ulaştı. Emperyalist ülkelerin askerî müdahalelerine hazırlanma kaygısıyla aşırı derecede hızlandırılan sanayileşme ve kolektivizasyon, hem üretim ilişkilerinin ve toplumsal yapının dönüştürülmesini, hem de Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nda zafer kazanmasını sağlamıştı. Ne var ki, merkezî olarak düzenlenen kampanyalara kitlesel katılımının sağlanmış olmasına karşın, karar alma süreçlerinin fazlasıyla merkezîleşmesi, halkın devlet yönetimini denetleme ve devlet yönetimine katılma olanakları üzerinde geriletici etkide bulundu.
Aslına bakılırsa, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) bu konudaki resmî hedefi değişmemişti. Ama çoğunluğunu artık işçilerin oluşturduğu Sovyet halkının devrimin öznesi olmayı sürdürmesi, komünistlerin bir kez daha öncülük yapmasına bağlıydı. Kuşkusuz, hızlı toplumsal dönüşümlerin ve savaşın yorgun düşürdüğü halkın daha istikrarlı ve daha yüksek standartlı bir yaşam beklentisine de cevap vermek gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Stalin dâhil olmak üzere SBKP liderleri, bu ikinci ihtiyaca öncelik verirken ilkini ihmal etti.
Bunda, üretici güçlerin geliştirilmesi anlamında sosyalizmin altyapısı bir kez oluşturulduktan sonra doğal ve kendiliğinden bir gelişme sürecinin başlayacağı beklentisinin de payı olabilir. Metin Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri adlı eserinde şöyle söylemişti:
“Stalin, büyük olasılıkla, politik-kurumsal yapı ile ekonomik temel (üretici güçler) arasında oldukça zorlamacı, köktenci, ama bir sefere mahsus bir ‘ayarlama’ öngörüyordu. Bu yapıldıktan sonra, üretici güçlerin gelişiminin önünde duran engeller de temizlenmiş olacak, tarih artık üretici güçlerin duraklamasız ve sınırsız gelişimine tanıklık edebilecekti. Demek ki, büyük ‘öznelci’ tarihsel misyonunu tamamladıktan sonra, sahneye yeniden ‘ortodoks’ bir Stalin dönmüş oluyordu. Kendisine, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir köklü hamle gerçekleştirmediği için yönelen eleştiriler, daha çok bu ‘ikinci’ Stalin’le ilgilidir…”[27]
SBKP, Stalin’in ölümünden sonra, 1961 yılında kabul ettiği üçüncü programında, Devlet ve Devrim’deki hedeflerin altını bir kez daha çizecekti:
“Sosyalist demokrasinin çok yönlü genişlemesi ve mükemmelleşmesi, tüm yurttaşların devlet idaresine, iktisadi ve kültürel gelişmenin yönetimine, devlet aygıtının iyileştirilmesine aktif katılımı ve halkın bu aygıtın etkinlikleri üzerindeki denetiminin artması, komünizmin inşa edilmesi döneminde sosyalist devletin gelişiminin ana doğrultusunu oluşturur. Sosyalist demokrasi geliştikçe, devlet iktidarının organları giderek kamusal özyönetim organlarına dönüşecektir.”[28]
Aynı programda, bu görece soyut hedefleri somutlaştırmaya yönelik hedefler de tarif edilmişti. Örneğin, devletin yönetim organları sistemli bir şekilde yenilenmeli, bu organların üyelikleri için üç dönem sınırlaması getirilmeliydi. Yasa tasarıları ile ulusal ve yerel ölçeklerde önem taşıyan diğer kararların halk tarafından tartışılması bir kurala dönüştürülmeliydi. En önemli yasa tasarıları için ülke ölçeğinde referandum düzenlenmeliydi. Lenin’in talimatları doğrultusunda, merkezî ve yerel devlet organlarının halk tarafından denetlenmesine önem verilmeliydi. Bürokrasi ortadan kaldırılmalı ve halk tarafından getirilen öneriler hemen hayata geçirilmeliydi. Tüm devlet yöneticileri seçimlerle belirlenmeli ve hesap sorulabilir olmalıydı. Maaşlı devlet görevlilerinin sayısı azaltılmalı, halkın giderek daha büyük kesimlerinin devlet yönetimine katılmayı öğrenmesi sağlanmalı, devlet görevliliği bir meslek olmaktan çıkarılmalıydı.
Bu somut hedeflere ulaşılabilmesi için, SBKP’nin bir kez daha öncülük yapması ve her şeyden önce kendisini değiştirmesi gerekirdi. Aslında, programda partinin kendisini değiştirmesine yönelik benzer hedefler de tarif edilmişti. Ama pratikte, 1964 yılında SBKP’nin genel sekreteri olan Leonid Brejnev, 1982 yılındaki ölümüne kadar bu görevi bırakmadı. Sovyetler Birliği’nin tarihindeki ilk ve tek referandum 1991 yılında, birlik dağılma sürecine girmişken düzenlendi. 17 Mart’ta düzenlenen referandumda, yurttaşlara şu soru soruldu: “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin, her ulustan her bireyin haklarının ve özgürlüklerinin eksiksiz olarak güvence altına alınacağı eşit egemen cumhuriyetlerin yenilenmiş bir federasyonu olarak korunmasını gerekli buluyor musunuz?” Katılım oranının yüzde 80,03 olduğu referandumda seçmenlerin yüzde 77,85’i Sovyetler Birliği’nin korunmasını istedi.[29] Ama yurttaşların bu net tercihi birliğin aynı yıl dağılmasına engel olamadı. Çünkü Sovyet halkı kendi kaderini belirleyebilecek bir özne olmaktan çok uzaklaşmıştı…
Dünya devrimi perspektifi ve kaçırılan bir fırsat
Emperyalist ülkelerin İkinci Dünya Savaşı’nın son bulmasından çok kısa bir süre sonra başlattığı Soğuk Savaş ve nükleer silahlanma yarışı, sosyalist kutbun lideri durumuna gelen Sovyetler Birliği’ni savunmacı politikalar izlemeye zorladı. “Barış içinde bir arada yaşama” politikası, emperyalist saldırganlığı dizginlemeye yönelikti. Soğuk Savaş politikalarına son verilmesini, başka ülkelerin iç işlerine karışılmamasını, yabancı ülkelerde askerî üs bulundurulmamasını, sıkı bir uluslararası denetim altında genel ve eksiksiz bir silahsızlanmaya gidilmesini savunan Sovyetler Birliği, bağlantısız ülkelerin ve dünya genelindeki barış yanlısı toplumsal hareketlerin desteğiyle savaşlara ve dış müdahalelere engel olmak istemişti. Parti programında şöyle söyleniyordu: “Kapitalizm, kendi egemenliğini ateşle ve kılıçla kurdu; oysa sosyalizm, ideallerini yaymak için savaşa gereksinim duymaz. Onun silahı, toplumsal örgütlenme, siyasal sistem, ekonomi, yaşam standardı gelişkinliği ve manevi kültür açılarından eski sistem karşısındaki üstünlüğüdür.”[30]
“Barış içinde bir arada yaşama” politikası, dünya devrimi perspektifinin terk edilmesi anlamına gelmiyordu. Dahası, gerçeklerle pek örtüşmese de, dünya kapitalizminin bunalımda olduğu saptaması yapılıyor ve emperyalizmin gerileme ve çöküş dönemine girdiği iddia ediliyordu. Programa göre, çağ açan zaferler kazanmış, dünya sosyalist sistemini ortaya çıkarmış olan uluslararası devrimci işçi sınıfı hareketi, kapitalist dünyadaki işçilerin zihinlerini devrimcileştiriyordu.[31] Dünya sosyalist devrimi kapsamında tek tek ülkelerde gerçekleşecek olan proletarya devrimleri, dışarıdan dayatmalar yoluyla değil, o ülkelerin işçi sınıfları ve halk kitleleri tarafından hayata geçirilecekti.[32] Bir başka deyişle, her bir ülkede, işçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olacaktı.
Sovyetler Birliği’nin “dolaysız devrim ihracı”ndan kaçınması, uluslararası güç dengeleri göz önünde bulundurulduğunda, anlaşılır ve doğru bir tutumdu. Diğer yandan, sosyalist devrimlerini yapan ya da ulusal kurtuluş mücadelelerini başarıya ulaştıran halklar, başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerin doğrudan desteğini almaya başlıyor ve emperyalist ülkelerin müdahalelerine karşı korunuyordu.
Aslında, dünya devrimi mücadelesine aktif olarak katkıda bulunabilecek olan bir başka potansiyel güç daha vardı: Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkelerin halkları. Sosyalist ülkelerin yurttaşları, insanlığın bilimsel, teknolojik ve kültürel birikimine katkıda bulunarak ve bu katkıları tüm dünyayla paylaşarak, kapitalist ülkelerde yaşayan insanlarla iletişim kurup onları sosyalizmin kazanımları hakkında bilgilendirerek, kapitalist dünyada yaşanan gelişmeleri yakından takip edip sosyalist ülkelerdeki eksiklerin giderilmesini sağlayarak, dünya devriminin özneleri hâline gelebilirdi.
Kuşkusuz, emperyalistlerin sosyalist ülke yurttaşlarına yönelik olarak düzenledikleri ve büyük maddi kaynaklar ayırdıkları ideolojik ve manipülatif saldırılar ciddi bir sorun oluşturuyordu. Ne var ki, bu saldırılardan korunmak için içe kapanmanın tercih edilmesi, düşmana koz vermemek için sorunların açıkça tartışılmasından kaçınılması, sosyalist ülke yurttaşlarının dünya devriminin özneleri olmaktan uzaklaşmasına ve anti-komünist propagandanın kapitalist ülke yurttaşları üzerindeki etkisinin kırılmasının zorlaşmasına katkıda bulundu.
Bu açıdan bakıldığında, günümüzdeki nüfusu 12 milyonu bulmayan, doğal kaynakları sınırlı Küba’nın ABD ablukası altında hayata geçirdiği sağlık politikaları dikkat çekici bir örnek oluşturuyor. 2014 yılında 66 farklı ülkede 25 bin 412’si hekim olmak üzere 50 bin 731 Kübalı sağlıkçı çalışıyordu. 1960 yılındaki Şili depreminden başlayarak doğal felaketlerin yaşandığı ülkelere giden Kübalı sağlıkçılar, yine 2014 yılına kadar, toplam 158 ülkede 1 milyar 200 milyon konsültasyon ve 8 milyondan fazla ameliyat yapmış, Kübalı hekimlerin yüzde 69’u yurt dışındaki en az bir yardım görevine katılmıştı. 1999 yılında Küba’da kurulan Latin Amerika Tıp Okulu’ndan, 80’den fazla ülkeden çoğu parasız olarak eğitim alan 24 binin üzerinde hekim mezun olmuştu. Tam burslu okuyan yabancı öğrencilerden, ülkelerine dönmeleri ve en az beş yıl boyunca yoksullara sağlık hizmeti sunmaları isteniyordu. 2014 yılındaki Ebola salgını sırasında, 2 bin 400’ü hekim olmak üzere 4 bin Kübalı sağlıkçı 32 farklı Afrika ülkesinde çalışmıştı. Aynı salgın sırasında Afrika’da yaklaşık 13 bin, Latin Amerika’da 66 bin ve Karayipler’de 620 kişiye salgından korunma eğitimi verilmişti. Biyoteknoloji alanında dünyanın önde gelen ülkelerden biri olmayı başaran Küba’da geliştirilen aşılar ve ilaçlar özellikle yoksul ülkelere çok düşük fiyatlarla satılıyor.[33] Kübalı sağlıkçılar ve bilimciler, tüm insanlığa hizmet sunarken, sosyalizmi hem öğretiyor hem de daha fazla içselleştiriyor.
Sovyetler Birliği’nin elindeki olanaklar Küba’nınkilerle karşılaştırılamayacak kadar büyüktü elbette. Örneğin, ABD’de paylaşımcılığı öne çıkaran özgür yazılım hareketlerinin ortaya çıktığı 1980’li yıllarda, Sovyet yurttaşlarının katkıları, bilişim teknolojilerinin dünya genelindeki gelişim doğrultusu üzerinde belirleyici etkilerde bulunabilirdi.
Üzücü bir gerçek şu ki, bugün üretimin ve toplumsal yaşamın neredeyse her alanını doğrudan doğruya etkileyen İnternet’in ilk olarak Sovyetler Birliği’nde geliştirilmesi de olasıydı. Sovyet bilimcileri, 1960’lı yılların başlarında, ülke ölçeğinde bir bilgisayar ağının kurulması için girişimlerde bulunmuştu.
Bilindiği kadarıyla, dünyada, sivil amaçlarla geniş ölçekli bir bilgisayar ağının kurulmasını öneren ilk kişi, sibernetikçi Anatoli Kitov olmuş. Kitov, 1959 yılında, hem askerî hem de iktisadi alanlarda kullanılacak olan bir “birleşik otomatik bilgisayar ağı”nın kurulmasını önermiş. Ne var ki bu öneri Kitov’un ordudaki üstleri tarafından reddedilmiş. Ordudan ihraç edilen Kitov, 1959-1967 dönemindeki yayınlarında, ulusal ekonominin düzenlenmesinde otomatik bilgisayar ağlarından yararlanılmasını savunmayı sürdürmüş.[34]
1962 yılında, Sibernetik Konseyi Başkan Yardımcısı Aleksandr Harkeviç, ülkedeki mevcut iletişim kanallarını (telgraf hatları, telefon hatları, radyo dalgaları ve diğer teknik iletişim kanallarını) kapsayacak olan bir “birleşik iletişim sistemi”nin kurulmasını önermiş. Gerekçelendirmesinde, “toplumun iktisadi, teknik ve kültürel düzeylerinin gelişmesiyle birlikte, insan toplumunun tüm işlevleri için toplanması, iletilmesi ve bir şekilde tedarik edilmesi gereken bilgi miktarı giderek artan hızlarla büyür. Bilgi alışverişinin olmadığı hiçbir örgütlü etkinlik biçimi düşünülemez. Bilginin yokluğunda, planlama ve yönetim olanaksızdır” demiş. Bu öneriyi hayata geçirmek için iletişim bakanlığına bağlı bir koordinasyon kurulunun oluşturulmasına karşın, Harkeviç’in 1965 yılında sağlık sorunları nedeniyle ölmesiyle birlikte çalışmalara son verilmiş.[35]
Yine 1962 yılında, Sibernetik Enstitüsü Başkanı Viktor Gluşkov, planlı sosyalist ekonominin geliştirilmesi için ülke ölçeğinde otomatikleştirilmiş bir yönetim sisteminin (OGAS) kurulmasını önermiş. Öneri, bir Bilgisayar Merkezleri Birleşik Devlet Ağı’nın kurulmasını da kapsıyormuş. Ekonominin yönetimiyle ilgili tüm belgelerin elektronik ve erişilebilir hâle getirilmesi hedefleniyormuş. Bu arada, işçiler de söz konusu ağa bilgi, rapor ve öneri girişi yapabilecekmiş. Gluşkov’un öngörüleri arasında, bu ağın kâğıt ve madenî para kullanımını ortadan kaldıracak olması da varmış.[36] Bilgisayar Merkezleri Birleşik Devlet Ağı projesi, 1964 ile 1969 yılları arasında, Merkezî İktisat-Matematik Enstitüsü’nün başkanı Nikolay Fedorenko tarafından da savunulmuş. Fedorenko, 1965 yılında Pravda gazetesinde yayımlanan bir makalesinde, böylesi bir ağın milyonlarca insanı hiç durmadan belge kopyalamak gibi tüketici bir işten kurtararak onlara yaratıcı emeklerini kullanabilecekleri zamanı kazandıracağını savunmuş.[37]
SBKP’nin Politbüro’sundan yeterli desteği alamayan bu projeler, gerekli kaynakların ayrılmaması nedeniyle hayata geçirilememiş. Politbüro üyelerinden Andrei Kirilenko’nun, Gluşkov’un önünde, OGAS projesiyle şöyle alay ettiği söyleniyor: “Buna neden ihtiyacımız olsun? Bir fabrikaya gelirim, işçilerin önünde bir konuşma yaparım, fabrika da verimliliğini yüzde 5 artırır!”[38]
Oysa bu projeler, ekonomi yönetimiyle ilgili her tür bilginin herkese açık hâle getirilmesini, bürokrasinin büyük ölçüde ortadan kaldırılmasını, bilgi alışverişlerinin zaman almasından kaynaklanan verimsizliklere son verilmesini mümkün kılmanın ötesinde, insanlığın neredeyse tüm bilgi birikiminin herkesin erişimine açılmasını ve bu birikime herkesin (başkalarıyla kolaylıkla işbirliği de yaparak) katkıda bulunabilir hâle gelmesini sağlayabilirdi. Bu alanda öncülük eden bir Sovyetler Birliği, bilişim teknolojilerinin ortaya yeni tekeller çıkarmasının önüne geçebilir, insanlığın gelişiminin önünde bir engel oluşturan fikrî mülkiyet haklarını anlamsızlaştırabilirdi.
Tabii bütün bunlar, sadece birer olasılıktı. Projelerin hayata geçirilmesi bile, kendi başına, bu olasılıkların gerçekleşmesinin güvencesi olmazdı. Çünkü Sovyet komünistlerinin asıl başarması gereken şey, Sovyet halkının devlet yönetimini gerçekten de kendi ellerine alması ve dünya devriminin öznesi hâline gelmesi için gerekli olan öncülüğü yapmaktı. Bu da tek başına iktisadi ve teknolojik altyapıyla ilgili bir sorun değildi.
“Sovyet deneyimi, daha sonra özellikle de Çin, kitle psikolojisinin bireye yansıması ile bireyin sosyalist toplumdaki reel gelişimini zaman zaman birbirine karıştırmıştır. (…)
(…) Kampanyalar aracılığıyla zaman zaman sağlanması yoluna gidilen ‘ekstra’ motivasyon dışında, Sovyetler bireyin sosyalist gelişiminin asıl güvencesini hep ekonomik-teknolojik temelin oluşturulmasında görmüşlerdir.
Temelde, bu görüş elbette doğrudur. Ne var ki doğru olanı diyalektik bağlarından koparmak, başka deyişle ‘doğrudur’ gerekçesiyle kendi doğal varoluş biçiminin dışına taşıyıp buralarda öncelik tanımak, onu ‘yanlış’ yapmakla aynı şeydir. (…) Doğru yol, neyin belirleyici olduğunu gene unutmadan, gelişmenin bileşenlerini bir arada ve karşılıklı ilişkileri içerisinde tutabilmektir.
Sovyet deneyinde yeterince başarılı olunamayan, budur.”[39]
-
Karl Marx-Friedrich Engels, Collected Works, Vol. 20, Lawrence & Wishart, London, 1985, s. 14. ↑
-
Karl Marx-Friedrich Engels, Werke, Band 17, Dietz Verlag Berlin, 1962, s. 440. ↑
-
Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev: Erkin Özalp, İleri Kitaplığı, İstanbul, 2017, s. 83. ↑
-
Metin Çulhaoğlu, “Lenin, Leninizm ve 1917 Devrimi üzerine önermeler”, Komünist, Sayı: 6, Bahar 2017, s. 21. ↑
-
Rusya’daki halkçı “Sosyalistler-Devrimciler Partisi” (Partiya Sotsialistov-Revolyutsionerov) için SR ya da “эсеры” (“eser[i]”) kısaltmaları kullanılıyordu. ↑
-
Marc Ferro, The Bolshevik Revolution: Social History of the Russian Revolution, Trans. by Norman Stone, Routledge & Kegan Paul, London, Boston and Henley, 1985, s. 9. ↑
-
V. I. Lenin, Collected Works, Vol. 25, Progress Publishers, Moscow, Second printing 1974, s. 179. ↑
-
V. I. Lenin, a.g.y., s. 310-312. ↑
-
The Bolsheviks and the October Revolution: Minutes of the Central Committee of the Russian Social-Democratic Labour Party .(bolsheviks) August1917-February1918, Trans. by Ann Bone, Pluto Press, London, 1974, s. 42. ↑
-
A.g.y., s. 271. ↑
-
V. I. Lenin, Collected Works, Vol. 26, Progress Publishers, Moscow, Third printing 1977, s. 60-61. ↑
-
V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, çev: M. Halim Spatar-Celal Üster, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 127-128. ↑
-
A.g.y., s. 128-129. ↑
-
A.g.y., s. 129. ↑
-
A.g.y., s. 130. ↑
-
A.g.y., s. 131. ↑
-
Robert H. McNeal (gen. ed.), Richard Gregor (ed.), Resolutions and Decisions of the Communist Party of the Soviet Union, Volume 2, The Early Soviet Period: 1917-1929, University of Toronto Press, Toronto and Buffalo, 1974, s. 61. ↑
-
A.g.y., s. 59-60. ↑
-
V. İ. Lenin, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, çev: Metin Çulhaoğlu, Yordam Kitap, İstanbul, 2016. ↑
-
A.g.y., s. 225-226. ↑
-
A.g.y., s. 283-284. ↑
-
Edward Hallett Carr, The Bolshevik Revolution: 1917-1923, Volume 1, W. W. Norton & Company, New York-London, 1985, 205-207. ↑
-
Graeme Gill, The Rules of the Communist Party of the Soviet Union, Macmillan Press, 1988, s. 107. ↑
-
A.g.y., s. 116. ↑
-
Robert H. McNeal, a.g.y., s. 60. ↑
-
Lynne Vyola, The Best Sons of the Fatherland: Workers in the Vanguard of Soviet Collectivization, Oxford University Press, New York-Oxford, 1987, s. 37-57, 196, 206. ↑
-
Metin Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri, Gelenek Yayınevi, Ankara, 1989, s. 175. ↑
-
Programme of the Communist Party of the Soviet Union (adopted by the 22nd Congress of the C.P.S.U, October 31, 1961), Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1961, s. 92. ↑
-
Alexander Salenko, “Legal Aspects of the Dissolution of the Soviet Union in 1991 and Its Implications for the Reunification of Crimea with Russia in 2014”, Zeitschrift für ausländisches öffentliches Recht und Völkerrecht, 75 (2015), s. 142-143. ↑
-
Programme of the Communist Party, a.g.y., s. 55. ↑
-
A.g.y., s. 34. ↑
-
A.g.y., s. 38. ↑
-
John M. Kirk, Healthcare Without Borders: Understanding Cuban Medical Internationalism, University Press of Florida, 2015 ve Angelo Baracca-Rosella Franconi, Subalternity vs. Hegemony, Cuba’s Outstanding Achievements in Science and Biotechnology, 1959–2014, Springer, 2016. ↑
-
Benjamin Peters, How Not to Network a Nation: The Uneasy History of the Soviet Internet, The MIT Press, Cambridge, Massachusetts-London, England, 2016, s. 81-89. ↑
-
A.g.y., s. 98-101. ↑
-
A.g.y., s. 108-123. ↑
-
Harry G. Shaffer (ed.), The Soviet Economy: A Collection of Western and Soviet Views, Meredith Corporation, New York, 1969, s. 392. ↑
-
Boris Nikolaevich Malinovsky, Pioneers of Soviet Computing, Trans. by Emmanuel Aronie, http://www.sigcis.org/files/SIGCISMC2010_001.pdf, 2010, s. 33. ↑
-
Metin Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden, a.g.y., s. 122-123. ↑
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder