2 Eylül 2024’te 18. Karaburun Bilim
Kongresi’nin “100. Yıldönümünde Lenin’e Armağan” başlıklı
oturumunda yaptığım konuşmanın metni
Marksizmin kurucuları, işçi sınıfının kurtuluşunun, işçi sınıfının kendi eseri olmak zorunda olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Bu konuda herhangi bir hazır reçete sunmamışlardı. Siyasal bir devrim aracılığıyla egemen sınıfın boyunduruğundan kurtulacak olan işçi sınıfı, bu devrimi izleyen toplumsal devrim sürecinde, kendi kaderini belirleyebilir duruma gelecekti. İşçi sınıfının bu duruma geldikten sonra somut olarak neler yapacağını önceden tarif etmeye çalışmak ütopyacılık olurdu…
Marx ve Engels, toplumsal devrim süreci hakkında spekülasyon yapmaktan uzak durmuş olsalar da, üç ay süren ve tarihteki ilk işçi sınıfı iktidarı olan 1871 Paris Komünü deneyiminden, toplumsal devrim süreciyle ilgili somut dersler çıkardı. Lenin de, 1917 Ekim Devriminin hemen öncesinde, Ağustos ve Eylül aylarında kaleme aldığı Devlet ve Devrim’de, insanlığın sosyalizmden komünist topluma geçişinin nasıl gerçekleşeceğini, asıl olarak, Marksizmin kurucularının Komün deneyiminden çıkardıkları dersler ışığında tartıştı.
Lenin’e göre, sosyalizmle birlikte, “kamusal yaşamın ve kişisel yaşamın bütün alanlarında, ileriye doğru, önce nüfusun çoğunluğunu sonra da tümünü kucaklayan, hızlı, gerçek, hakiki bir kitle hareketi” başlayacaktı.[1]
Şöyle yazmıştı: “(…) herkes devlet yönetimine katılırsa, kapitalizmin tutunacak dalı kalmaz. Diğer yandan, kapitalizmin gelişmesi de, gerçekten ‘herkes’in devlet yönetimine katılmasını mümkün kılan ön koşulları yaratır.”[2]
En ileri kapitalist ülkelerde bu ön koşullar daha o dönemde mevcuttu: “(…) herkesin okuma yazma bilmesi, ayrıca, posta hizmetlerini, demiryollarını, büyük fabrikaları, büyük ölçekli ticareti, bankacılığı vb. vb. kapsayan dev, karmaşık, toplumsallaştırılmış aygıt tarafından milyonlarca işçinin ‘eğitilmesi ve disipline sokulması’”.[3]
1917 yılının Rusya’sında bu koşullar henüz mevcut değildi tabii ki. Örneğin, 1920 yılında, nüfusun henüz üçte biri bile okuma yazma bilmiyordu.[4] Kentlerdeki nüfusun toplam nüfusa oranı, 1926 yılının sonuna gelindiğinde bile yüzde 20’ye ulaşamayacaktı.[5]
Zaten, 1917 yılında, Rusya’daki tüm Marksistlerin ortak görüşü, bu ülkedeki bir devrimin, dünya devriminin kıvılcımı olarak iş göreceğiydi. Rusya’daki bir devrimi Batı Avrupa ülkelerindeki devrimler izleyecek ve dünya devrimi sayesinde Rusya’da da sosyalizmin kurulması mümkün hale gelecekti.
Yine Lenin’e göre, komünist toplumun ilk evresinde, yani sosyalizm döneminde, öncelikli hedef, halkın çoğunluğunun hesap tutma ve denetim işlerini üstlenmesi olacaktı. Böylece, halk, yönetmeyi de öğrenecek ve halkın üzerinde duran bir yönetime duyulan gereksinim giderek ortadan kalacaktı: “Toplumun bütün üyelerinin ya da en azından büyük çoğunluğunun devleti kendi başlarına yönetmeyi öğrendikleri, bu işi kendi ellerine aldıkları, çok küçük bir kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını sürdürmek isteyen beyefendiler ve kapitalizmin iyiden iyiye bozduğu işçiler üzerinde denetim ‘kurdukları’ andan başlayarak, her tür yönetim gereksinimi tümüyle ortadan kalkmaya başlar.”[6]
Böylece devlet de yok olup gitmeye başlar, “Çünkü tüm insanlar yönetmeyi öğrenmiş olduğunda ve toplumsal üretimi fiilen kendi başlarına yönettiklerinde, hesapları kendi başlarına tuttuklarında (…) toplumsal yaşamın basit, temel kurallarına uyma zorunluluğu çok kısa bir süre içinde alışkanlığa dönüşecektir.”[7]
1917 Ekim Devrimi, dünya devriminin kıvılcımı olamadı. Komünistler, işçi sınıfının azınlıkta olduğu görece geri bir ülkede iktidara gelmişti. Dahası, devrimin hemen ardından, emperyalist devletlerin de taraf oldukları ve 1922 yılına kadar süren bir iç savaş başladı.
Buna rağmen, Rusya Komünist Partisi (Bolşevik), 1919 yılındaki 8. kongresinde kabul ettiği parti programında şu hedefleri belirledi:
“1) Her Sovyet üyesi devlet idaresinde belirli bir görevi yerine getirmekle yükümlü olacaktır.
2) Bu görevler, giderek tüm idari dalların kapsanmasını sağlayacak şekilde, rotasyon yoluyla değiştirilecektir.
3) Kademeli olarak, çalışan nüfusun tümünün devlet idaresi çalışmalarına katılmaları sağlanacaktır.
Tüm bu adımların eksiksiz ve en kapsamlı şekilde hayata geçirilmesi Paris Komünü’nün girdiği yolda atılan yeni bir adım olacak ve yönetsel işlerin basitleştirilmesi ile işçilerin kültür düzeyinin yükseltilmesi, devlet iktidarının ortadan kaldırılmasının yolunu açacaktır.”[8]
Halkın devleti denetlemesi ve devlet yönetimine katılması için de öncülüğe gerek vardı elbette. 1920 yılında bu amaç doğrultusunda İşçi ve Köylü Denetimi Halk Komiserliği, yani bakanlığı kuruldu. Lenin, Şubat 1920’de bu komiserlik hakkında şunları söyleyecekti:
“İşçiler, devlet aygıtının tümünü denetlemek üzere, tüm devlet kuruluşlarına girmelidirler. Ve bu iş, kendi temsilcilerini partisiz işçi ve köylü konferanslarında bizzat seçen partisiz işçiler tarafından yapılmalıdır. Bunlar, omuzladıkları büyük görevlerin altında ezilen komünistlerin yardımına koşmalıdırlar. Bu aygıta, mümkün olduğunca çok sayıda işçi ve köylü sokmalıyız. Bu görevin altından kalkıp onu yerine getireceğiz. Ve bu sayede de bürokrasiyi kurumlarımızdan söküp atacağız. Geniş partisiz yığınlar tüm devlet işleri üzerinde denetim kurmalı ve yönetmeyi bizzat kendileri öğrenmelidirler.”[9]
Aslına bakılırsa, Bolşevikler, Çarlık Rusyası’nın devlet aygıtını büyük ölçüde devralmış, geçmiş dönemin kadrolarıyla iş yapmak zorunda kalmıştı. Lenin’in 1922 yılındaki, yani devrimden 5 yıl sonraki saptamalarına göre, Moskova’daki yönetsel görevler üstlenen yaklaşık 4700 komünist kadro, kendilerine yabancı olan bir kültürün etkisi altına girmişti. Kimin kimi yönettiği tartışmalı hale gelmişti. Bu kadroların ilk yapması gereken şey, gerçekte yönetemediklerinin farkına varmaktı. Bunun farkına varmaları ve yönetmeyi öğrenmek için sıkı bir şekilde çalışmaları durumunda başarılı olabilirlerdi. Ama ne yazık ki bunu yapmıyorlardı…[10]
Bir başka deyişle, kapitalist devlet aygıtını parçalamak, Bolşevikler için bile kolay bir iş olmamıştı.
Lenin, yine 1922 yılının son günlerinde, “vasiyetnamesi” olarak da bilinen yazıları dikte etmeye başladı. Birikmiş sorunlara ve tehlikelere karşı önerdiği çözüm yolu, halkın devlet yönetimine daha fazla katılmasının sağlanmasıydı.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesinin o dönemde 27 olan üye sayısı 50-100 civarına yükseltilmeliydi. Komiteye çok sayıda yeni işçinin alınması, bu işçilerin, eski rejimden devralınan devlet mekanizmasını iyileştirmesini sağlayacaktı.[11] Bu yeni işçiler, tercihen, daha önce yönetim kademelerinde yer almamış olan işçilerin arasından seçilmeliydi.[12]
Son yazılarında Lenin’in en fazla üzerinde durduğu konulardan biri, o zamana kadar bekleneni veremediğini saptadığı İşçi ve Köylü Denetimi Halk Komiserliğinin yeniden yapılandırılmasıydı. Bu komiserliğin, devlet aygıtını düzeltmenin aracı haline getirilmesine yönelik pek çok somut öneri sundu.
Bence, burada önem taşıyan konu, Lenin’in önerilerinin somut içeriklerinden çok, gösterdikleri doğrultuydu. Örneğin, Merkez Komitesinin üye sayısının artırılması, kendi başına, devlet yönetimine daha fazla insanın katılmasını güvence altına almaz. Böylesi bir komitenin içinde çoğunluğun desteğini “bir şekilde” kazananların azınlık üzerinde tahakküm kurmasına da yol açabilir.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi, kâğıt üzerinde, Lenin’in gösterdiği doğrultuya bağlı kaldı. Örneğin, 1961 yılında kabul edilen üçüncü parti programında, Devlet ve Devrim’deki hedeflerin altı bir kez daha çizilecekti:
“Sosyalist demokrasinin çok yönlü genişlemesi ve mükemmelleşmesi, tüm yurttaşların devlet idaresine, iktisadi ve kültürel gelişmenin yönetimine, devlet aygıtının iyileştirilmesine aktif katılımı ve halkın bu aygıtın etkinlikleri üzerindeki denetiminin artması, komünizmin inşa edilmesi döneminde sosyalist devletin gelişiminin ana doğrultusunu oluşturur. Sosyalist demokrasi geliştikçe, devlet iktidarının organları giderek kamusal özyönetim organlarına dönüşecektir.”[13]
Aynı programda, bu görece soyut hedefleri somutlaştırmaya yönelik hedefler de tarif edilmişti. Örneğin, devletin yönetim organları sistemli bir şekilde yenilenmeli, bu organların üyelikleri için üç dönem sınırlaması getirilmeliydi. Yasa tasarıları ile ulusal ve yerel ölçeklerde önem taşıyan diğer kararların halk tarafından tartışılması bir kurala dönüştürülmeliydi. En önemli yasa tasarıları için ülke ölçeğinde referandum düzenlenmeliydi. Lenin’in talimatları doğrultusunda, merkezî ve yerel devlet organlarının halk tarafından denetlenmesine önem verilmeliydi. Bürokrasi ortadan kaldırılmalı ve halk tarafından getirilen öneriler hemen hayata geçirilmeliydi. Tüm devlet yöneticileri seçimlerle belirlenmeli ve hesap sorulabilir olmalıydı. Maaşlı devlet görevlilerinin sayısı azaltılmalı, halkın giderek daha büyük kesimlerinin devlet yönetimine katılmayı öğrenmesi sağlanmalı, devlet görevliliği bir meslek olmaktan çıkarılmalıydı…
Ne var ki, bunların neredeyse tümü, gerçekten de kâğıt üzerinde kaldı. Oysa Sovyet halkının kültürel düzeyi dünya ortalamasının bir hayli üzerine çıkmıştı. Ama Sovyetler Birliği Komünist Partisi, çok farklı öznel ve nesnel nedenlerle, halkın denetimi altında değil, onun üzerinde duran bir devlet mekanizmasının sürekliliğini sağladı.
Halkın devlet yönetimini kendi üzerine alamaması, dünya devrimi mücadelesinin gerçek öznesi haline gelememesi, sosyalizmin çöküşünü kolaylaştırdı. Böylece, en azından bana kalırsa, işçi sınıfının kurtuluşunun onun kendi eseri olmak zorunda olduğu doğrulandı.
Günümüzde, 1917’deki Rusya toplumundan daha geri bir toplum bulmak hiç kolay değil. İşçi sınıfı, neredeyse tüm ülkelerde, halkın ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Dolayısıyla, işçi sınıfının çıkarları ile halkın çıkarları büyük ölçüde özdeşleşmiş durumda. Okuryazarlığın evrenselleşmiş olmasının ötesinde, herkesin insanlığın tüm bilgi birikimine erişmesinin ve bu birikime katkıda bulunmasının olanakları mevcut.
Buna karşılık, yakın geçmişin sol/sosyalist iktidar deneyimleri de, halkın devlet yönetimine katılması sağlanamadığında, elde edilen kazanımların sınırlı kalacağının ve asıl önemlisi kolaylıkla kaybedileceğinin kanıtlarını sundu.
Örneğin, Venezüella’daki “Bolivarcı Devrim”, devlet yöneticilerinin yolsuzluklarına da yoksulluğa da son veremediği gibi, yine bunlarla anılan yeni bir baskıcı rejimin kurulmasıyla sonuçlandı. Örneğin, Bolivya’daki iki ayrı halk ayaklanması sonrasında iktidara gelen Sosyalizm Hareketi, başlangıçta “toplumsal hareketlerin bir aracı” olarak kurulmuş olmasına karşın, zamanla bir düzen partisine dönüştü. Örneğin, Yunanistan’da iktidara gelen Syriza, halkın desteğini arkasına almış olmasına karşın, Avrupa Birliği’nin tehdit ve şantajlarına boyun eğdi ve sıradan bir sosyal demokrat partiye dönüştü.[14]
Halkın devlet yönetimine katılması, yalnızca biçimsel önlemler aracılığıyla sağlanamaz. Devrimci kadroların bu doğrultuda çaba harcamaları gerekir. Diğer yandan, bu doğrultudaki adımların tümüyle iktidarın alınması sonrasına bırakılması ya da kalması, devleti yönetmenin gerekleri ile halk katılımını sağlamanın gereklerini bağdaştırmayı zorlaştırır.
Bir başka deyişle, halkın siyasal mücadelenin gerçek öznesi haline getirilmesi, yalnızca iktidar sonrasının değil, aynı zamanda iktidar mücadelesinin vazgeçilmez bir görevidir. Örneğin, seçimler yoluyla belediye meclisi üyelikleri, belediye başkanlıkları, milletvekillikleri vb. kazanılabilen ülkelerde, hem bu tür mevzileri kazanma mücadelelerini, hem de bu mevzilerin kendilerini, halkı siyasete ve devlet yönetimine katmanın araçları olarak görmek ve kullanmak gerekir. Devrimci kadrolar, ancak bu yolla, halkı siyasal mücadelenin gerçek öznesi haline getirmeyi öğrenebilir. Ve kadroların devrimciliklerini korumalarının yolu, bu devrimci görevi yerine getirebilmelerinden geçer.
Toplumsal devrimi gerçekleştirebilmek için, önce, siyasal bir devrim yapmak, yani iktidara gelmek gerekir. Ama iktidara gelme mücadelesi ile toplumsal devrim hedefi arasında güçlü bağlar kurulamazsa, hem iktidar mücadelesi hem de elde edilen iktidarı koruma mücadelesi, bu mücadeleleri yürütenleri dönüştürür. Kararlar giderek daralan bir merkez tarafından alınırken, elde edilen iktidarın gerçek bir halk desteğinden yoksun kalması az çok kaçınılmaz hale gelir. En azından, uzak ve yakın geçmişin sayısız örneği bize bunu gösterdi.
Dolayısıyla, dünyayı gerçekten değiştirmek isteyenlerin, Lenin’in
gösterdiği doğrultuda somut olarak neler yapmak gerektiği üzerine
daha fazla düşünmeleri gerektiği kanısındayım.
-
V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, çev: M. Halim Spatar-Celal Üster, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 127-128. ↑
-
A.g.y., s. 128-129. ↑
-
A.g.y., s. 129. ↑
-
V. I. Lenin, Collected Works, Volume 33, Progress Publishers, 1973, s. 462. ↑
-
Frank Lorimer, The Population of the Soviet Union: History and Prospects, League of Nations, 1946, s. 67. ↑
-
V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, s. 130. ↑
-
A.g.y., s. 131. ↑
-
Robert H. McNeal (gen. ed.), Richard Gregor (ed.), Resolutions and Decisions of the Communist Party of the Soviet Union, Volume 2, The Early Soviet Period: 1917-1929, University of Toronto Press, Toronto and Buffalo, 1974, s. 61. ↑
-
V. İ. Lenin, Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, çev: Metin Çulhaoğlu, Yordam Kitap, İstanbul, 2016, s. 225-226. ↑
-
V. I. Lenin, Collected Works, Volume 33, Progress Publishers, 1973 s. 288-289. ↑
-
V. I. Lenin, Collected Works, Volume 36, Progress Publishers, Third printing 1977, s. 596. ↑
-
A.g.y., s. 597. ↑
-
Programme of the Communist Party of the Soviet Union (adopted by the 22nd Congress of the C.P.S.U, October 31, 1961), Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1961, s. 92. ↑
-
Erkin Özalp, Devrim Nasıl Yapılır? Dünyada Strateji Arayışları, Yordam Kitap, Ekim 2023. ↑
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder