2 Nisan 2020 Perşembe

Sol, gerçek seçim çalışmalarından neden kaçıyor?

Eşitlikçi Forum yazıları

9 Eylül 2013


İşten atılan işçilerin direnişlerini desteklemek reformist bir tutum mudur? Ücretlerinin artırılması ya da çalışma koşullarının iyileştirilmesi için grev yapan işçileri desteklemek reformist bir tutum mudur? Eğitimin (daha) paralı hale getirilmesine yönelik girişimlere karşı çıkmak reformist bir tutum mudur? Eşitsizlikleri artıran sağlık “reform”larına karşı çıkmak reformist bir tutum mudur? Ulaştırma zamlarına karşı çıkmak reformist bir tutum mudur?

Herhalde bu tür sorulara kestirmeden “evet” cevabını yapıştıran solcuların sayısı hayli düşük kalacaktır.

Peki, işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek ve onları örgütlü mücadeleye kazanmak için seçimlerden yararlanmaya çalışmak reformist bir tutum mudur? Muhtarlık, belediye meclisi üyeliği, belediye başkanlığı, il genel meclisi üyeliği ve milletvekilliği gibi yöneticilik görevlerine halkın çıkarlarını temsil edecek olan kişilerin seçilmesi için mücadele etmek reformist bir tutum mudur? Seçimlerde gerçekten de somut kazanımlar elde etmeyi hedeflemek, bunun için uzun soluklu çalışmalar yapmak, reformist bir tutum mudur?

Solcular, her şeyden önce dürüst olmalı. Dürüst olmalıyız.

Birinci paragrafta söylenenler ve benzerleri elden geldiğince yapılırken ikinci paragrafta söylenenlere “reformizm” damgasının yapıştırılabilmesinin tek bir açıklaması var: Kolaycılık.

Bir yandan soyut bir sosyalizm (ya da radikal, devrimci, gerçek demokrasi, halk demokrasisi vb.) propagandası yaparken diğer yandan güncel gelişmeler karşısında güncel tavırlar almak, şu ya da bu düzeyde özveri gerektirse bile, özünde kolaydır. Buna karşın, seçimlerde başarılı olmak için, inandırıcı olabilmek, halkı oy vermeye ikna edebilmek gerekir. Bunu başaramayanların seçimleri önemsiz, seçimlerde başarı isteyenleri sırf bunu istedikleri için reformist ilan etmeleri ise kolaycılıktan başka bir şey değildir.

Tek tek solcular ve sol örgütlerin kadroları açısından bakalım. Sosyalizm hakkında genel geçer sözler söylemek, sosyalizm propagandası içeren bildiriler dağıtmak ve yayınlar satmak, bir işçi direnişi patlak verdiğinde dayanışma ziyaretlerine katılmak, işçiler yürüdüğünde onlarla birlikte yürümek, eşit ve parasız eğitim talebiyle imza toplamak, bu talebi yükseltmek için düzenlenen gösterilere katılmak, ulaştırma zamlarını izleyen günlerde turnikelerden para ödemeden geçmek gibi eylemler, hem zaman ve emek ister, hem de insanın başına pek çok bela getirebilir elbette. Dahası, solcuların herhangi bir kişisel maddi çıkar gözetmeksizin mücadele etmesi, solcu olmayanlar tarafından farklı düzeylerde “takdir” edilir. Bunun da ötesinde, belirli taleplerin birileri tarafından ısrarla dile getirilmesi, toplumsal ölçekte bazı “ideolojik” kazanımlar sağlar.

Ama tüm bunlardan, tarihsel gelişmenin kritik dönemeç noktalarında gerçek bir iktidar alternatifinin yaratılmasını sağlayabilecek olan işçi sınıfı ve halk önderlerinin çıkması çok zordur.

İşçi sınıfı ve halk önderleri derken, kendinden menkul önderlik iddialarını dışarıda bırakıyorum tabii ki. Falanca sosyalist partinin filanca yüksek kurulunun önde gelen bir üyesi, kendisini gerçek bir öncü, hatta bir halk önderi sayıyor olabilir. Ama bu kişi ve partisi seçimlerde halktan oy almanın yollarını bile yaratamıyorsa, söz konusu “öncülük” iddiası, kendi kendine gelin güvey olmaktan çok fazlasını ifade etmiyor demektir.

Türkiye’de, bugüne kadar yaptıklarıyla halkın az çok güvenini kazanmış ve bir milletvekilliği ya da belediye başkanlığı seçiminde aday gösterilmeleri durumunda daha baştan belirli bir iddialılığa sahip olabilecek olan sosyalistler kimler? (Kuşkusuz, Kürt hareketi ya da CHP tarafından aday gösterilerek ya da desteklenerek alınabilecek olan oylardan söz etmiyorum.)

Herhalde, akla gelen isimlerin çoğu, sanatçı kimlikleri sayesinde belirli bir popülerliğe ulaşmış kişiler olacaktır. Onlara belki bazı yazarlar ve bazı akademisyenler eklenebilir. Son olarak, yine siyasetçi kimlikleriyle değil, meslek yaşamları sayesinde belirli bir saygınlığa ulaşan isimler bulunabilir.

Peki, aklınıza, siyasal mücadeleleri sayesinde halkın güvenini kazanan bir sosyalist geliyor mu?

1960’lı ve 1970’li yıllarda, çok farklı mücadele biçimlerine dayalı olarak, halkın da farklı ölçülerde güvenini kazanan liderler ortaya çıkabilmişti. Önce Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) parlamenter mücadeleyle öne çıkardığı bazı isimler, ardından silahlı mücadeleye yönelen gençlik örgütlerinin liderleri (ve ayrıca devrimci sendikaların liderleri), halk önderleri olarak anılmayı da hak etmişti. Buna karşın, 1980’lerin başından bu yana, sosyalistler, işçilerin gözünde de, daha genel olarak emekçilerin ve yoksulların gözünde de, siyasal açıdan etkisiz ve büyük ölçüde “bilinmez” kişiler olmanın ötesine geçemedi.

Günümüzde silahlı mücadele yürütmeye çalışan sol örgütler açısından bu durum anlaşılır ve kaçınılmaz kabul edilebilir. Ama bugünün koşullarında silahlı mücadele yürütmek gibi bir gündemleri bulunmayan sosyalist örgütlerin halk önderleri yaratmak konusundaki başarısızlıkları dikkat çekici değil mi?

Kimileri soruya soruyla cevap vermeyi tercih edebilir: İyi ama, olağan dönemlerin koşulları ile devrimci dönemlerin koşulları çok farklı değil mi? Olağan dönemlerde düzen partilerinin peşine takılan halk, devrimci dönemlerde sokağa çıkarak o partileri iktidardan düşürmüyor mu?

Düşürebiliyor elbette... Ama sonra ne oluyor? İktidar, otomatik olarak, o zamana kadar halktan en az oyu almış olan ve üyeleri neredeyse hiç tanınmayan partilere mi devrediliyor? Yoksa, düşürülen iktidara karşı mücadele ederken belirli bir toplumsal güce ulaşmış, somut mevziler elde etmiş, halkın az çok tanıdığı (ya da tanıdığını sandığı) birileri mi geliyor iktidara?

Aslına bakılırsa, Türkiye’deki sosyalist örgütler, iktidara ne şekilde gelmeyi umduklarını açıkça tartışmıyor. “İktidar perspektifi”nin çok önemli olduğunu vurgulayan sosyalistler bile, somut bir “iktidar stratejisi” tartışması yürütmekten kaçınıyor. Açıkçası, sosyalistlerin çoğunun bugünkü iktidar umudu, piyangodan büyük ikramiye çıkması umudundan farksız: Türkiye uzun ve yıpratıcı bir savaşa girse, işgal edilse ya da ülkeye açık faşizm gelse, mevcut iktidarın yanı sıra diğer düzen güçleri de tam bir meşruiyet yitimine uğrasa, halk ayaklansa, savaşa, işgale ya da açık faşizme karşı mücadelede öne çıkmayı başaran sosyalistler iktidara gelse!

Ne var ki, solun bugünkü etkisizliği nedeniyle, bu tür “katastrofik” gelişmeler yaşansa bile, bunların solu iktidara getirmesi olasılığı son derece düşük olacaktır.

Sosyalist örgütlerin adı koyulmamış “bekle ve umut et” stratejisi, eldeki kadroların sayısının belirli bir düzeyin ötesine geçmesine de izin vermiyor.

Başka her tür tartışma bir yana, Türkiye’deki sosyalist örgütlerin neredeyse tümünün bugünkü üye sayılarını kat kat aşan sayılarda “eski solcu” üretmiş olması, her bir örgütün kendisini sorgulamasını ve dürüstçe hesap vermesini gerektirmiyor mu? Sosyalist bir örgüte üye olmak, hiç de o kadar kolay bir tercih değil. Kişisel yaşamları açısından çok önemli bir karar alarak bu örgütlere üye olanların büyük çoğunluğunun görece kısa süreler içinde mücadelenin dışına düşmesini kişisel zaaflarla açıklamak, en hafif deyimle, büyük bir ayıp değil mi?

Sosyalist örgütlerin üyelerini kolayca kaybetmesinin temel nedeni, iktidar hedefiyle somut bağlantıları herkesçe görülebilecek olan gerçek ve gerçekçi hedefler doğrultusunda mücadele edilmemesi.

Seçimler söz konusu olduğunda, sosyalist örgütler, birkaç aylık seçim kampanyaları düzenlemenin ve bu kampanyalar sırasında genel geçer birtakım sözler söylemenin ötesine geçmiyor. Seçimlere birkaç ay kala çok sayıda başka parti ve örgüt gibi bildiri dağıtarak, afiş asarak, küçük ölçekli toplantılar düzenleyerek ve genel ülke sorunlarından söz ederek oy almak nasıl mümkün olabilir ki? Bunu yalnızca, kendi dışlarındaki güçlerin kararıyla milletvekili seçilebilenler başarabiliyor.

Sol, seçimler için elbette ittifaklar kurabilir ve kurmalıdır. Ama meclise girmelerini tümüyle başkalarına borçlu olan sosyalist milletvekillerinin varlığı, sosyalist örgütlerin toplumsal ölçekteki görevlerini yerine getirmiş oldukları anlamına gelmiyor. Diğer yandan, bugüne kadarki somut örneklerde, bu şekilde elde edilen milletvekillikleri, solun bağımsız bir siyasal özne olarak güç kazanmasına pek fazla hizmet edemedi.

Başta işçilerin ve emekçilerin yoğun olarak yaşadığı yerellikler olmak üzere seçilmiş seçim bölgelerinde uzun süreli çalışmalar yapmadan, bu bölgelerde yaşayan insanların somut sorunlarını çözmeye yönelik somut hedefler belirlemeden, bu hedefler doğrultusunda halkın harekete geçirilmesini de içeren mücadeleler yürütmeden, halkçı bir yöneticilik tarzının farklarını somut olarak göstermeden, tüm bunların yapılmasına rağmen seçimlerde yeterince başarılı olunamaması durumunda bunun nedenlerini dürüstçe sorgulamadan, bir sonraki seçimlerde başarılı olmak için halkın önüne somut ve inandırıcı hedefler koymadan “seçim başarısı” elde etme beklentisi de, piyangodan ikramiye çıkması beklentisinden farksızdır.

Kapitalist bir ülkede, örneğin tek bir belediyenin halk tarafından yönetilir duruma gelmesi, o belediyenin sınırları içinde bir devrim yapılması anlamına gelmez elbette. Ama insanların barınma, ulaşım, su ve hatta beslenme gibi bazı temel ihtiyaçlarını karşılamalarını kolaylaştıracak olan bir belediyenin yaratılması, sermaye iktidarının engelleme girişimlerine karşı hem belediye sınırları içinde hem de Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayanların harekete geçirilmesi, solun toplumsal gücünün artırılması açısından önemsiz sayılabilir mi?

Solun, “halkın çıkarları”nı her şeyin önüne koyduğunu kanıtlayacak olan bir mücadele tarzından söz ediyorum. Dolayısıyla, sosyal demokrat bir belediye başkanı halkçı uygulamalara yöneldiğinde, eksiklerini ve yanlışlarını eleştirme görevini bir yana bırakmadan, onu desteklemek gerekir. Yine bir sosyal demokrat belediye başkanı, Dikili örneğinde olduğu gibi, halkçı uygulamaları nedeniyle hapis cezasına çarptırılıp görevinden uzaklaştırıldığında, buna karşı ülke genelinde mücadele yükseltmek, solun görevidir. Çünkü bu mücadele verilmediğinde, daha ileri örneklerin yaratılması zorlaşacaktır. Ama Türkiye’deki sosyalist örgütler, ne yazık ki, Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’i yalnız bıraktı.

Osman Özgüven’e kadar gitmeye de gerek yok. Belirli bir sosyalist örgüt belirli bir yerellikte az çok etkili ve sonuç alması olası bir çalışma yürüttüğünde, diğer örgütlerin herhangi bir pazarlık yapmadan bu çalışmayı desteklemelerinin kaç tane örneği var? Tam tersine, sosyalist örgütler, Türkiye genelindeki oy oranlarında yüzde 0,0001’lik bir azalma olmasın diye, hiç çalışma yürütmeyecek olsalar bile, başka bir sosyalist örgütün çalışma yürüttüğü yerelliklerde aday gösterebiliyor. “Ama onlar da bize şurada destek olmadı” türü açıklamalar, sosyalist örgütlerin üyeleri tarafından o an için yeterli bulunsa bile, aynı örgütlerin halkın gözündeki inandırıcılıklarını yitirmelerine engel olamıyor.

Kimilerinin aklına, haklı olarak, şöyle bir soru takılabilir: Halkın sorunlarına düzen içi çözümlerin aranması ve en azından kısmi çözümlerin bulunması, halkın düzene bağlılığını güçlendirmez mi?

Halkın tüm temel sorunlarına düzen içi çözümlerin bulunabileceğini düşünüyorsak, o zaman, bu mücadele yolu, gerçekten de yalnızca düzene hizmet edecektir. Ama böyle düşünüyorsak, düzen değişikliği için mücadeleye gerek yok demektir!

Emin olabileceğimiz tek bir şey var: Bu düzende, halkın tüm temel sorunlarının sırayla çözüme kavuşturulması olanaksız.

Ama somut hedefler doğrultusunda mücadele etmeyen, örgütlenmeyen, mevcut düzenin sınırlarını somut olarak zorlamayan bir halk, köklü bir çözümü destekleme noktasına da kolay kolay gelemez. Doğrusal bir gelişim çizgisinden söz etmiyorum. Bugünden bir halk iktidarına uzanacak olan süreç, sıçramalar barındıracaktır. Ama sıçramaların gerçekleşmesi ve asıl önemlisi bunların bir halk iktidarına yaklaştırması için, belirli bir birikime de ihtiyaç var.

Halkın somut sorunlarını halkla birlikte çözme mücadelesi yürüten halk önderlerinin ortaya çıkması, tam da böylesi birikimin oluşturulması açısından önem taşıyor.

Peki ama, enerjilerinin büyük bir bölümünü halkın gündelik sorunlarına ayıranların, bu sorunların içinde boğulması ve asıl hedefi gözden kaçırması tehlikesi yok mu?

Var elbette. Ama, enerjilerinin büyük bir bölümünü halkın gündelik sorunlarıyla pek fazla ilgisi bulunmayan sorunlara ayıranlar da, Türkiye solunun son 30 yıldaki deneyimlerinden bildiğimiz üzere, bu sorunların içinde boğulabiliyor ve asıl hedefi gözden kaçırabiliyor.

Diğer yandan, asıl hedefin gözden kaçmasını engelleyecek, bugün yürütülen mücadelelerin bu hedefle bağlarının kopmasına izin vermeyecek bir tarzın yaratılmasına ihtiyaç duyulduğu açık.

Bunun yolu da, başka şeylerin yanında, elde edilen yöneticilik görevlerinin, kişisel maddi çıkarlar elde etmek için kullanılmayacaklarının taahhüt edilmesinden ve kullanılmadıklarının somut olarak gösterilmesinden geçecektir.

Marx’ın Paris Komünü hakkında yazdıklarının çoğu sosyalist tarafından bilinmesine karşın, yöneticilerin gelirlerinin, işçi ücretlerinin ortalamasını aşmaması gerektiği nedense pek hatırlanmaz. Dahası, yeri geldiğinde milletvekili maaşlarının yüksekliğinden şikayet edenlerin, milletvekili olduklarında bu maaşları sessizce ceplerine indirmeleri de hiç tartışılmaz. Oysa Avusturya’nın Graz kentindeki komünistlerin somut olarak gösterdikleri üzere, “başka bir pratik” mümkün! Yöneticilik görevlerine gelenler, elde ettikleri gelirlerin işçi ücretleri ortalamasını aşan kısmını dayanışma fonlarına aktarabilir. Ve bunu yapmaları, gerçekten de farklı bir yöneticilik tarzını temsil ettiklerini somut olarak gösterir.

Bunun ötesinde, günümüzde, her tür kurumun her tür gelir ve giderinin en ayrıntılı şekilde herkesin denetimine açılması mümkün. Yine her tür kurumun her tür karar alma sürecinin herkesçe izlenebilir ve denetlenebilir olmasını sağlamak da mümkün. Sosyalistlerin görevi, merkezi ve yerel tüm devlet kurumlarında tam bir açıklığın sağlanması için mücadele etmek ve bu kurumlarda yöneticilik görevlerine geldiklerinde bu açıklığı sağlamaktır. Dahası, bu konudaki ilkesel yaklaşım, sendikalarda, meslek örgütlerinde, halk yararına faaliyet yürütme iddiasında olan derneklerde ve tüm diğer benzer kurumlarda da hayata geçirilmeli. Örneğin, haksız çıkar sağlama niyeti yoksa, sendika yöneticilerinin ne kadar ücret, ne kadar harcırah aldıkları, maaşlı sendika görevlerine kimleri getirdikleri gibi konularda gizliliğe neden başvurulsun?

Halk yararına faaliyet yürütmesi gereken her tür kurumun işleyişinde tam bir açıklığın sağlanması, bu kurumların yalnızca denetlenmesini değil, daha etkili çalışmalar yürütmelerine yönelik katkıların alınmasını da kolaylaştırır. Açıklığın bulunmadığı yerde, halkın desteğini almak çok daha zor olur. Açıklığın bulunmadığı yerde, sosyalistlerin elindeki kurumların daha etkili olabilmesi için bireysel olarak katkıda bulunmak isteyecek insanların ortaya çıkması da zorlaşır.

Oysa halkçı bir yönetim tarzının sağlayacağı en önemli olanaklardan biri, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin güç kazanmasını isteyen herkesten katkı alınabilecek duruma gelinmesidir.

Örneğin, ülkemizin tarihinde, devrimci üniversite öğrencileri tarafından Zap Suyu’na köprü inşa edilmesi gibi deneyimler de bulunuyor. Okumuş ve okumakta olan insanların emekçi halka karşı sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için, bunun somut olanaklarının da yaratılması gerekmez mi?

Yine örneğin, sosyalistlerin elindeki belediyelerde gönüllü olarak çalışma, halkla bağ kurmanın bir başka yolu haline getirilebilir. Hem belediyelerin sınırları içinden hem de dışından olabildiğince çok gönüllünün katkısının alınması, geleceğin halk önderlerinin ortaya çıkarılmasını da kolaylaştırabilir.

Tüm bunlar, gerçek ve kalıcı çözümlere ancak bir düzen değişikliğiyle ulaşılabileceği propagandasının bir yana bırakılmasını gerektirmez. Tam tersine, halkçı mücadelenin karşısına çıkarılacak olan engeller, gerçek çözümler için mevcut düzenin aşılmasının zorunlu olduğunu halkın gözünde de açıklığa kavuşturacaktır. En az bunun kadar önemlisi, farklı bir yönetim tarzının mümkün olduğunun somut olarak gösterilebilmesi ölçüsünde, sosyalistlerin kritik tarihsel dönemeç noktalarında somut bir iktidar alternatifi yaratmaları olası hale gelecektir.

Sosyalistlerin elindeki yönetsel mevzilerin çok sınırlı olması nedeniyle daha çok yerel yönetimlerden örnek vermiş olmama karşın, burada tarif etmeye çalıştığım mücadele tarzı, ancak ülke ölçeğindeki mücadelelerin bir parçası haline getirilebilmesi durumunda, yeterince etkili ve sonuç alıcı olabilir. Halkçı belediyelerle ülke ölçeğinde dayanışmanın örgütlenmesi ve bu belediyelerin karşılaştığı baskılara karşı yine ülke ölçeğinde mücadele yürütülmesi, elde edilen somut kazanımların çok daha geniş kesimlere duyurulması ve benzer örneklerin yaratılması için girişimlerde bulunulabilmesi için de gerekli.

Ama ne yazık ki, sosyalist örgütler, kendi kazandıkları belediyelerde olup bitenleri duyurmak konusunda bile yeterli çabayı harcamayabiliyor. Bu belediyelerin somut olarak neler yapılarak, hangi çalışma tarzıyla kazanıldığı, yine bu belediyelerde somut olarak neler yapıldığı ve bu çalışmalara ne tür katkıların alınabileceği konusunda pek az tartışma yürütülüyor. Hele aynı deneyimlerden başka yerelliklerde işe yarayacak somut dersler çıkarmak konusunda neredeyse hiçbir çaba gözlenemiyor!

Oysa hem Türkiye’deki hem de dünyanın başka ülkelerindeki somut deneyimler, sosyalizm mücadelesinin evrensel birikiminin birer parçası. Bunlardan yararlanmadan, daha ileri örnekler yaratmanın yollarını aramadan, bu doğrultuda somut, gerçekçi ve ikna edici hedefler belirlemeden sosyalizm mücadelesi yürütmeye çalışmak, yapılan çözümlemeler ve söylenen sözler ne kadar iddialı görünürse görünsün, gerçek devrimci iddialardan yoksunluğun bir kanıtıdır.

Sorun şu ki, gerçek seçim çalışmalarının ve gerçek bir iktidar mücadelesinin yürütülebilmesi için, solda gerçek bir dönüşüme ihtiyaç var. Örneğin, solun iktidara nasıl gelebileceğini açıkça ve dürüstçe tartışmadan, sol kadroların ve halkın önüne anlamlı, ikna edici ve gerçekçi hedefler koymadan, halkçı yönetim tarzının somut örneklerini ortaya çıkarmak için mücadele etmeden sosyalist örgüt yöneticiliği yapılabilmesi durumuna son verilmesi gerekiyor.

Bunu başarmak, son 30 yılın somut deneyimlerinin gösterdiği üzere, hiç kolay değil... Ama en azından bazı şeyleri daha yüksek sesle ve açıkça tartışmanın zamanı çoktan gelmedi mi?

(Bu yazı Nisan 2013’te yazılmıştır.)

 

Ziyaretçi

Merhaba,

Metinde geçen şu bölümü önemsiyorum:
"Sol, seçimler için elbette ittifaklar kurabilir ve kurmalıdır. Ama meclise girmelerini tümüyle başkalarına borçlu olan sosyalist milletvekillerinin varlığı, sosyalist örgütlerin toplumsal ölçekteki görevlerini yerine getirmiş oldukları anlamına gelmiyor. Diğer yandan, bugüne kadarki somut örneklerde, bu şekilde elde edilen milletvekillikleri, solun bağımsız bir siyasal özne olarak güç kazanmasına pek fazla hizmet edemedi."

Şu anda HDP çatısı altında bir araya gelen örgütler için geçerli bir duruma benziyor. Öte yandan bir de Sol Cephe çağrısı yapılmış durumda, ki bu da kendinden menkul, neye hitap ettiği anlaşılmayan ve büyük olasılıkla daha önceki benzerleri gibi kadük kalacak bir çalışma gibi. Bunların dışında bazı sosyalist örgütlerin her iki odak arasında yalpaladığı ve ne şiş yansın ne kebap kararsızlığını yeğlediğini görüyoruz. Son olarak, bazı sosyalist örgütlerin ilçe yöneticilerinin -çok şaşırtıcı biçimde- bulundukları ilçede örneğin CHP'den belediye başkan aday adayı olduğu bilgileri paylaşılmaya başlandı.

Bu girişimlerin hiçbirinde bir strateji ve sıklıkla tekrarlandığı gibi bir "sosyalist iktidar perspektifi" göremiyorum.

Soru 1: Siz bu girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soru 2: Alternatif önerileriniz nedir?

Erkin Özalp

Merhaba...

Cevap 1: Sol Cephe hakkında yorum yapmak için biraz erken gibi. Henüz ortada yalnızca bir çağrı metni var. Aynı anlama gelmek üzere, henüz bu girişimin somut bir “sosyalist iktidar stratejisi” üretip üretemeyeceğini ya da böylesi bir stratejinin üretilmesine katkıda bulunup bulunamayacağını bilmiyoruz. Daha genel olarak baktığımızda, Türkiye’deki farklı sol örgütlerin farklı dönemlerde yaptığı cephe ya da birlik çağrılarının çoğunda, gerçek birer cephe ya da birlik kurma hedefinden çok, tek tek sol örgütlerin kendi etki alanlarını genişletme kaygıları ağır basıyordu. Bu da meşru tabii ki. Kanımca, asıl sorun, bu girişimlerin hiçbirinde, solun iktidara nasıl gelebileceği sorusuna somut cevapların verilmemesiydi. Halkı da şu ya da bu ölçüde ikna edebilecek olan cevaplardan söz ediyorum... Diğer yandan, solun seçimlerde başarılı olmaya yönelik somut ve bütünlüklü bir mücadele stratejisi üretmediği koşullarda, tek tek sosyalistlerin farklı yollar denemeleri, bazılarının CHP’den aday adayı olması, bazılarının bağımsız adaylık için girişimde bulunması vb., bana kaçınılmaz görünüyor. Bu girişimlerden bazıları sonuç alıcı da olabiliyor. Ve yine bence, bunlardan öğrenmemiz gerekenler var (bkz. sosyalistlerin kazandığı belediyelerle ilgili yazım). Ama asıl sorun, bir türlü bireysel girişimlerin ötesine geçil(e)memesi...

Cevap 2: Alternatif önerilerimi Gezi Direnişi solu silkeleyebilecek mi? başlıklı yazımda ve Teorisyeniniz Devrimciydi başlıklı kitabımın son bölümünde tartışmaya çalışmıştım ve bu konuda yazmaya devam etmeyi düşünüyorum. Kısa bir özetin yanlış anlamalara kapı aralayabileceğini düşündüğümden buraya daha fazlasını yazmamam nedeniyle kusuruma bakmazsınız umarım! 😀

 

Vedat AYDEMİR

BAZI ŞEYLERİ DAHA YÜKSEK SESLE TARTIŞMANIN ZAMANI ÇOKTAN GELMEDİ Mİ ?

Başlarken öncelikle Greif işçilerine bir selam gönderelim. Greif işçileri kendi deyişleri ile sendika ağalarına rağmen direnişe başladılar. Disk/Tekstil sendikasına üye işçiler 08.02.2014 tarihinde üyesi oldukları sendikanın tutumuna rağmen fabrikayı işgal ederek direnişe başladılar. Sendika ile direnişçi işçiler arasındaki gerilim DİSK'in 47. yıl kutlamalarında kürsü işgali ile doruğa çıktı. DİSK'in, direnişçi Greif işçilerini kutlamalara davet etmemesinin ardından Greif işçileri işgalin devam ettiği fabrikada “Kavel'den Greif'e işgal, grev, direniş!”   adlı alternatif bir kutlama yaparak varlığını işçi sınıfının özverili ve ilkeli mücadelesine borçlu DİSK'in işçi sınıfından çalınamayacağını göstermiş oldular. Umarız ilerleyen günlerde DİSK de direnişe geçen Greif işçilerine güçlü bir şekilde destek olur ve işgal başarı ile sonuçlanır. 

Başlığa taşıdığım soru sevgili Erkin'in "Sol, Gerçek Seçim Çalışmalarından Neden Kaçıyor? yazısını bağlayan ve aslında Türkiye soluna / solcularına, güneşli güzel günler özlemi ile mücadele eden herkese yapmış olduğu değerli ve tarihsel çağrıydı. Bu çağrı seçim sathı mahalline girildiği şu günlerde daha büyük önem kazandığı ise Türkiye solunun seçim pratiğine bakıldığında açıkça görülüyor. Ancak durum pek de içi açıcı olmadığını söyleyebilirz. Seçim sonuçlarının ülkemizdeki güçler dengesini anlamlı / gözle görülür bir şekilde değiştiremeyeceği ve en nihayetinde halkın, işçi sınıfının yoksulların kaybetmese dahi kazanamayacağı ise belli olsa gerek. Gezi direnişi ile ortaya çıkan toplumsal gücün temsil edilebileceği bir kanal ve adres yaratılamamış ve 2014 seçimlerine SOL gerçek bir toplumsal iddianın çok uzağında ve dağınık bir şekilde girmektedir.

Bu sebeplede Erkin'in yeni bir başlangıç için yapmış olduğu çağrıyı yinelemek ve tartışmak gerekiyor. Bu tartışma aynı zamanda Türkiye Sol Nasıl İktidar Olur? tartışmasının bir alt başlığı olarak da okunabilir. Yani Halk Nasıl Kazanacak?

HALKIN OYUNU ALAMAYAN İKTİDARI ALAMAZ.

"Buna karşın, seçimlerde başarılı olmak için, inandırıcı olabilmek, halkı oy vermeye ikna edebilmek gerekir." Seçim söz konusu olduğunda düzen partileri seçmenin oyunu almak için mitingler, reklam yapılmakta, cilalı ve boyalı adaylar kentlerimizin ve köylerimizin duvarlarımızı kirletmekte, bununla birlikte tonlarca kömür, makarna ve vaat dağıtılmakta bu uğurda milyarlarca lira para harcanmaktadır. düzen partileri açısında kaz gelecek yerden tavuk esirgenmiyor. Nitekim bu düzen partilerinin içinden bazıları başarılı olarak balkon konuşması yapmaya hak kazanıyor. Tabi sadece dağıtmak yetmiyor bide söz almak gerekiyor. Adettir seçim zamanlarında kapı kapı gezilir bin bir türlü oyun ile oy alınır ve sandıkta buluşmak üzere söz kesilir. Hatta oda yetmez seçim günü oy pusulaları çaılınır, başkaları ile değiştirilir ve sisteme girişlerde oy sayılarında oynanır ve en sonunda birileri seçimi kazanır. Yani düzen partileri için seçimler ciddi bir iştir. Halkı "ikna" etmek için hem koşturmak, dağıtmak ve bazı konularda duygusal davranmakta fayda vardır. 

Solun karşısında tüm imkanları ile düzen partileri varken SOL seçmeni NASIL ikna edecek!!!!!?

"Başta işçilerin ve emekçilerin yoğun olarak yaşadığı yerellikler olmak üzere seçilmiş seçim bölgelerinde uzun süreli çalışmalar yapmadan, bu bölgelerde yaşayan insanların somut sorunlarını çözmeye yönelik somut hedefler belirlemeden, bu hedefler doğrultusunda halkın harekete geçirilmesini de içeren mücadeleler yürütmeden, halkçı bir yöneticilik tarzının farklarını somut olarak göstermeden, tüm bunların yapılmasına rağmen seçimlerde yeterince başarılı olunamaması durumunda bunun nedenlerini dürüstçe sorgulamadan, bir sonraki seçimlerde başarılı olmak için halkın önüne somut ve inandırıcı hedefler koymadan “seçim başarısı” elde etme beklentisi de, piyangodan ikramiye çıkması beklentisinden farksızdır."

Halka güven vermek  sorunlarını çözecek tek gücün Sol olduğunu somut olarak göstermek, belirlenecek yerelliklerde oranın sorunlarını çözmek için uzun soluklu bir mücadele yürütülmesi ve o mücadele içinde halk önderlerinin yaratılması için çalışmak gerekiyor.

 Peki biz ne yapıyoruz?

 "Sosyalizm hakkında genel geçer sözler söylemek, sosyalizm propagandası içeren bildiriler dağıtmak ve yayınlar satmak.....v.s." Peki yapılan onca çalışma önemsizmi tabiki herbiri çok kıymetli. " Ama tüm bunlardan, tarihsel gelişmenin kritik dönemeç noktalarında gerçek bir iktidar alternatifinin yaratılmasını sağlayabilecek olan işçi sınıfı ve halk önderleri" çıkmıyor. Halk önderi çıkması için söz konusu yerelliğin içinde soluk alıp veren ve o yerelliğin sorunlarını bilen birileri olması gerekiyor.

Türkiye Sol partiler o yerellikte kimi aday göstermesi gerektiğini o yerellikle müdale eden üye ve dostlarına soruyor yahut ön seçim yapıyor? Bunu yapmayınca giderek mücadele ettiği yerellikten uzaklaşan ve o yerellikle bağ kurmayan sadece kapısına asılı talela ve iyimser bir tahminle üye ve dostları ile birlikte 90-100 kişiden oluşan il ve ilçe örgütçükleri olarak var olmaya devam ediliyor.  Seçimlerde yahut başka başlıklarda başarı gösteremeyen, toplumsal gücü sınırlı, toplumsal mevzilerden yoksun sol  hareketin siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde iktidar alternatifi olmak mümkün olamadığı gibi ciddi üye kayıplarıda yaşanıyor.

NASIL YAPMALI?

Erkin'in yazısında verdiği cevapları sadeleştirerek ve kendi önerilerimizi ile birlikte ne yapılması gerektiği konusunda başlangıç olarak kabul edilecek küçük bir giriş yapabiliriz.

1. Başta işçilerin ve emekçilerin yoğun olarak yaşadığı yerellikler olmak üzere seçilmiş seçim bölgelerinde uzun süreli çalışmalar yapmak,
2. Bu bölgelerde yaşayan insanların somut sorunlarını çözmeye yönelik somut hedefler belirlenmeli,
3. Belirlenen bu hedefler doğrultusunda halkın harekete geçirilmesi sağlanmalı,
4. Halkçı bir yöneticilik tarzının farklarını somut olarak gösterilmeli,
5. Seçimlerde yeterince başarılı olunamaması durumunda bunun nedenlerini dürüstçe sorgulamalı,
6. Seçimlerde başarılı olmak için halkın önüne somut ve inandırıcı hedefler koymak,
7. Solun sıkı bir işbirliği içinde çalışma yürütmesi,
8. Solun seçim başarısı gösterdiği yerelliklerdeki sonuçların ortaya konulması,
9. Yerel yöneticilerin gelirlerindeki şeffaflık v.s.

Ancak, öneri ve örnekleri arttırmakla tartışmayı büyütmekle kolektif aklı harekete geçirmek ile canlı ve yaratıcı bir çalışma olacağını ve  bu kısır döngünün kırılabileceğini unutmamak gerekiyor...

Vedat AYDEMİR

Kaldığımız yerden devam edelim.
Yazımızı Nasıl Yapmalı? sorumuza verdiğimiz cevapların çoğaltılması gerektiği konusunda temennide bulunarak tamamlamıştık. Son günlerde sol basından, partilerin ve parti başkanların açıklamaları yahut atışmaları ile Hatay da yeni kurulan Defne Belediyesinde Ödp, Tkp'nin nedeeeen? ortak aday yerine  iki ayrı adayla ile seçime girdiklerini birazcık öğrenmiş olduk. Aslına bakarsanız genel geçer açıklamalar ve suçlamalar dışında dişe dokunur bir açıklama yapılmadığı gibi kimse kendini buna zorunlu dahi hissetmedi. Binlerce üyeye sahip her iki partide bir yönetme alışkanlığı gereğince olsa gerek sosyalistlerin birlikte seçime girdiklerinde mutlak surette kazanacakları bir belediyede neden farklı adaylarla seçime girdiklerini ikna edici bir şekilde açıklama gereği dahi duymadılar. Biz seçmenler neden Tkp adayına değilde Ödp adayına oy vermemiz yahut tersini neden yapmamız konusunda yeterince aydınlatılmadığımız için bu durumu anlamakta güçlük çekiyoruz. Hal böyle iken soruyu birazcık değiştirerek ne demek istediğimizi birazcık daha açalım.

Nasıl Yapma(malı)?   Hali hazırda böylelikle iki kategori ortaya çıkmış oldu. Nasıl Yapmalı ? Nasıl Yapma(ma)lı? Defne de ülkemizin bu iki önemli sosyalist partisinin almış olduğu tutum nasıl yapılmaması gerektiği sorusuna çok güzel bir cevap aslında. Ayrıca Defne, Gezi direnişinde üç fidanı toprağa düşen, Suriyedeki Emperyalist ve gerici saldırı nedeniyle Öso ve El kaide'nin üssü haline gelmiş Hatay'ın yeni kurulan bir ilçesi. Yani solun emperyalizme ve gericiliğe karşı en çok birlikte olması gerektiği yerelliklerden. Bu durumda Ödp ve Tkp'nin Defnede iki farklı aday ile  seçime girme kararının vehametini arttırıyor. Oysaki Hatay kitlelerin sokakta birleştiği ve Akp'nin şiddeti karşısında geri adım atmadığı ve aynı zamanda Suriye'ye karşı kurulan tezgaha karşı ayağa kalkan jeo politik konumu gereğince çok önemli bir yerellik. Hatayda halkın örgütlü gücünü büyütmek ve halkçı belediyeciliğin, bir belediye en güzel nasıl yönetiliri dosta düşmana göstermek, biz seçmenlere, kitlelere umut vermek için her ikisi de sosyalist olan partilerimizin kafa kafaya verip seçimi nasıl kazanacaklarını düşünmeli, bunun üzerine kafa yormalıdırlar. Aksi takdirde sosyalitler bir araya geldiklerinde seçimi kazanacakları Defne'de seçime ayrı girdikleri için seçimi kaybederlerse Alper Taş'ın söylediği gibi - ki  aslında bizzat Alper Taş'a da bu şekilde söylenmesi gerekiyor. -  "bunun siyasi hesabını sorarız".

Nasıl Yapmamalı? Örgütsel çıkarlarımızı bir kenara koymayıp en azından çeşitli mücadele ve seçim başlığında halkçı adaylar etrafında bir araya gelmemek.

Ne diyelim umarız ülkemizin binlerce üyesi bulunan iki sosyalist partisi yanlıştan dönerek Defne'nin güzel insanlarını düzen partilerine mahkum olmaktan kurtarırlar.

Devam edecek... 

Babuşkin

Merhaba,

Erkin Özalp'ın Sosyalist solun seçim bilançosu yazısını okudum, oldukça derli toplu ve bilgilendirici bir yazı olmuş. Bunun için teşekkür ederim.

Yazıyla ilgili olarak kafama takılan bazı sorular vardı. Erkin Özalp'ın uyarısı üzerine sorularımı buraya taşıyorum:

Genel olarak "sol"dan ayrı olarak kendisini "Marksist" ve "Leninist" olarak tanımlayan "sol" için seçimde alınan oy miktarı kendi başına bir amaç mıdır, yoksa bütün Marksist klasiklerin (Marx, Engels, Lenin, Stalin) vurguladığı gibi seçimlerden devrimci ajitasyonu daha geniş kitlelere ulaştırmak için yararlanmanın bir aracı veya ne kadar ulaştırılabildiğinin bir ölçütü müdür? Bu açıdan salt niceliksel bir değerlendirmenin yanında ve onunla bağlantılı olarak niteliksel bir değerlendirme de yapılması ve yapılan çalışmaların devrimci fikirleri kitlelere ulaştırmada ne kadar etkili olduğunun da incelenmesi gerekmiyor mu? Örneğin Rusya'da 1905 Devrimi'nden sonra yapılan Duma seçimlerinde Bolşevik, Menşevik ve Sosyalist-Devrimci Partiler işçi oylarının tamamına yakınını alıyordu. Lenin bunların niceliksel güçleriyle birlikte, işçi sınıfının hangi kesimine hangi fikirleri taşıdıkları açısından incelemiştir ve Menşevik ve SD partilerinin işçilere oportünist fikirleri taşırken, sadece Bolşeviklerin tutarlı devrimci fikirleri taşıdığı ve bunun bir yansıması olarak da en ileri sektörlerdeki en ileri bilinçli işçilerden diğer partilere göre daha büyük oranda destek aldığını ortaya koymuştur.

Ben yazıdan devrimci ajitasyon fazla yapılıyor, başarısızlık bundan kaynaklanıyor, daha az genel devrimci ajitasyon yapılmalı ve daha çok gündelik sorunlara dönük ajitasyona ağırlık verilmeli gibi bir sonuç çıkardım. Ben mi yanlış anlıyorum? 

Babuşkin

Yukarıdaki yazıyla ilgili bazı eleştirilerim de olacak.

İlk eleştirim Özalp'ın sorunu koyuş biçimine:
Alıntı: "Peki, işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek ve onları örgütlü mücadeleye kazanmak için seçimlerden yararlanmaya çalışmak reformist bir tutum mudur? Muhtarlık, belediye meclisi üyeliği, belediye başkanlığı, il genel meclisi üyeliği ve milletvekilliği gibi yöneticilik görevlerine halkın çıkarlarını temsil edecek olan kişilerin seçilmesi için mücadele etmek reformist bir tutum mudur? Seçimlerde gerçekten de somut kazanımlar elde etmeyi hedeflemek, bunun için uzun soluklu çalışmalar yapmak, reformist bir tutum mudur?"

Hayır değildir. Ama seçim çalışmasını sadece işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmekle ve onları bu talepler için, yani reform talepleri için örgütlü mücadeyle kazanmayla sınırlamak, bu taleplerle proletaryanın devrimci amaçları ve devrimin zorunluluğu arasındaki ilişkiyi kurmamak ve seçimlerden bu ilişkiyi daha geniş kitlelerin zihnine sokmak için bir fırsat olarak yararlanmamak, kısacası seçim çalışması=reform çalışması diye düşünmek kesinlikle reformizdir. "Gerçek bir seçim çalışması" devrimci de olabilir reformist de. Gerçekten devrimci olan gerçek bir seçim çalışması için seçimlerde elde edilecek bütün kısmi kazanımlar ancak nihai hedefin geniş kitlelerin zihnine sokulmasına yaradığı ölçüde anlamlıdır. Aynı şey reformlar, kısmi talepler ve kazanımlar için yapılan bütün mücadeleler için de geçerlidir. En azından Marksist "sol" açısından bu böyle olmak zorundadır.

Özalp Türkiye solunun politik çalışma alanındaki önemli ve dersler çıkarılacak bir tarihsel deneyimi olarak 1. TİP örneğini gösteriyor. TİP bu anlamda gerçekten de önemli ve incelenmeye değer bir örnektir ve aslına bakılırsa hakkında çok söz edilmiş olsa da sistematik olarak çok az incelenmiştir (bu konuda istisnai olarak anlamlı bir katkı olduğunu düşündüğüm Ahmet Hamdi Dinler'in "TİP Tarihinden Kesitler" kitabını salık verebilirim kendi adıma). TİP bana göre herşeyden önce örgütlenmesine başından itibaren işçilerin ciddi anlamda katkı yaptığı ve sahip çıktığı bir parti olması bakımından önemli bir örnektir ve bu da en az bilinen yönüdür. Fakat 1. TİP anılan ve anılmayan başarılarına ve kazanımlarına rağmen daha ilk büyük politik sınavında yani 12 Mart faşist darbesiyle ciddi bir direniş göstermeden yenilmiştir. Yani Özalp'ın 2013 Haziran Direnişi üzerine yazısında sorduğu şu önemli soru en az Haziran Direnişi için olduğu kadar TİP için de geçerlidir:
Alıntı: "Milyonlarca insanın harekete geçtiği bir dönemde, her bir sosyalist örgüt kendi üye sayısını belirli ölçülerde artırabiliyor ve bu da başlı başına bir kazanım elbette. Ama Türkiye’deki sosyalist örgütler, geçtiğimiz otuz yıllık dönemde, örgütledikleri insanlardan kat kat fazlasını kaybetmiş durumda. Bu yeni dönemde kazanılan üyeler için durumun farklı olmasını sağlayacak olan ne?"

Bu da bize (1. TİP deneyiminden alınacak önemli derslerin olduğuna katılsam da) "TİP gibi yapmanın" herşeyin çözümü olmadığını gösteriyor. Aslında sorunun TİP'in de yenildiği ve Özalp'ın küçük bir olasılık olarak gördüğü olumlu ve olumsuz "katastrofik" durumlara (TİP örneğinde faşist bir askeri darbeye) proletaryanın ileri kesiminin ne ölçüde hazırlandığıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Bu katastrofik durum Özalp'ın örnek verdiği savaş, işgal veya faşizm gibi olumsuz durumlar olabileceği gibi bir devrimci durum da olabilir.

Örneğin Bolşevikler 1905 devrimci durumundan önce oldukça sınırlı bir güce sahip olsa da belli mücadeleler içinde kazanılmış sağlam bir devrimci çekirdeğe ve böyle bir durumdan yararlanmaya uygun örgütsel araçlara (gizli bir parti örgütü, iyi örgütlenmiş bir illegal basın vb.) sahip olduğu için geçici olarak da olsa büyük bir kitlesel güce ulaşabilmiştir. Sonraki dönemde de mücadelenin değişen koşullarına uyum sağlayarak, mümkün olduğu durumlarda seçimlerden ve parlamento kürsüsünden de devrimci düşüncelerin kitlelere aşılanması için en iyi şekilde yararlanarak, legal ve illegal bütün mücadele yöntemlerini bu koşullara uygun şekilde kombine ederek sözkonusu çekirdeği daha da ileri düzeyde eğitmiş ve güçlendirmiştir.

Aynı şekilde bizde Lenin'in deyimiyle "mücadeleyi her koşul altında devam ettirebilecek bir örgütlenme" hazırlanamadığı için (TİP örneğinde de olduğu gibi) "harç bitti yapı paydos" der gibi direnmeden teslim olunmak zorunda kalınan faşizm dönemleri pek çok tarihsel Komünist Parti'nin doğru taktiklerle güçlenerek çıktığı "katastrofik" dönemler olabilmiştir. Hakeza savaşlar da (Çin, Kore, Vietnam vb. örnekleri düşünebiliriz).

Öte yandan Marx'ın belli tarihsel dönüm noktalarında direnmeden yenilmenin devrimci hareketi kitlelerden uzun süre yalıtacağı konusunda uyardığı bilinir. Bizde daha sınırlı kalan 12 Mart "ara rejiminden" sonra bu durum yaşanmamış da olsa (tam tersi hareket daha da güçlenerek ve radikalleşerek yoluna devam etmiştir) 12 Eylül darbesinden sonra yaşanan ve günümüze kadar kırılamamış olan kitlelerden yalıtılmışlık durumunun kökeninde de tam olarak geniş kitlelerde yaratılan büyük umutlardan sonra hemen hiç "direniş gösteremeden yenilmenin" yattığını görmek zor değildir.  Ve bu tür katastrofik dönemler kapitalizmde hiç de az rastlanan durumlar değildir. Örneğin şu anda Türkiye bile belli ölçüde yanı başında büyük emperyalist güçlerin "vekalet savaşı" olarak yorumlanan bir savaşa önemli ölçüde bulaşmıştır ve henüz tam olarak içine batmamışsa da bunun bazı sarsıcı sonuçlarını yaşamaktadır.

 Sonuç olarak kapitalizmin kaçınılmaz olarak yarattığı "katastrofik" durumlara (ki Lenin'in ortaya koyduğu gibi bir "devrimci durum" olmadan gerçek bir "devrim" olamaz ve bir devrimci durum da ne bir parti ne de bir sınıf ya da sınıflar yaratılabilir, o kapitalizmin nesnel çelişkilerinden doğar) hazırlanmak veya böyle bir durumun ortaya çıkmasının ve proletaryanın örgütlü öncüsünün bu durumu bir devrime dönüştürmesi ihtimalinin "piyangodan büyük ikramiye çıkması" kadar küçük bir ihtimal olduğu üzerine kurulu bir strateji izlemek birbirine taban tabana zıt iki politikadır. Marksizm-Leninizmin örgütlenme anlayışı tüm kısmi kazanımların ve kısmi mücadelelerin bu hazırlığa bağlanmasını talep eder, her renkten oportünizm ise "kısmi kazanımlar herşeydir, hedef hiçbir şeydir" Bernstein felsefesini ya da son tahlilde tamamen aynı kapıya çıkan "o gün gelince düşünürüz" Kautsky felsefesini takip eder. Bu ikisinin arasında örtük olarak birincisine veya ikincsine eğilimli politik çizgiler olabilir ama üçüncü bir çizgi olamaz...


 

Erkin Özalp

Alıntı: Genel olarak "sol"dan ayrı olarak kendisini "Marksist" ve "Leninist" olarak tanımlayan "sol" için seçimde alınan oy miktarı kendi başına bir amaç mıdır, yoksa bütün Marksist klasiklerin (Marx, Engels, Lenin, Stalin) vurguladığı gibi seçimlerden devrimci ajitasyonu daha geniş kitlelere ulaştırmak için yararlanmanın bir aracı veya ne kadar ulaştırılabildiğinin bir ölçütü müdür?

Oy miktarı elbette “kendi başına bir amaç” değildir. Ama kanımca, seçimleri “yalnızca” devrimci ajitasyonu yaygınlaştırmanın bir aracı olarak görmek de yanlış olacaktır. Fransız İşçi Partisi Programı’nın giriş bölümünü Marx kaleme almıştı ve o bölümde şu vurgu da vardı:

“Bu tür bir örgütün, proletaryanın elinde bulunan bütün araçlarla mücadele etmek zorunda olduğunu ve bu araçların arasında, bugüne kadar bir aldatmaca aracı olarak kullanılmış, ama söz konusu mücadele sayesinde kurtuluşun bir aracına dönüştürülecek olan genel oy hakkının da bulunduğunu
göz önünde bulunduran (...)
(...) Fransız sosyalist işçileri, örgütlenme ve mücadele aracı olarak gördükleri seçimlere şu asgari programla girmeye karar vermiştir:” Bkz. Fransız İşçi Partisi Programı (1880)

Engels, dönemin Alman sosyal demokrat partisinin aldığı oyları da, seçimler sayesinde elde edilen yöneticilik görevlerini de bir hayli önemsemişti. Lenin, “Sol” Komünizm’de, seçimler yoluyla elde edilebilecek olan kazanımlara vurgu yapmıştı.

Alıntı: Bu açıdan salt niceliksel bir değerlendirmenin yanında ve onunla bağlantılı olarak niteliksel bir değerlendirme de yapılması ve yapılan çalışmaların devrimci fikirleri kitlelere ulaştırmada ne kadar etkili olduğunun da incelenmesi gerekmiyor mu?

Kanımca, buradaki en önemli “nitel” boyut, solun, seçimler aracılığıyla somut kazanımlar elde edip edemediği ve bu kazanımlar yardımıyla iktidar mücadelesini güçlendirip güçlendiremediği. Türkiye’deki sosyalist örgütlerin yürüttüğü seçim çalışmaları, “devrimci fikirleri kitlelere ulaştırmak” konusunda pek etkili görünmüyor...

Alıntı: Ben yazıdan devrimci ajitasyon fazla yapılıyor, başarısızlık bundan kaynaklanıyor, daha az genel devrimci ajitasyon yapılmalı ve daha çok gündelik sorunlara dönük ajitasyona ağırlık verilmeli gibi bir sonuç çıkardım. Ben mi yanlış anlıyorum? 

Yazıda ağırlıklı olarak yerel seçim çalışmalarının ne şekilde yürütülmesi gerektiğini tartıştığımdan, yerel/gündelik sorunlar bir miktar fazlaca ön plana çıkmış oldu. Ama evet, genel ve soyut bir devrim ve sosyalizm savunusunun yetersiz kaldığını, sosyalist harekete somut mevziler kazandırabilecek olan bir mücadele tarzının geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabii ki, “kendi başına bir amaç” olarak değil, iktidar mücadelesini güçlendirmek üzere...

Babuşkin

Öncelikle Marx, Engels ve Lenin'in seçimlere önem verdiğine ve Türkiye solunun (özellikle de benim için önemli olan devrimci ve Marksist bölümünün) seçimlerden Marksistçe yararlanmasını bilmediğine katılıyorum. Hatta bazıları seçimlere katılmanın "mevcut rejimi meşrulaştırmak" olduğunu bile söyleyebiliyor. Bu mantığa göre Bolşevikler seçimlere katılmakla Çarlık rejimini, Bulgaristan Komünist Partisi kanlı Tsankov rejimi altında seçimlere katılmakla faşizmi meşrulaştırmış oluyor. Seçimleri önemsememenin veya ondan gereğince yaranlanmasını bilmemenin yanlış olduğu konusunda sizinle tamamen aynı görüşteyim.
Alıntı: Oy miktarı elbette “kendi başına bir amaç” değildir. Ama kanımca, seçimleri “yalnızca” devrimci ajitasyonu yaygınlaştırmanın bir aracı olarak görmek de yanlış olacaktır.

Evet seçimlerde "yalnızca" reform taleplerinin, "yalnızca" asgari programın savunulması ve bunların proletaryanın nihai devrimci hedefleriyle, azami programıyla bağıntısını ortaya koymamak nasıl yanlışsa, yalnızca nihai hedeflerin, "yalnızca" azami programın savunulması, geniş kitlelerin kısmi talep ve özlemlerini bu nihai hedefleri gündeme getirmek için kullanmasını bilmemek de kesinlikle yanlıştır. Birincisi reformize götürür ve ikincisi de kitlelerden yalıtılmaya. Sonuç olarak Marksizm açısından ikisi de devrimci fikirleri kitlelere taşımayı ve proletaryanın sınıf bilinçli kesiminin geniş kitlelerin siyasal önderi olarak kendisini eğitmesini engellediği için yanlıştır.
Alıntı: "Kanımca, buradaki en önemli “nitel” boyut, solun, seçimler aracılığıyla somut kazanımlar elde edip edemediği ve bu kazanımlar yardımıyla iktidar mücadelesini güçlendirip güçlendiremediği."

Sizin de referansta bulunduğunuz Engels seçim sonucunda ulaşılan oy oranları (ve dolayısıyla elde edilen "somut kazanımlar") yalnızca proletaryanın siyasal olgunluğunun derecesini gösterir, ne azını ne de fazlasını der. Yani sizin deyiminizle "iktidar mücadelesi" doğrultusundaki hazırlık derecesinin ölçüsü işlevini görür. Ama iktidar mücadelesi vardır, iktidar mücadelesi vardır. Marx, Engels ve Lenin'in anladığı anlamda iktidar mücadelesi vardır, Bernstein veya Kautsky'nin anladığı anlamda iktidar mücadelesi vardır. Birincilerin gözünde iktidar mücadelesi esas olarak proletaryanın sınıf bilinçli öncüsünün çok yönlü mücadeleler içinde (sizin "katastrofik" dediğiniz durumlar kaçınılmaz olarak gelip kapıyı çaldığında) zora dayalı devrim yoluyla iktidarı almak için hazırlanması anlamına gelir, seçim mücadelesi de bunun araçlarından biridir ama tek başına belirleyici bir mücadele değildir.
Alıntı: “Seçimler, özel bir siyasal işlem değildir, bin bir türlü vaatte bulunarak sandalye kazanmaya çalışmak değildir, ama sınıf bilinçli proletaryanın siyasal dünya görüşünün ilkelerini ve temel isteklerini savunmak için özel bir fırsattır.” (Lenin, Reformcuların ve Devrimci Sosyal-Demokratların Seçim Bildirgeleri, Kasım 1912, vurgu bana ait) 

İkinciler (Bernstein, Kautsky vb.) için ise "iktidar mücadelesi" düzen içi çeşitli kısmi "iktidar mevkilerini" adım adım ele geçirerek sistemi sözümona "dönüştürmek"tir ve seçimler ve seçim yoluyla elde edilen "somut kazanımlar" da doğal olarak en tayin edici ve temel mücadele alanıdır. Proletaryanın zora dayalı devrime hazırlanması ya tamamen boş bir iş ilan edilir ya da "şimdi güçlenelim, o gün gelince bakarız" diyerek geri plana itilir ama "o gün geldiğinde" bu mantıkla hareket eden partiler hep hazırlıksız yakalanır. 

Babuşkin

Somut bir örnekle söylediklerimi açmam gerekirse: yasal "boşanma hakkı"nın olmadığı bir ülkeyi düşünelim. Herkes kapitalizmde mümkün olduğu ölçüde "özgür evliliğin" ancak yasal boşanma hakkı temelinde mümkün olduğunu bilir ve bu hakkın olmadığı bir ülkede komünistler bu hakkın tanınmasının en ısrarlı ve en etkin savunucusu olmak zorundadır. Ama aynı zamanda yasal olarak boşanma hakkının ne kadar geniş tanınırsa tanınsın her komünist, kapitalizm altında gerçek anlamda "özgür evliliği" engelleyen pek çok faktörün (örneğin kadınlarının çoğunun ekonomik bağımlılığı gibi) tam olarak ortadan kaldırılamayacağını da, ve genel olarak kadın sorununun gerçek anlamda çözümünün ancak sosyalizmde mümkün olduğunu da geniş kitlelere açıklamak zorundadır. Ve birincisi için mücadele salt kitlelerin "gönlünü kazanmak", oyunu almak veya daha fazla üye kaydetmek için değil, ikincisini anlatmak için de bir fırsat olarak görülmelidir. Bu genel olarak bütün kısmi talepler, bütün reform mücadeleleri için geçerlidir. Ve az çok kalıcı reformlar ve kazanımlar Lenin'in ısrarla vurguladığı gibi zaten ancak "devrimci mücadelenin yan ürünleri" olabilir. Reform mücadelesiyle devrim mücadelesinin Marksist diyalektiğinin temelinde bu anlayış yatar.

Seçim konusuna bunu uygularsak bence TKP, ÖDP, EMEP, SYKP gibi partilerin (ki ben bunları reformist partiler olarak görüyorum çünkü bunlar sizin de belirttiğiniz gibi proletaryanın iktidara nasıl geleceği konusundaki görüşlerini açıkça formüle etmiyorlar veya edemiyorlar, dolayısıyla iktidar mücadelesinin devrimci, Marksist-Leninist yolunun propagandasını hiçbir şekilde yapmıyorlar) nicel başarısızlığının altında da sadece geniş kitlelerin kısmi taleplerini formüle edememeleri değil bu taleplerle proletaryanın devrimci iktidar mücadelesinin nihai hedefleri arasındaki bağı kuramamaları da yatıyor. Onlar bunun yerine sizin de 2013 Haziran Direnişi hakkındaki yazınızda yerinde bir şekilde vurguladığınız gibi kitlelerin zaten ulaşmış oldukları fikirleri onlara vermeye çalışıyorlar, hükümetin devrilmesi veya hatta sadece "Tayyip"in devrilmesi gibi hedefleri kitlelerin önüne koyuyorlar, yani kitlelere önderlik etmek için tam da bir "güç olmak", kitlelerden kısa vadede daha fazla destek almak, daha fazla insanı saflarına kazanmak adına kitlelere önderlik edeceklerine onlardan koparız kuyruğuyla kuyruğundan gidiyorlar hatta yer yer kitlelerin gerisine düşüyorlar. Kitlelerin haklı talep ve özlemlerini formüle edemedikleri gibi, bunların gerçek anlamda tatmin edilmesinin neden ancak sosyalizmde mümkün olduğunu onlara kendi deneyimleri temelinde göstermesini de bilmiyorlar. Bunun altında "hiçbirisi AKP kadar kötü olmadı ve olamaz" gerekçesiyle üretilen birbirinden renkli süper oportünist "ehven-i şer" teorilerinin de büyük payı var. Aslında CHP Sarıgül gibi Koç'un has adamı veya Mansur Yavaş ağzından köpükler saçarak Deniz Gezmiş'e küfür eden bir "eski" MHP'li yerine biraz daha "sosyal-demokrat" görünümlü adaylar gösterseydi muhtemelen bu partilerin bir kısmı CHP'yi açıkça destekleme politikası güdeceklerdi ve kitlelerini bu doğrultuda uzun süredir hazırlıyorlardı.

Örneğin Alper Taş ta Haziran 2012'de şunu söylüyordu:
Alıntı: "Öncelik AKP'yi geriletmek. Türkiye'nin önceliği AKP rejimiyle mücadele ederek AKP'yi geriletmektir. Başbakan bize göre gelmiş geçmiş en ayrımcı başbakan. Hedefimiz bunu geniş bir muhalefet hattı kurarak yapmak. Bu kongrede bunların kararı alınacak. Daha etkili, daha güçlü, daha çok sesi çıkan bir ÖDP olacak.

Bu iktidara karşı sosyalistler olarak, CHP'yi ve Kürt muhalefetini de içine alan bir muhalefet hattıyla mücadele edebiliriz. Önümüzdeki yerel seçimler çok kritik. CHP'nin alacağı pozisyon önemli. Asgari düzeyde de olsa eşitlikçi ve özgürlükçü bir yerde durursa, Kürt muhalefetini dışlamayan bir tavır alabilirse, en azından Ankara ve İstanbul'da üzerinde anlaşılan adaylarla yerel seçime gidilebilir. Ankara ya da İstanbul'u almak AKP'yi ciddi ölçüde gerileten bir adım olacaktır. Biz CHP'yi hiç eleştirmiyoruz. Hedef almıyoruz. Çünkü şimdi asıl sorunumuz bu iktidar ve onun uygulamaları." http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/192/sayfa/2012/6/8/5.xhtml

Benzer bir mantığın TKP'nin seçimlerden kısa süre önce oluşturduğu "Sol Cephe"nin temelinde de olduğu anlaşılıyor. Örneğin "Sol Cephe"nin 15 Aralık 2013'teki (CHP'nin "ulusalcı" denilen kanadından birkaç milletvekilinin de protokolden katıldığı) kuruluş toplantısında Kemal Okuyan CHP'ye dönük bazı eleştirilere karşı şunları söylüyordu:
Alıntı: “... Bugün burada Türkiye’deki ana muhalefet ile ilgili tartışmaları anlamadım. Burada çok fazla CHP üyesi kimse var. Bizim işimiz CHP’nin ya da başka bir siyasi partinin çizgisini tartışmak değil. Bunu yapmak için aydınsak aydın kimliğimiz, sendikacıysak sendikacı kimliğimiz var. Sol Cephe bunu yapmak için kurulmadı.

Kendi adıma TKP’den vazgeçmeye hiç niyetim yok. Ama yetmediğinin farkındayım. Bir başka siyasi parti için de durum böyle. Sol Cephe’nin işi, siyasi partilerin ötesinde bir şey yapabilmeyi başarmak olacak. AKP’nin ipini halkımız Haziran’da çekti bir de Suriye meselesi bunu hızlandırdı. Şimdi kimsenin, cemaatin, AKP’nin cesedi üzerinde tepinmeye hakkı yok.

Bir TKP’li olarak söyleyeyim, partim ilk kez bir meseleye bu kadar az hazırlandı, yalnızca kendi gölgesini düşürmek istemedi. Çünkü bu ihtiyaç sadece bizim ihtiyacımız olarak şekillenmedi. İddiamız çok büyük bir toplumsal halk hareketi yaratma iddiasıdır, bu iddianın üzerine de hiçbir gölge düşürülemez.

Bunun seçimlerle ilgisi şu; yerel seçimleri pas geçen bir Sol Cephe nasıl iddialı olabilir? Sol Cephe seçimlere ilişkin genel bir politika geçirebilir mi sorusunun yanıtı bence hayır. Bağımsız adaylarla girmeye kalksanız belediye meclislerinde şansınız yok. Bugün Sol Cephe’ye gönül verenlerin büyük bir kısmı CHP’ye bakıyor. Bu noktada Sol Cephe kendi alternatiflerini yaratırken AKP’nin teşhiri, gericiliğin teşhirinde en fazla sözü Sol Cephe söyleyecektir. AKP’yi köşeye sıkıştıran güç Sol Cephe olmalıdır. Sol Cephe, AKP’nin seçim hileleri karşısında da durmalı, komisyonlar oluşturmalı, mahalle komiteleri kurmalı, seçmen oyunlarını bertaraf etmelidir. Adaylarla görüşebilir, dinleyebilir, taahhüt isteyebilir. CHP üyelerini kendi parti hukuklarını çiğnemek Sol Cephe’nin işi olamaz, bir başka siyasi partinin de öyle. Kimi yerlerde Sol Cephe “benim adayım budur” da diyebilir ancak bu büyük kentler başta olmak üzere her yerde yapılamayacak kadar zordur.

Bunu başardığında Sol Cephe, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dahi adayını çıkarabilir.

Yarından itibaren Türkiye’nin her yerinde Sol Cephe’nin yerel ayaklarını kurmaya başlamalı, aşağıdan yukarıya bir kuruluş başlamalıdır. Bu seçim bizim girizgahımız olsun, yerel seçimlere Sol Cephe’nin gölgesi düşsün. Yolumuz açık olsun…” http://haber.sol.org.tr/soldakiler/sol-cephe-kuruldu-haberi-84209

Kısacası "Sol Cephe" de son dakikaya kadar (Sarıgül ve Mansur Yavaş'ın adaylığı kesinleşinceye kadar) büyükşehirlerde aday gösteremeyiz, CHP'yi desteklemeliyiz, onun oylarına sahip çıkmak üzere kendimizi hazırlamalıyız mantığı üzerine kurulmuştu. Politik olarak bu kadar çok "karavana" atıp başarılı olmayı bekleyemezsiniz. Bu noktada şunu sormalıyız: bu tür karavanalar, desteksiz atışlar ve bunların sonucunda yaşanan irili ufaklı politik hezimetler basit birer "hata" mıdır yoksa sözkonusu partilerin siyasal çizgilerinin gelişiminin kaçınılmaz birer sonucu mudur?

Siz insanlara en önemli şeyin AKP'yi geriletmek veya devirmek olduğunu anlatıp durursanız, CHP'nin Gökçek'i herhangi bir CHP'li adaydan daha fazla zorlama ihtimalini gözönünde bulundurarak Mansur Yavaş'ı aday göstermesini de eleştiremezsiniz ve insanların onun için canla başla çaba sarfetmelerine şaşırmaya da hakkınız olmaz.

Kısacası nicel başarısızlık açısından da sorun salt reform mücadelesini vermeyi bilmemek değil (bu kesinlikle varolan ve önemli bir sorundur), aynı zamanda bağımsız devrimci bir çizgiden yoksunluktur. Böyle bir çizgiyle önce proletaryanın ileri kesimlerini kazanıp giderek onlar aracılığıyla proletaryanın daha geri kesimlerine ve diğer ezilen ve sömürülen yığınlara doğru genişleyen bir çizgi izleneceğine, küçük-burjuva ağırlıklı bir kadro tarafından küçük-burjuva kitlenin önüne küçük-burjuva siyasal ufkunu aşmayan hedefler koymaktır ve şuna kesin olarak emin olabilirsiniz ki bu konuda burjuva partileri çok daha avantajlı, deneyimli ve donanımlıdır. Doğal olarak bir "malın" deneyimli üreticileri varken onun amatör üreticilerinin ürünlerine kimse nur yağdırmaz. Burjuva partileriyle "sosyalist partilerden" çok daha deneyimli oldukları, çok daha iyi örgütlenmiş ve çok daha iyi finanse edilmiş oldukları kendi uzmanlık alanlarında (kitlelerin burjuva, küçük-burjuva önyargılarını sistemleştirerek onlara geri satmak) mücadele ederek başarılı olmak ne pek mümkündür ne de mümkün olsa bile pek istelinir bir şeydir. 

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder