11 Nisan 2014
Kanımca, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinin ardından, sosyalist solda,
iktidara ulaşmak için somut olarak nelerin yapılması gerektiğinin
tartışılması çok daha gerekli hale geldi. Aşağıdaki uzunca metin, Ocak
2012’de, yani Gezi Direnişi öncesinde yayımlanan Teorisyeniniz Devrimciydi
adlı kitabımın son bölümü. Önceki bölümler atlanarak okunduğunda bazı
yanlış anlamalara yol açabileceği kaygısını taşımakla birlikte,
paylaşmakta yarar gördüm...
İktidara nasıl gelinir?
Marksistler, demokrasinin bulunmadığı ülkelerde, işçi sınıfının siyasal iktidarı alabilecek güce ulaşması amacıyla, demokrasi mücadelesi yürütür. Ya burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde?
1917 Ekim Devriminin, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan anti-faşist direniş hareketlerinin ve savaş sonrasında Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkelerinde yürütülen silahlı mücadelelerin etkisi altında, işçi sınıfının iktidara yalnızca iki yolla gelebileceği düşüncesi güç kazandı: Halk ayaklanması ve silahlı mücadele.
Düzen değişikliğinin ancak “zor yoluyla” gerçekleşebilecek olduğu doğrusu da, bu düşünceyi destekledi. Daha önce aktarmış olduğum üzere, Marx, Komünist Parti Manifestosu’nda açıkça yazmıştı:
Ne var ki, en azından bugüne kadar, burjuva demokrasisiyle yönetilen hiçbir ülkede, işçi sınıfı, halk ayaklanması ya da silahlı mücadele yoluyla iktidara gelmedi.
İşçi sınıfının burjuva düzenini zorla yıkmak (burjuva devlet aygıtını parçalamak) zorunda olması başka bir şeydir, bunu yapmak üzere iktidara hangi yollarla gelebileceği tartışması başka bir şey.
Marx, 1872 yılında Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da yaptığı bir konuşmada, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin önemini vurgularken, iktidara gelmenin tek bir yolunun bulunmadığını da eklemişti:
1872 yılında, Fransa’daki Paris Komününün kanla bastırılmasının üzerinden henüz yalnızca bir yıl geçmişti ve dünya üzerinde parlamenter demokrasiyle yönetilen yalnızca birkaç ülke vardı. Bu ülkelerden biri olan Hollanda, İngiltere gibi, biçimsel yetkilere sahip bir krala sahip olmayı sürdürüyordu...
İşçi sınıfının iktidara gelmesi, işçi sınıfı devriminin sonu değil, başlangıcıdır. İktidara barışçıl yollarla gelinse bile, eski toplum düzeninin yıkılması sırasında burjuvazinin direnişine karşı şu ya da bu ölçüde zora başvurulması kaçınılmaz hale gelir. Engels, Kapital’in birinci cildinin İngilizce baskısına yazdığı önsözde, Marx’a göre, “İngiltere’nin, en azından Avrupa’da, kaçınılmaz toplumsal devrimin tümüyle barışçıl ve yasal araçlarla gerçekleştirilebileceği tek ülke olduğu”nu belirttikten sonra, şöyle devam etmişti:
Burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde, siyasal mücadele, her şeyden önce, devlet yönetiminde pay sahibi olma mücadelesidir. En ileri hedefi siyasal iktidarın alınması olan bu mücadelenin diğer hedefleri arasında, seçimler aracılığıyla elde edilebilen milletvekillikleri, belediye başkanlıkları, yerel meclis üyelikleri vb. bulunur. Kuşkusuz, devrimciler açısından, siyasal mücadele, “koltuk kapma mücadelesi”ne indirgenemez. Siyasal hedeflere sahip kitle hareketlerinin ortaya çıkarılması ve ortaya çıkan hareketlerin daha ileri hedeflere yönlendirilmesi, siyasal mücadelenin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ne var ki, kitle hareketlerinin çoğu güncel hedefler doğrultusunda şekillenir ve başarıya ulaşılsa da ulaşılmasa da, er ya da geç son bulurlar. Bu hareketlerin görece kalıcı kazanımlar üretmesi, devlet yönetiminde belirli mevzilerin elde edilmesine de bağlıdır.
Söz konusu mevzilerin varlığı, işçi sınıfının iktidara gelmesini güvence altına alamaz elbette. Dahası, tarihsel deneyimlerin de gösterdiği üzere, seçimlere fazlaca bel bağlayan ve burjuva siyasetinin kurallarını benimseme yoluna giden sol partiler, devrimciliklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Günümüzün Avrupa sosyal demokrasisi, bir dönemin Marksist işçi sınıfı partilerinin devrimciliklerini yitirmelerinin ürünü olmuştu. Tek amaç seçimlerle elde edilebilecek mevzileri kazanmaya ve bunları korumaya dönüştüğünde, toplumsal ölçekte devrimci dinamiklerin zayıfladığı dönemlerde, devrimcilikten uzaklaşılması kaçınılmaz hale gelir.
Birinci Dünya Savaşı gündeme geldiğinde, Avrupa’nın kitlesel işçi sınıfı partileri, milliyetçiliğin kendi ülkelerindeki (ve kendi saflarındaki) yükselişine direnememişti. Savaşa karşı çıkmak yerine, kendi burjuva iktidarlarını desteklemişlerdi.
İşçi sınıfı partilerini devrimcilikten uzaklaştıran dinamikler arasında, devlet yöneticiliği görevlerine gelen parti kadrolarının kazandıkları ayrıcalıkları koruma çabaları da vardır, güç kazanan siyasal partilerin mevki düşkünleri için bir çekim merkezi haline gelmesi de...
Ancak, tüm bu tehlikelerin ilacı, seçimlerden uzak durmak ya da bunları önemsiz saymak olamaz.
Henüz iktidara gelmemiş olan bir işçi sınıfı partisi, hangi mücadele araçlarını (çok fazla) öne çıkarırsa çıkarsın, belirli tehlikelerle karşılaşacaktır. Her mücadele aracı, onu bir amaç haline getirenlerin ortaya çıkmasını mümkün kılar. Bu söylenen, silahlı mücadele için de geçerlidir, kitle örgütlerinde ve sendikalarda güç kazanma mücadelesi için de. Örneğin, Türkiye’de, meslek odalarında sözde “örgütlü mücadele” yürüten, ama gerçekte devrimcilikle neredeyse hiçbir ilgileri kalmamış olan solcuların sayısı az değil.
Siyasal iktidarı alma mücadelesiyle bağı doğru şekilde kurul(a)mayan hiçbir mücadele aracı ya da mevzi, kendi başına, devrimci nitelik taşımaz. Dolayısıyla, her ülkenin Marksistlerinin ilk yapması gereken şey, o ülkede siyasal iktidara ulaşmanın yolunu tartışmaktır.
Solun iktidara gelmesi, çok karmaşık ya da anlaşılmaz süreçlerin ürünü olamaz. Ne de olsa sözünü ettiğimiz şey, küçük bir topluluğun gerçekleştireceği bir darbe değil, işçi sınıfının iktidarı alması.
Devrim, her zaman, somut koşulların bir ürünüdür. Dünyanın tüm ülkeleri için geçerli bir devrim stratejisi tarif etmek de, başka ülkelerin deneyimlerini aynen kopyalamak da olanaksız. Dolayısıyla, “devrim nasıl yapılır?” diye değil, “şu ülkede devrim nasıl yapılır?” diye sormak gerekir.
Ama diğer taraftan, herhalde hiçbir ülkenin Marksisti, yüz yıllık devrimler ve siyasal mücadeleler tarihinden, kendi ülkesi için de önem taşıyacak olan hiçbir sonucun çıkarılamayacağını iddia edemez.
20. yüzyılın başlarında, Marksistler arasında yürütülen devrim stratejisi tartışmaları, kısa süren Paris Komünü deneyimi bir yana bırakılacak olursa, hiç yaşanmamış bir şey hakkındaydı. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar da, örnek olma değeri sınırlı Moğolistan dışında, bir tek Rusya örneği vardı Marksistlerin elinde.
Oysa bugün, “Sol bugüne kadar iktidara hangi yollarla geldi?” tablosunu dolduracak kadar deneyim var, geçmişimizde.
Tabloda, görece geniş (ama sosyal demokrasiyi ve ulusalcı hareketleri kapsamayan) bir tanımıyla “sol”un iktidara (kabaca) hangi şekillerde geldiği özetleniyor. Fransa ve Portekiz örneklerinde, bu ülkelerin komünist partilerinin hükümet ortağı durumuna gelmesini kastediyorum.
TABLO: Sol bugüne kadar iktidara hangi yollarla geldi?
Tablodaki örneklerden bazıları beğenilmeyebilir, bazıları Marksizmin tümüyle uzağında kabul edilebilir. Örneğin, 2008 yılında Güney Kıbrıs’ta iktidara gelen AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi), tüzüğüne göre “Marksist-Leninist” bir parti olmasına[iv] ve komünist partilerin uluslararası toplantılarına katılmasına karşın, asıl olarak sosyal demokrat politikalar izliyor. Zaman içinde solculaşmış olan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ise başlangıçta Marksizmle neredeyse hiçbir ilişkisi bulunmuyordu.
Bu arada, burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkeler için solun mücadele gündemini özetlemek diğer örneklerde olduğundan daha zor, çünkü sol güçlerin seçim programları bir iki madde ya da başlıkla özetlenemeyecek kadar genişti.
Ayrıca, tabloda yer alan ve solun seçim yoluyla iktidara geldiği tüm ülkelerde başkanlık sisteminin bulunduğunu eklemekte yarar var. Başkanlık sistemi, tek tek başkan adaylarının önemini artırırken, farklı güçlerin ittifak kurarak ortak bir adayı desteklemelerini kolaylaştırıyor. Şili’de, Salvador Allende, komünistlerin, sosyalistlerin ve sosyal demokratların ittifakı olan Halk Birliği’nin (Unidad Popular) adayı olmuştu. Venezüella’da, kurucusu olduğu halkçı hareketin liderliğini yapan Hugo Chavez, onu başkanlığa taşıyan seçimde, komünistlerin ve sosyal demokratların desteğini almıştı.
Bugüne kadarki deneyimlerden çıkarılabilecek olan bazı sonuçlar şöyle özetlenebilir:
1. Monarşi, diktatörlük, faşizm, işgal ya da sömürgecilik söz konusu olduğunda, sol, demokrasi ve/veya bağımsızlık mücadelesine öncülük ederek, silahlı mücadele ve/veya halk ayaklanması yoluyla siyasal iktidara ulaşabildi.
2. Sol, burjuva demokrasisiyle yönetilen hiçbir ülkede, silahlı mücadele ya da halk ayaklanması yoluyla iktidara gelmedi.
3. Komünistler, hiçbir dönemde, çok karmaşık siyasi denklemlerin ürünü olarak, bunlar içinde çok özel yerler tutarak iktidara gelmiş değil... İçinde komünistlerin de şu ya da bu ölçüde yer aldıkları ya da sonradan önem kazandıkları tüm devrimler, somut, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen mücadele başlıklarının ürünü oldu.
Aslına bakılırsa, burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde silahlı mücadele yoluyla devrim bekleyenlerin çoğu, “gizli/örtülü faşizm” ya da “gizli/örtülü işgal” gibi kavramları kullanarak, söz konusu beklentinin faşizm ya da işgal durumları için daha anlamlı olduğunu doğruluyor.
Komünistler, diktatörlük koşulları altında, demokrasi mücadelesi yürütür. Diktatörlüklerin en zayıf noktası, halkın devlet yönetimine katılmasını engellemeleridir. Komünistler de buraya saldırarak, halkın devlet yönetimine katılma kanallarının açılması talebinin en ileri savunucuları olmaya çalışır.
Demokrasinin olmadığı ya da işgale uğramış ülkelerde, solun nicel gücünün önemi azalır, mücadeleye öncülük edenlerin niteliği önem kazanır. “Düşman” gücün toplumsal meşruiyetinin sınırlı olduğu koşullar altında, sol, nicel açıdan zayıf olsa bile, bu güce karşı mücadelesi sayesinde siyasal gücünü artırabilir, iktidara gelebilir.
Diktatörlük koşullarında, sermaye sahiplerinin çoğunun mevcut iktidarın işbirlikçiliğini yapması ve çıkarları zarar gören sermaye sahiplerinin radikal siyasal girişimlerden uzak durması, solun işini kolaylaştırır. Neredeyse her tür siyasal örgütlenmenin yasaklı olduğu dönemlerde, burjuvazinin çıkarlarını temsil etmeye çalışan muhalif siyasal akımlar genellikle zayıf kalır. Demokrasiyi savunmanın bile büyük cesaret gerektirdiği ülkelerde, bir halk ayaklanması patlak verdiğinde, o ana dek demokrasiyi savunmuş olanlar, hareketin öncülüğünü üstlenme ya da paylaşma şansını daha kolay bulabilir. Örneğin, 1917 yılının Şubat ayında çarlık rejimine karşı bir halk ayaklanması gerçekleştiğinde, Rus burjuvazisinin çıkarlarını temsil etmeye çalışan siyasal akımlar hayli zayıftı. Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasındaki dönemde, Bolşeviklerin en önemli rakipleri, burjuva partileri değil, devrimi ilerletmek konusunda yeterli kararlılık ve cesarete sahip olmayan sol partilerdi.
Buna karşın, burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde, düzen partileri, iktidara gelebilmek için, halkın neredeyse her tür hoşnutsuzluğunu ifade etmek ve bunlar için çözüm yolları tarif etmek konusunda birbirleriyle yarışır. Halkın bütününün ya da geniş kesimlerinin en önemli güncel sorunlarının hangileri olduğu ve bunların çözümü için nelerin yapılması gerektiği hakkında, özünde her biri düzen içi olsa bile, sayısız programatik çerçeve üretilebilir. Düzen partileri için siyasal mücadelenin ödülü büyüktür: Maddi getirisi yüksek olan yöneticilik görevleri. Bu partiler ve onların içinde faaliyet gösteren siyasetçiler için, siyasal mücadele, bir “yatırım aracı”dır. Hem partiler hem de tek tek siyasetçiler, seçimler öncesinde, seçmen desteğini kazanmaya yönelik vaatlerde bulunmanın yanı sıra, çok para harcar. Tüm bunlara, işçi sınıfı temsilcilerinin önünü kesmeye yönelik hukuki düzenlemeler (örneğin seçim barajları), kovuşturmalar, polis baskısı, sermaye medyasının yok sayma ya da karalama çabaları ve yasadışı baskılar da eklenir. Kısacası, çoğunluğun çıkarlarını temsil edenlerin devlet yönetiminde pay sahibi olmalarının önünde çok fazla engel vardır. Burjuva demokrasisi, işte bu nedenlerle, “biçimsel” bir demokrasidir. Görünürde halkın devlet yönetimine katılmasına olanak sağlanırken, gerçekte bu olanağın ortadan kaldırılması için her şey yapılır.
Burjuvazi işçi sınıfının temsilcilerini devlet yönetiminden uzak tutmak için elinden geleni yaparken, solun, “biz bu oyunun parçası olmayacağız” deyip seçimlerden uzak durması ya da seçimlerde somut başarılar elde etmenin yollarını bulma çabasını göstermemesi, siyasal iddiasızlık anlamına gelecektir. Seçimler yoluyla herhangi bir başarı elde edemeyen bir sol, belirli mücadele başlıkları üzerinden devlet yönetimi üzerinde de belirli bir ağırlık kazanabilecek olsa bile, siyasal iktidara ulaşma şansı bulunmayan güçlerden biri olarak kalacaktır.
Seçimlere hiç girmeden bile, ülke siyasetine müdahale edilebilir. Örneğin, meclisin gündemine başka ülkelere asker göndermeye yönelik bir tezkere geldiğinde, kitlesel bir savaş karşıtı mücadeleyle, bu tezkerenin reddedilmesi sağlanabilir. Emekçilerin çıkarlarına aykırı yasal düzenlemelerin kabul edilmesi, kitlesel protestolar yardımıyla engellenebilir. Sendikalar, meslek örgütleri ve kitle örgütleri, üyelerinin çıkarları doğrultusunda yasal düzenlemelerin yapılması (ya da onların çıkarlarına aykırı yasal düzenlemelerin engellenmesi) için mücadele ettikleri ölçüde, ülke siyasetine müdahale etmiş olur. Hatta, bazı konuların yalnızca İnternet ortamında yaygın olarak tartışılması bile, devlet yöneticilerini bazı şeyleri yapmak ya da yapmaktan vazgeçmek zorunda bırakabilir.
Ama bu tür örneklerin çoğunda, başarıya ulaşıldığında bile, sonuç alınmış ve mücadele sona ermiş olur. Solun siyasal gücü sınırlıysa, elde edilen kazanımlar, soldan çok düzen partileri tarafından kullanılacaktır. Ne de olsa, toplumsal ölçekte önem kazanan mücadelelerin çoğu, muhalefetteki düzen partilerinin bir bölümü tarafından (yalnızca iktidarı yıpratma amacıyla bile olsa) desteklenir. Dahası, iktidardaki parti(ler) de, söz konusu kazanımların en azından bir bölümünü sahiplenmeye çalışır.
Lenin, bir devrimin gerçekleşebilmesi için, bir “devrimci durum”un ortaya çıkmasının zorunlu olduğunu vurgulamıştı. Nesnel koşulların ürünü olan devrimci durumun üç temel göstergesi şunlardı: (1) Bir bunalımın ürünü olarak kendi içlerinde bölünen üst sınıfların (yönetenlerin) eskisi gibi yönetememesi; (2) geçmişe göre daha fazla ezilen alt sınıfların (yönetilenlerin) eskisi gibi yönetilmek istememesi; (3) ilk ikisinin ürünü olarak kitlesel hareketlerin geçmişte görülmemiş boyutlara ulaşması.[v]
Burjuva demokrasisinin varlığı, burjuvaziye önemli bir olanak sağlar. Devrimci dinamiklerin güçlü olduğu dönemlerde, yalnızca devrimciler değil, o sırada muhalefette olan düzen partileri de, hoşnutsuz kitlelerin desteğini alma mücadelesi yürütür. Bu partiler, görünürde son derece radikal olan vaatlerde de bulunabilir. Örneğin, CHP, 1970’li yıllarda “düzen değişikliği” savunuculuğu yaparak oy toplamaya çalışmıştı. Bu partinin seçim bildirgelerinde, “Devlete de servete de kul olmayacaktır hiç kimse” denebiliyordu.[vi]
Bir devrimci durumda, büyük olasılıkla, mevcut hükümet istifa eder ve erken seçimlere gidilir. Erken
seçimlerde solun alacağı sonuç, savunduğu (ve en azından bir bölümü düzen partileri tarafından da dillendirilecek olan) hedefler kadar, o ana dek elde ettiği siyasal güce de bağlı olur.
Bir ülkenin belirli bir dönemde burjuva demokrasisiyle yönetilmesi ve biçimsel açıdan bağımsız olması, bu durumun hiçbir zaman değişmeyeceği anlamına gelmez elbette. Örneğin, Türkiye devrimi, belki de, ülkenin bir savaşa girmesinin, bu savaşın görece uzun sürmesinin ve savaşa karşı mücadelenin toplumsal ölçekte güç kazanmasının ürünü olacak.
İktisadi bunalım dinamiklerinin de etkisiyle iç politika alanında sıkışan bir hükümetin dış savaş açma yoluna gitmesi ve savaşı gerekçe göstererek her tür demokratik kurumu ve bu arada işçi sınıfının kazanılmış haklarını ortadan kaldırması olasılığı hiçbir zaman gündemden tümüyle düşmeyecektir. Ancak, böylesi bir gelişme yaşandığında, bu olasılığı önceden tahmin etmiş ve hatta propagandasını yapmış olanlar, sırf bu nedenle, halkın desteğini arkalarında bulmayacaktır. Büyük olasılıkla, savaşın başlamasının öncesinde ve sonrasında estirilecek olan milliyetçilik rüzgarları, sol hareketlerin etkisizleştirilmesini kolaylaştıracaktır. Sol, ancak, savaşın uzaması, toplumsal ölçekte giderek daha yıkıcı sonuçlar doğurması, belki ülkenin önemli bir bölümünün ya da tümünün işgale uğraması ve bu süreçte savaşa veya işgalcilere karşı kararlı bir şekilde mücadele etmiş olması durumunda, iktidar adayı bir güç haline gelebilecektir.
Bu tür bir olasılığa karşı yapılabilecek olan tek hazırlık, solun, savaş öncesinde, mümkün olduğunca büyük bir siyasal güç haline gelmesini sağlamaktır.
Savaş dışındaki bir başka olasılık, yine iktisadi bunalım dinamiklerinin etkisi altında, faşist bir rejimin kurulması.
Bu olasılığa karşı da bugünden yapılabilecek olan en iyi hazırlık, burjuva demokrasisinin sağladığı olanaklardan en etkili şekilde yararlanarak, onun ortadan kaldırılmasının daha güçlü bir tepki uyandırmasını güvence altına almaktır.
Konuya sol kadrolar açısından da bakabiliriz. Savaşa ya da faşizme karşı hazırlıklı olmanın yolu, bir gün bunlarla mücadelenin gerekli hale gelebileceğinin (ya da gelmek zorunda olduğunun) sürekli hatırlatılmasından geçemez. Bu konularda eğitim verilmesi de, söz konusu eğitim tümüyle soyut kalacağından, pek fazla işe yaramayacaktır. Buna karşın, burjuva demokrasisinin sağladığı olanakları en verimli şekilde değerlendirerek (ve bu arada “olağan” sayılan dönemlerdeki faşizan uygulamalarla baş ederek) somut kazanımlar elde eden kadrolar, bunlar ortadan kaldırıldığında, çok daha güçlü ve toplumsal ölçekte meşru tepkiler üretebilecektir.
Bir başka olasılık, iktisadi bunalımlardan birinin, önde gelen düzen partilerinin tümünü yıpratacak ve devlet kurumları içinde de bölünmelere yol açacak bir siyasal bunalıma yol açması ve solun da içinde yer alabileceği, seçim yoluyla iktidara gelmeyi hedefleyen halkçı bir siyasi hareketin (cephe, ittifak, blok vb. biçiminde) ortaya çıkması. Solun bu tür bir hareket içindeki yeri ve ağırlığı da, öncesindeki siyasal gücüne bağlı olacaktır. Söz konusu hareketin seçimlere girmesinin hukuksuz olarak engellenmesinin bir halk ayaklanmasına yol açması türü ek olasılıklardan da söz edilebilir elbette. Halkçı bir hareketin iktidara gelmesi durumunda, sol, bu iktidarı bir işçi sınıfı iktidarına dönüştürmeye çalışacaktır.
Son olarak, benzer bir durumda, solun kendisi, öncesinde yeterli siyasal güce ulaşmışsa, bir halk hareketine öncülük ederek, seçim yoluyla iktidara gelme girişiminde bulunabilir... Kuşkusuz, böylesi bir durumda, solun seçime girmesinin engellenmesi, demokrasinin tümüyle askıya alınması ve bunlara tepki olarak bir halk ayaklanmasının gerçekleşmesi olasılığı daha yüksek olacaktır.
Türkiye solunun mücadele gündemi
Türkiye solu, uzunca bir süredir, “ihmal edilebilir” bir siyasal güç olmanın ötesine pek geçemiyor.[1] Bu durumun sol içi açıklamaları, kabaca, şöyle özetlenebilir: Sol, siyasal açıdan yeterince güçlü değil, çünkü yeterince güçlü bir örgütlülüğe sahip değil. Ve Türkiye solu yeterince güçlü bir örgütlülüğe sahip değil, çünkü siyasal açıdan yeterince güçlü değil.
Solun bugün için (yalnızca siyasal alanda değil, aynı zamanda sendikalarda, kitle örgütlerinde vb.) yaptığı şey, daha çok, “örgütlenme ve mücadele etme gerekliliği”nin propagandası... “Şu kadar kişi örgütlense, mücadele etse, neler değişmez ki?” diye sormak, elbette tümüyle anlamsız değil. Ama insanlara (birilerini daha bulup getirmek dışında) somut olarak neler yapacakları söylen(e)mediğinde ya da mücadele ederek anlamlı sonuçlara ulaşmaları sağlanamadığında, bir süre sonra, “örgütlenmek ve mücadele etmek de pek bir işe yaramıyormuş” diyenlerin sayısı artacaktır.
Kısır döngüyü kırmanın yollarını arayanların sayısı da az değil tabii ki.
Bazıları, “daha iyi analiz yapmak” ya da “daha yaratıcı olmak” gerektiği türü saptamalarda bulunuyor.
Daha iyi analiz ve daha fazla yaratıcılık her zaman daha yararlı olsa bile, bunların gerekli olduğunu vurgulayanların çoğu, gerekli olduğunu söyledikleri şeylerin somut örneklerini sunmuyor. Asıl önemlisi, Marksistlerden bile gelse, “analiz yeteneği”ne ya da “yaratıcılık”a yapılan vurgular, Marksizmden uzaklaşma tehlikesini de barındırır. Çünkü, Marksizm, çok “yaratıcı” birtakım bireylerin ortaya çıkmasına, bu bireylerin çok “derin” bazı analizler yapmalarına ve buradan da çok “incelikli” bir strateji çıkarmalarına bel bağlamaz. Tam tersine, kitlelerin eseri olacak bir devrimin yolunu tarif etmeye çalışır.
Bazıları, farklı toplumsal kesimleri ve hareketleri sıralayarak, onları bir araya getirmek (ya da “onlara gitmek”) gerektiğini savunuyor: İşçiler, kadınlar, gençler, öğrenciler, emekliler, kent yoksulları, Aleviler, Kürtler, çevreciler, farklı cinsel yönelimlere sahip kesimler, GDO karşıtları, nükleer enerji karşıtları, savaş karşıtları, azınlıklar vb. vb.
Gerçekten de, bu yolla, ülke nüfusunun iki üç katını bir araya getirmek mümkün!
Ama ülke nüfusu zaten bir arada yaşayan insanlardan oluşuyor. Sorun, bir arada olmanın, kendi başına, birlikte mücadele etmeyi mümkün kılmaması. Tam tersine, farklı toplumsal kimliklere ve farklı kaygılara dayalı farklı talepler, insanları birleştirmekten çok bölmeye de yarayabiliyor. Sol açısından gerekli olan, farklı kesimlerin tek bir siyasal iktidar mücadelesinde ortaklaştırılmasını sağlayabilecek olan somut hedefleri netleştirmek.
Solun denediği yollardan bir başkası, belirli aralıklarla, asıl amacı örgütlü mücadeleye yeni insanların kazandırılması olan “kampanya” ya da “çalışma”lar düzenlemek... Harcanan emekle orantılı olarak, bu tür girişimlerden belirli sonuçların alınması her zaman mümkündür. Örneğin, belirli bir dönem boyunca işçileri hedef alan yoğun bir çalışmayla, çok sayıda işçinin belirli toplantılara katılması, onlarla bildiri dağıtımı, basın açıklaması, imza toplama gibi bazı eylemlerin yapılması ve bazı işçilerin örgütlenmesi sağlanabilir. Ama yürütülen çalışma (daha çok sayıda işçiyle temas kurmak dışında) somut kazanımların elde edilmesini ve daha ileri somut kazanımların hedeflenmesini mümkün kılmazsa, çalışmaya katılan işçilerin sayısı azalmaya başlayacaktır. Solcular tarafından düzenlenen bir toplantıya ilk kez katılan bir işçi, bu yeni deneyimi nedeniyle heyecanlanabilir ve bir sonraki toplantıya birkaç arkadaşını çağırabilir. Ama pek fazla somut sonuç üretmeyen toplantılara ve eylemlere katılma azmini yaşamları boyunca koruyacak olan işçiler her zaman küçük bir azınlık olarak kalacaktır.
Kısır döngüyü kırmak için denenen bir diğer yol, “çarpıcı” iddia, tez ya da saptamaların üretilmesi. “Türkiye artık faşist bir ülkedir” ya da “Türkiye sosyalizme yönelmekten başka çaresi kalmamış ve bunu yapacağı kesinleşmiş bir ülkedir” veya “Uçuruma yuvarlanıyoruz” dendiğinde belirli bir ilgi uyandırmak her zaman mümkün. Tek tek sosyalist aydınlar ya da yeni kurulmuş sol örgütler, halkın gündeminde olan sorunlarla ilgili gerçekçi mücadele hedefleri belirlemek yerine, kendi özel gündemlerine sahip olabilir, gelişmeleri kendi özel kavramlarıyla yorumlayabilir. Ama iktidar mücadelesi yürütmek, yani kitlelerin önüne anlayabilecekleri hedefler koymak isteyen bir sol için bu yol öncekinden de verimsizdir ve “çarpıcı” sözler etkisini yitirdiğinde, “daha da çarpıcı”, yani giderek anlamsızlaşacak sözlerin aranması tehlikesini doğurur.
Solculuğa dayalı girişimler sonuçsuz kaldığında denenen yolsa, belirli bir siyasal güce sahip olan sol dışı öznelerin peşine takılmak... Örneğin CHP’nin içinde “devrimcilik” yapmaya çalışmak... Örneğin AKP’cilik yapmak... Örneğin Has Parti’ye katılmak... Örneğin orduyu göreve çağırmak...
Solun, siyasal iktidar mücadelesinin farklı aşamalarında, kendisi dışındaki farklı güçlerle yan yana gelmesi kaçınılmaz, bunlardan bazılarıyla ittifak kurması ise meşrudur. Ama kendi zayıflığını başka güçlerin peşine takılarak örtmeye çalışan bir sol, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını temsil etme olanağını yitirir.
Farklı güçlerin eklentisi haline gelen solcular, bunu yaparken, “ülkenin en acil ve yakıcı sorunları şunlardır ve biz de tam bu nedenle filanca güçlerle işbirliğine gidiyoruz” diyor. İşçi sınıfının iktidar yolunun, ancak, falanca “acil ve yakıcı” sorunların çözülmesi sonucunda açılabileceğini savunuyorlar.
Sermaye egemenliğine son verilmedikçe, “acil ve yakıcı sorun” kıtlığı da çekilmeyecektir. Kapitalizm, sürekli yeni sorunlar üreten ya da mevcut sorunları ağırlaştıran bir düzendir. Bugünün “acil ve yakıcı” bir sorunu biraz hafifler gibi göründüğünde, onun yerini hemen bir başkasının alacağı kesindir. Ve bu sorunlar sayesinde, sıra sermaye egemenliğinin kendisinin hedef alınmasına hiçbir zaman gelmeyecektir!
Örneğin, bazı sol çevreler tarafından da yakın geçmişin en “acil ve yakıcı” sorunlardan biri sayılan “asker vesayeti”ni ve askeri darbe tehlikesini “çok şükür” geride bırakmış gibi görünüyoruz... AKP ve yandaşları dışında, ülkemizin “demokratikleşme” açısından daha ileri bir noktaya geldiğini savunabilen kimse var mı?
Asıl önemlisi, sol açısından, sorunların kendileri kadar önem taşıyan, bunların çözülmesi doğrultusunda yürütülen mücadelenin ilerleticiliğidir. Örneğin, Marx, demokrasi mücadelesini, demokrasinin kendisinin sağlayacağı olanaklardan çok, mücadele eden işçi sınıfına kazandıracağı siyasal eğitim nedeniyle önemsiyordu. Manifesto’da tarif edilen hedef, “demokrasiyi kazanmak” değil, “demokrasiyi mücadele ederek kazanmak”tı.[vii]
Türkiye solu, güncel sorunlar ile siyasal iktidar mücadelesi arasındaki bağın kurulabilmesi için, halkın gündeminde olan ve halkın mücadelesiyle çözülebilecek olan sorunları merkeze yerleştirmek zorunda. Faşizm ya da savaş koşulları altında, siyasal mücadelenin merkezine tek bir güncel sorunun yerleştirilmesi mümkün ve kaçınılmaz hale gelebilir. Bugünse, mümkün olduğunca geniş bir kesimi düzen değişikliği mücadelesinde birleştirebilecek olan sorunları öne çıkarmamız gerekiyor.
Bu sorunlar şöyle sıralanabilir: Yoksulluk, yolsuzluklar, baskıcı uygulamalar ve emperyalizme bağımlılık. Burada “yoksulluk” derken toplumsal eşitsizlikleri, işsizliği, ücretlerin düşürülmesini sağlayan güvencesiz işçi çalıştırma, taşeronlaştırma vb. uygulamaları, eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı olarak sunulmasını, dolaylı vergilerin yüksekliğini, kısacası halkın çoğunluğunun geçim sıkıntısı çekmesine yol açan tüm sorunları kastediyorum. “Yolsuzluklar”, hem devlet yöneticilerinin hem de sermaye sahiplerinin maddi çıkar sağlamaya yönelik tüm gayrimeşru eylemlerini anlatıyor. “Baskıcı uygulamalar”, bugün asıl olarak AKP’nin ve başta Fethullah Gülen Cemaati olmak üzere cemaat ve tarikatların yönlendirmesiyle gerçekleştirilen hukuksuz yargılama, tutuklama ve cezalandırmaları, örgütlenme ve propaganda özgürlüklerinin sınırlandırılmasını, sansürcülüğü ve polis şiddetini içeriyor. Emperyalizme bağımlılık ise, Türkiye’nin iktisadi açıdan sömürülmesi ve neredeyse her dönemde savaş tehlikesiyle karşı karşıya tutulması anlamına geliyor.
Türkiye’nin gündemindeki sorunlar arasında, Kürt sorunu, ayrı bir yere sahip.
Özünde toplumsal eşitsizliklerin ürünü olan Kürt sorununun gerçek anlamıyla çözülmesi, ancak, Türklerin ve Kürtlerin, birlikte mücadele ederek, sermaye düzenine son vermeleriyle mümkün olabilir.
Buna karşın, sorunun bugünkü biçimiyle sürmesi, Türk ve Kürt emekçilerin ortak mücadelesini örgütlemeyi de zorlaştırıyor. Kürt sorunu, bir yanında sermaye devletinin, diğer yanında silahlı güce dayanan Kürt hareketinin bulunduğu, toplumun çoğunluğunun çıkarlarının ise devre dışı bırakıldığı bir mücadelenin konusu olmayı sürdürdükçe, devletin çoğunluk üzerindeki baskı ve yönlendirme araçlarından biri olarak kalacaktır. Dahası, Türkiye sürekli olarak bir Türk-Kürt savaşı tehlikesiyle birlikte yaşayacaktır. Böylesi bir savaş, emperyalistlerin yanı sıra zengin Türklerin ve zengin Kürtlerin bir bölümü için bir “fırsat”, her iki ulustan emekçiler içinse gerçek bir yıkım anlamına gelir. Diğer yandan, Türkiye’de sermaye düzenini tehdit eden bir halk hareketinin ortaya çıkması durumunda, sermaye sahipleri, bir Türk-Kürt savaşını kışkırtmaktan kaçınmayacaktır.
Dolayısıyla, bir Türk-Kürt savaşının çıkması tehlikesini ortadan kaldırmak için, güncel, somut ve gerçekçi hedefler doğrultusunda mücadele etmek gerekiyor. Çoğunluğun çıkarları doğrultusunda, öncelikli olarak atılması gereken adımlar şöyle tarif edilebilir:
Yine bugünkü koşullarda, Kürt sorunuyla ilgili olarak, solun hem Türkiye işçi sınıfına hem de Kürt halkına katkıda bulunmasının yolu, çoğunluğun çıkarlarını savunan bağımsız bir siyasal özne olarak hareket etmesinden geçiyor. Kürt hareketinin destekçiliğini yapmanın ötesine geçemeyen bir sol, işçi sınıfı içindeki milliyetçi eğilimlerin zayıflatılmasına katkıda bulunamayacaktır.[2] Kürt hareketini “düşman güç” sayan bir sol ise, Kürt sorununun sermaye devleti tarafından bir araç olarak kullanılmasını kolaylaştıracaktır.
Kürt sorunu dışındaki sorunların çoğu, yoksulluğa, yolsuzluklara, baskıcı uygulamalara ve emperyalizme karşı mücadelenin birer alt başlığı olarak ya da bunlarla bağlantıları kurularak ele alınabilir.
Örneğin, Türkiye’nin gündeminde, farklı kesimler tarafından “gericileşme”, “laiklikten uzaklaşma”, “çağdaş yaşam tarzlarına müdahale” ya da “şeriat tehlikesi” olarak tanımlanabilen bir sorunun bulunduğu açık. Ama bu sorunun halkı “laiklik yanlıları” ve “dinciler” olarak bölecek şekilde tartışılması, halkın dinsel inançlarını sömürerek siyasal ve maddi çıkar elde edenlerin elini güçlendirebiliyor. Oysa AKP’yle ve başta Fethullah Gülen Cemaati olmak üzere cemaat ve tarikatlarla mücadelede, yolsuzluklarının, baskıcı uygulamalarının ve emperyalizmin işbirlikçiliğini yapmalarının üzerine giderek, dinsel inançlarla asıl ilişkilerinin onları kendi çıkarlarına alet etmek olduğunu göstermek, çok daha sonuç alıcı olacaktır. Ahmet Şık’ın Emniyet Teşkilatı’ndaki “cemaat” örgütlenmesi hakkındaki kitabının henüz son haline getirilip basılmadan yasaklanması ve yazarının uyduruk gerekçelerle hapse atılması, AKP’nin ve “cemaat”in ne tür konularda daha duyarlı olduklarının işaretlerinden yalnızca biriydi. Ve sindirme operasyonları başarıya da ulaştı! Şık’ın tutukluluk süresinin tartışılmasına, kitabının çok sayıda kişinin imzasıyla yayımlanmasına karşın, onu destekleyenler bile, Emniyet Teşkilatı’nda olup bitenler hakkında konuşmaktan, AKP’yi ve “cemaat”i yıpratabilecek konulara girmekten çekinebiliyor.
Toplumun en geniş kesimlerini düzen değişikliği mücadelesine yöneltebilecek olan temel sorunların saptanması ve bu sorunlara karşı mücadele çağrısı yapılması, solun güç kazanmasını sağlamak için yeterli olmaz elbette. Güç kazanmak isteyen bir sol, herkesin anlayabileceği, gerçekçi bulabileceği, katkıda bulunabileceği, somut ve güncel mücadele hedefleri tarif etmek zorunda.
Yine soyut bir şekilde ifade edilecek olursa, solun yapması gereken, düzen değişikliği mücadelesiyle bağları kurulabilecek olan toplumsal güç ve hareketlerin siyasal alandaki temsilciliğini üstlenmek. Toplumsal hareketlerin içinde yer alarak, kendinden menkul “liderlik” iddiaları öne sürmeden bu hareketlere pratikte öncülük etmeye çalışarak... Ama aynı zamanda, bu hareketlerin siyaset alanında ağırlık kazanmasına aracılık ederek.
Daha açığı, Türkiye’de, bugünkü koşullar altında solun güç kazanmasının yolu, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarının savunuculuğunu yaparak, seçimlerde somut başarılar elde etmesinden geçiyor. Bu söylediğim, kitle hareketlerini, sendikalarda ve kitle örgütlerinde yapılan çalışmaları, öğrenci hareketlerini, diğer toplumsal muhalefet dinamiklerini önemsiz saymak anlamına gelmiyor. Aksine, seçimlerde somut başarılar elde etmeyi hedefleyen bir sol, kitle hareketlerine ve kitle örgütlerine hem daha fazla ihtiyaç duyacak, hem de bunları güçlendirmek konusunda daha fazla olanağa sahip olacaktır.
Doğru yapılan bir seçim çalışması aynı zamanda bir örgütlenme çalışması, doğru yapılan bir örgütlenme çalışması da aynı zamanda bir seçim çalışmasıdır. Ama, “örgütlenirsek zaten seçimlerde de daha iyi sonuçlar elde ederiz” demiş olmuyorum. Çünkü, seçimlerde başarılı olmak için, teknik boyutlarını da ihmal etmeden, gerçek “seçim çalışmaları” yapmak gerekir.
Soyut bir sosyalizm propagandası ya da ülke sorunlarının hatırlatılması, seçim çalışması sayılamaz. Örneğin, belirli bir belediyenin başkanlığına aday gösteren bir sol yapı, propaganda çalışmaları sırasında, “yerel sorunları boş verin, ülke sorunları çok daha önemli ve bu sorunları da ancak sosyalist bir iktidar çözebilir” demenin ötesine geçmiyorsa, o belediyenin başkanlığı bir yana, görece yüksek bir oy oranına bile ulaşamayacaktır. Diğer yandan, yalnızca yerel sorunları çözmeyi vaat eden bir sol yapı da, belediye başkanlığını kazansa bile, bu mevziyi siyasal iktidar mücadelesinin hizmetine sunamayacaktır.
Belirli bir yerellikte belediye başkanlığını kazanma amacıyla gerçek bir seçim çalışması yapmak için, başta emekçiler olmak üzere orada yaşayan insanların somut sorunlarını bilmek, bunlar için çözüm yolları aramak, örneğin hangi hizmetlerin parasız olarak sunulabileceğini saptamak, yalnızca belediye başkanlığı yetkileriyle değil ama aynı zamanda halkın desteğiyle ulaşılabilecek hedefleri belirlemek, orada yaşayan insanları ikna etmek için propaganda ve örgütlenme çalışmalarına düzen partilerinden çok önce başlamak, seçim çalışmasını mümkün olduğunca kitlesel bir çalışmaya dönüştürmek, ilgili yerellikte belirli bir saygınlığa sahip ya da saygınlık kazanabilecek olan bir aday çıkarmak, mümkün ve anlamlı olacaksa bu adayın bir ön seçimle belirlenmesini sağlamak, aynı yerdeki il genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için benzer çalışmalar yürütmek, bu şekilde girilecek seçimlerde başarısız olunması durumunda bir sonraki seçim için çalışmaya hemen başlamak, insanların neden ikna edilemediğini anlamak ve bir sonraki seçimde başarılı olmanın yollarını aramak gerekir. Düzen partilerinin seçim çalışmalarını seçim gününden birkaç ay önce başlatmaları, neden solun da örnek aldığı bir uygulama olsun ki?
Belirli bir yerellikteki seçimi gerçekten kazanma niyeti olduğunda, buradaki genel ve görece soyut önerilerden çok daha iyileri, hem orada yaşayanlar, hem de İnternet sayesinde Türkiye’nin dört bir yanındaki insanlar tarafından üretilebilir. Solun yapması gereken de, “her şeyin en iyisini bildiğini” kanıtlamaya değil, en iyi çözümlerin üretilmesi için gerekli olan ortamı yaratmaya çalışmak.
Sol, belirli yerelliklere ağırlık verdiğinde, başta iktidar partisi olmak üzere düzen partileri de aynı yerelliklere özel bir ağırlık verebilir tabii ki. Buna karşı, sol da, kendi elindeki güçleri aynı noktalarda yoğunlaştırabilir. Ortada somut ve gerçekçi hedefler olduğunda, solun ülke ölçeğindeki potansiyel gücü, belirli yerelliklerde, somut bir güce dönüştürülebilir.
Seçim çalışması, aynı zamanda bir örgütlenme çalışmasıdır. İlgili seçim bölgesindeki işçilere, kadınlara, gençlere, farklı meslek gruplarından insanlara ve toplumsal hareketlere ulaşmak ve onları gerçek(çi) hedefler doğrultusunda mücadeleye çağırmak için bir araçtır.
Bir belediye başkanlığının kazanılması, sol açısından bir sonuç değil, yalnızca yeni bir başlangıç anlamına gelecektir. Ülke ölçeğinde halkın kendi kendisini yönetebilir hale gelmesini hedefleyen sol, yerelliklerde de aynı amaç doğrultusunda mücadele edecektir. Belediye başkanlığı, emekçilere somut kazanımlar sağlamanın aracı olarak kullanılacaktır. Belirli bir yerellikte elde edilen somut kazanımlar, örneğin bazı hizmetlerin ücretsiz olarak sunulmaya başlaması, ülke gündemine girmeyi ve başka yerelliklerde aynı talebin yükseltilmesini kolaylaştıracaktır. Bu arada, doğal olarak, iktidarın ve devlet güçlerinin engellemeleriyle ve baskılarıyla karşılaşılacaktır. Bunların karşısına, halkın örgütlü gücüne dayanarak ve onu daha da güçlendirerek çıkma mücadelesi yürütülecektir. Gündemdeki mücadele başlığına bağlı olarak, Türkiye’nin farklı yerlerinde dayanışma eylemleri örgütlenecektir. Kazanılan her mevzi, daha ileriye gidebilmek için yeni mücadele başlıklarının açılmasını mümkün ya da zorunlu kılacaktır.[3]
Yalnızca belediye başkanlıkları için değil, il genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için de benzer çalışmalar yürütmek gerekir. Bu üyeliklere seçilenler, görev süreleri boyunca, ilgili kurumların halkın çıkarlarına aykırı karar ve faaliyetleri hakkında halkı bilgilendirme ve bunların önüne geçilmesi için mücadele çağrısında bulunma olanağına sahip olacaktır. Halkla bağlarını sürekli kılan il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri, mücadeleleri sayesinde halkın güvenini kazanarak, izleyen seçimlerde belediye başkanlığına, hatta belki de milletvekilliğine aday olabilecektir.
Ayrıca, düzen partilerinden biri aracılığıyla ya da bağımsız olarak seçilen bazı belediye başkanları halkçı uygulamalara yöneldiğinde, onların desteklenmesi de gündeme gelebilir. Sol, kendi ilkesel yaklaşımlarını savunma ve yanlış bulduğu uygulamaları eleştirme hak ve sorumluluğunu bir yana bırakmadan, halkçı uygulamaları nedeniyle iktidarın baskısıyla karşılaşan belediye başkanlarıyla birlikte mücadele edebilir, halkın bu mücadelede aktif şekilde yer alması için çaba harcayabilir.
Milletvekilliği seçimlerinde ise, bugünkü koşullarda, somut başarılar için mücadele etmenin tek yolu, belirli bölgelerden bağımsız adaylar çıkarmak. Yüzde 10’luk seçim barajı varken, sol partilere verilen oyların toplamı yüzde 1’i bile bulamıyor. Baraj olmasaydı da, solun daha yüksek oy oranlarına ulaşılabilecek seçim bölgelerine özel bir ağırlık vermek gerekirdi. Bugünse, ilk aşamada, az sayıda seçim bölgesinde, gerçekten de milletvekilliği kazanmak için çalışma yürütülebilir.
Bu mücadele tarzı, solun, hem mevcut kadroları arasından hem de mücadeleye yeni katılacak olanlar arasından gerçek halk önderleri çıkarmasını da kolaylaştırır.
Kapitalizmi sorgulayan kesimler arasında “lider”lere daha bir kuşkuyla yaklaşılmasının pek çok haklı nedeni bulunsa bile, onlara duyulan ihtiyaç ortadan kalkmış değil. Kitleler de, yine pek çok haklı nedenle, siyasal hedefleri temsil eden gerçek kişilerin varlığını talep eder. Bu kişilerin, kişisel tarihleriyle belirli bir güven yaratmış olmasını isterler. “XYZ Örgütü Yüksek Yönetim Kurulu”nun kitlelerde güven ve bağlılık yaratması zordur, çünkü ne o kurulun iç işleyişi konusunda yeterince bilgi sahibi olabilirler ne de o kuruldan hesap sormaları çok kolaydır.
Burada tartıştığım mücadele tarzının hayata geçirilmesi, yazıldığı kadar kolay değil elbette... Hatta, devrimci mücadelenin bu biçimi, herhangi bir alanda kalıcı bir kazanım elde etmeden propaganda çalışması yürütmeye göre çok daha zordur. Çünkü, bireysel özveri ve cesaret yetmez; başkalarına öncülük edebilmek için gerekli olan nitelik ve becerileri kazanmak için çaba harcamak gerekir.
Peki ama, seçimlere dayalı bir çalışma sonucunda belirli koltuklar elde edildiğinde, bunlara oturanların devrimcilikten uzaklaşması riski yok mu?
Elbette var... İşte bu nedenle, seçimle gelinecek görevlere aday olanların somut taahhütlerde bulunması gerekir. İşçi sınıfı iktidarında yöneticilerin ücretleri işçi ücretlerinin ortalamasından yüksek olmayacaksa, bugün neden olsun? Adaylar, yöneticilik gelirlerinin işçi ücretleri ortalamasını aşan bölümünü halk yararına faaliyet gösteren kurumlara bağışlamayı taahhüt etmelidir. Yöneticilerin ve yönetici kurulların devlet yönetimiyle ilgili tüm faaliyetlerinin herkes tarafından izlenebilir olması talebi, elbette, bugün kazanılacak olan yöneticilik görevleri için de geçerlidir. Bir belediye başkanlığı alındığında, ilgili belediyenin her tür gelir ve giderinin ve her tür faaliyetinin herkesçe izlenebilir kılınması, yanlışlıkların giderilmesini ve daha ileri hedeflerin belirlenmesini kolaylaştıracaktır.
Bunlar, aynı zamanda, propagandası yapılabilecek olan önlemler. Aslına bakılırsa, yalnızca milletvekilliği ya da belediye başkanlığı için değil, sendika ve kitle örgütü yöneticilikleri için de geçerli kılınmaları gerekir.
Sol, devlet yönetimi alanında neredeyse hiçbir deneyimi bulunmayan, seçimler yoluyla hiçbir ciddi başarıya ulaşamamış, yalnızca devrimden ve sosyalizmden söz eden bir hareket olarak, “ihmal edilebilir” bir siyasal güç olmanın ötesine geçemez. Buna karşın, seçimler yoluyla bugün için sınırlı mevziler elde eden bir sol, bunları ülke ölçeğindeki bir hareketin başlangıç noktaları haline getirebilir.[4]
Engels, 1895 yılında, Almanya’daki işçi sınıfı partisinin seçimlerde elde ettiği başarılardan söz ederken, şunları da vurgulamıştı:
Engels’in vurguladığı bir başka önemli nokta şuydu:
Bugün için, Türkiye solu, “ben bir şekilde siyasal mücadeleye katılmalıyım” diye düşünmeyenler için, somut olarak, pek fazla şey önermiyor.
Bizim amacımız, “ben bir şekilde siyasal mücadeleye katılmalıyım” düşüncesini yaygınlaştırmak olamaz. Daha doğrusu, bu düşünce yaygınlaştırılamaz.
Bizim amacımız, “Türkiye solu, seçimlerde kazanacağı mevzilerle halkın çıkarlarına dayalı bir yönetim tarzının somut örneklerini yaratmak ve bu yolla zenginlerin egemenliğine son verme mücadelesini güçlendirmek istiyor” mesajını verebilmek olmalı...
Ülke yönetiminde gerçekten söz sahibi olmak isteyen bir solun kendisi de, kendi dışındaki güçlerle ilişkileri de kaçınılmaz olarak değişir.
Örneğin, bugün aşılmaz gibi görünen sol içi ayrımların bir bölümü, gerçek bir siyasal mücadelenin örgütlenmesi durumunda, anlamsızlaşır. Türkiye solunun güç kazanmasını sağlayabilecek olan hedefler konusunda netlik sağlandıktan sonra, bu hedefler için mücadele edenlerin hangi gelenekten geldiklerinin pek bir önemi kalmaz (ya da, kalmamalı).
Diğer taraftan, solun temel hedefleri herkes açısından netlik kazandığında, bazen (bazı yerelliklerde ya da bazı mücadele başlıklarıyla ilgili olarak) sosyal demokratlarla, bazen Kürt hareketiyle, bazen daha farklı güçlerle yan yana gelinmesi kolaylaşır ve çok daha az sorun yaratır.
Siyasal açıdan daha güçlü bir sol, sendikaları ve diğer emek örgütlerini daha mücadeleci bir çizgiye çekmek ve toplumsal hareketlerin önüne daha ileri hedefler koymak konusunda çok daha fazla olanağa sahip olur.
Asıl önemlisi, siyasal güç kazanan, halk önderleri çıkaran bir sol, yönetenlerin ülkeyi eskisi gibi yönetemez, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemez hale gelecekleri dönemlerde, halk hareketlerine öncülük ederek, gerçek bir iktidar alternatifinin yaratılması için mücadele edebilir.
Son Sözler
Dünya devrimi ne zaman gerçekleşebilir? Bir başka deyişle, emperyalist ülkelerin tümünde olmasa bile çoğunda sosyalist devrimlerin gerçekleşmesi yoluyla, dünya üzerindeki kaynakların büyük bölümünün sosyalist ülkelerin denetimi altına girmesine ne kadar zaman kaldı?
Bu tür konularda tahmin yürütmek her zaman risklidir. Bugüne kadar kapitalizme bir ömür biçen Marksistlerin çoğu yanılmış oldu.
Ama açıkçası, yedinci bölümde somut örnekler üzerinden tartıştığım üzere, kapitalizmin içinde bulunduğu ve geçmiştekilerden uzun süren son durgunluk döneminde, dünya devriminin görece yakın bir gelecekte gerçekleşebileceği konusunda umutlanmak için bazı özel nedenlerin bulunduğu kanısındayım.
Birincisi, söz konusu durgunluk döneminin öngörülebilir bir vadede bitebileceğine ilişkin herhangi bir veri bulunmuyor. Görüldüğü kadarıyla, emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere neredeyse tüm kapitalist ülkelerde işçi ücretleri düşürülmeye, sosyal güvenceler sınırlanmaya, sosyal harcamalar azaltılmaya devam edecek. Geçici ve sınırlı rahatlama dönemlerini, yeni toplumsal yıkımlara yol açan iktisadi çöküşler izleyecek.
İkincisi, insanlığın ilerleme potansiyeli ile kapitalizmin yarattığı engeller arasındaki çelişkiler giderek daha fazla belirginleşecek. Herkesin eğitim ve bilgi düzeyinin yükseldiği bir dünyada, insanların büyük çoğunluğunun toplumsal ilerlemeye katkıda bulunma olanağından yoksun bırakılması giderek daha fazla sorgulanacak.
Üçüncüsü, bu dönemde tek tek kapitalist ülkelerde gerçekleşebilecek olan sosyalist devrimler, insanlığın önüne, geçmiştekilere göre çok daha ileri örnekler koyma şansına sahip. Bunlar da, kapitalist ülkelerdeki sosyalizm mücadelelerinin güç kazanmasını sağlayacaktır.
Kanımca, 21. yüzyılın sosyalist devletlerinin gerçek birer halk devleti olarak kalmalarının ve sosyalist ülke yurttaşlarının dünya devrimi mücadelesine daha fazla katkıda bulunmasının koşullarından ve göstergelerinden biri de, kapitalist devletleri sansüre daha fazla başvurmaya yöneltecek bir İnternet özgürlüğünün varlığı olacak.
Kapitalist ülkelerde olup bitenleri izleyebilen, o ülkelerdeki insanlarla her an görüşüp tartışabilen, onlardan aldıkları yararlı fikirleri kendi ülkelerinde hayata geçirme şansları bulunan, kendi ülkelerinde yapılanları onlara anlatabilen, çok farklı konularda onlardan katkı alan ve onlara katkı sunan insanlardan oluşan sosyalist ülkeler, hem daha ileri toplumsal hedefler belirleyebilir, hem de bu sayede dünya devrim sürecini hızlandırabilir.
Sosyalist ülkelerin doğru bir yolda ilerlediğinin somut bir göstergesi, ABD yönetiminin, kendi yurttaşlarının o ülkelerin yurttaşlarıyla temas kurmasını zorlaştırmak için, İnternet şirketlerine baskı yaparak, söz konusu ülkelere hizmet sunmalarını engellemeye çalışması olacaktır. Bir başka deyişle, sosyalist ülkeler, emperyalist devletlerin “özgürlükçülük” demagojilerini boşa çıkarmayı ve gerçek yüzlerini kendi yurttaşlarına daha fazla göstermek zorunda kalmalarını hedeflemeli. Bunun başarılması, emperyalist ülkelerde sosyalizm mücadelesi yürütenlerin eline güçlü bir silahın verilmesi anlamına gelecektir.
Sosyalizm yoluna yeni girecek olan ülkelerin tümü, ilk aşamada, kendi önlerine bu denli iddialı hedefler koyamayabilir. Doğal kaynakları kıt, ekonomileri çok zayıf, yurttaşlarının eğitim düzeyleri çok geri olan ülkelerde, öncelikle, bu sorunların çözülmesi için mücadele etmek gerekebilir. Buna karşın, Türkiye’de gerçekleşecek bir sosyalist devrimin sonrası hakkında, tam da böylesi bir iddialılığa sahip olabileceğimizi ve olmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de, eğer sosyalist devrimin öncesinde ya da sonrasında yıkıcı bir savaş yaşanmazsa, sosyalizmin kuruluş sürecinde, ne çok ciddi doğal kaynak kıtlıklarıyla, ne çok ciddi iktisadi altyapı eksiklikleriyle, ne de eğitimli insan kıtlığıyla karşılaşılacaktır. Dolayısıyla, halkın devlet yönetimine katılımı söz konusu olduğunda, 20. yüzyılın sosyalizm deneyimleriyle karşılaştırıldığında, çok daha ileri bir noktadan başlanabilecektir.
Eğer son söylediklerim boş beklentilerden ibaret değilse, bugünkü mücadelemiz de, sosyalist devrim sonrasına ilişkin iddialılığımıza uygun düşmeli elbette...
Marksistler, demokrasinin bulunmadığı ülkelerde, işçi sınıfının siyasal iktidarı alabilecek güce ulaşması amacıyla, demokrasi mücadelesi yürütür. Ya burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde?
1917 Ekim Devriminin, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan anti-faşist direniş hareketlerinin ve savaş sonrasında Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkelerinde yürütülen silahlı mücadelelerin etkisi altında, işçi sınıfının iktidara yalnızca iki yolla gelebileceği düşüncesi güç kazandı: Halk ayaklanması ve silahlı mücadele.
Düzen değişikliğinin ancak “zor yoluyla” gerçekleşebilecek olduğu doğrusu da, bu düşünceyi destekledi. Daha önce aktarmış olduğum üzere, Marx, Komünist Parti Manifestosu’nda açıkça yazmıştı:
“Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmez.
Hedeflerine ancak şimdiye kadarki tüm toplum düzeninin zorla yıkılması
yoluyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler.”
Ne var ki, en azından bugüne kadar, burjuva demokrasisiyle yönetilen hiçbir ülkede, işçi sınıfı, halk ayaklanması ya da silahlı mücadele yoluyla iktidara gelmedi.
İşçi sınıfının burjuva düzenini zorla yıkmak (burjuva devlet aygıtını parçalamak) zorunda olması başka bir şeydir, bunu yapmak üzere iktidara hangi yollarla gelebileceği tartışması başka bir şey.
Marx, 1872 yılında Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da yaptığı bir konuşmada, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin önemini vurgularken, iktidara gelmenin tek bir yolunun bulunmadığını da eklemişti:
“İşçi, emeğin yeni örgütlenmesini kurmak için, bir gün siyasi gücü
ele geçirmek zorundadır; eski kurumları ayakta tutan eski siyaseti
devirmek zorundadır; eğer, bunu ihmal etmiş ve küçümsemiş olan eski
Hıristiyanlar gibi, yeryüzündeki cenneti yitirmek istemiyorsa.
Ama, bu hedefe ulaşmanın yollarının her yerde aynı olduğunu ileri sürmedik.
Farklı ülkelerin kurumlarını, âdetlerini ve geleneklerini hesaba
katmak gerektiğini biliyor ve işçilerin hedeflerine barışçıl yollarla
ulaşabilecekleri Amerika, İngiltere gibi ülkelerin bulunduğunu inkar
etmiyoruz; eğer sizin kurumlarınızı daha fazla tanıyor olsaydım, bunlara
belki Hollanda’yı da eklerdim.”[ii]
1872 yılında, Fransa’daki Paris Komününün kanla bastırılmasının üzerinden henüz yalnızca bir yıl geçmişti ve dünya üzerinde parlamenter demokrasiyle yönetilen yalnızca birkaç ülke vardı. Bu ülkelerden biri olan Hollanda, İngiltere gibi, biçimsel yetkilere sahip bir krala sahip olmayı sürdürüyordu...
İşçi sınıfının iktidara gelmesi, işçi sınıfı devriminin sonu değil, başlangıcıdır. İktidara barışçıl yollarla gelinse bile, eski toplum düzeninin yıkılması sırasında burjuvazinin direnişine karşı şu ya da bu ölçüde zora başvurulması kaçınılmaz hale gelir. Engels, Kapital’in birinci cildinin İngilizce baskısına yazdığı önsözde, Marx’a göre, “İngiltere’nin, en azından Avrupa’da, kaçınılmaz toplumsal devrimin tümüyle barışçıl ve yasal araçlarla gerçekleştirilebileceği tek ülke olduğu”nu belirttikten sonra, şöyle devam etmişti:
“Elbette, İngiltere’nin egemen sınıflarının, bir ‘proslavery rebellion’
[kölelik yanlısı isyan] çıkarmadan bu barışçıl ve yasal devrime boyun
eğmesini neredeyse hiç beklemediğini eklemeyi asla unutmadı.”[iii]
Burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde, siyasal mücadele, her şeyden önce, devlet yönetiminde pay sahibi olma mücadelesidir. En ileri hedefi siyasal iktidarın alınması olan bu mücadelenin diğer hedefleri arasında, seçimler aracılığıyla elde edilebilen milletvekillikleri, belediye başkanlıkları, yerel meclis üyelikleri vb. bulunur. Kuşkusuz, devrimciler açısından, siyasal mücadele, “koltuk kapma mücadelesi”ne indirgenemez. Siyasal hedeflere sahip kitle hareketlerinin ortaya çıkarılması ve ortaya çıkan hareketlerin daha ileri hedeflere yönlendirilmesi, siyasal mücadelenin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ne var ki, kitle hareketlerinin çoğu güncel hedefler doğrultusunda şekillenir ve başarıya ulaşılsa da ulaşılmasa da, er ya da geç son bulurlar. Bu hareketlerin görece kalıcı kazanımlar üretmesi, devlet yönetiminde belirli mevzilerin elde edilmesine de bağlıdır.
Söz konusu mevzilerin varlığı, işçi sınıfının iktidara gelmesini güvence altına alamaz elbette. Dahası, tarihsel deneyimlerin de gösterdiği üzere, seçimlere fazlaca bel bağlayan ve burjuva siyasetinin kurallarını benimseme yoluna giden sol partiler, devrimciliklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Günümüzün Avrupa sosyal demokrasisi, bir dönemin Marksist işçi sınıfı partilerinin devrimciliklerini yitirmelerinin ürünü olmuştu. Tek amaç seçimlerle elde edilebilecek mevzileri kazanmaya ve bunları korumaya dönüştüğünde, toplumsal ölçekte devrimci dinamiklerin zayıfladığı dönemlerde, devrimcilikten uzaklaşılması kaçınılmaz hale gelir.
Birinci Dünya Savaşı gündeme geldiğinde, Avrupa’nın kitlesel işçi sınıfı partileri, milliyetçiliğin kendi ülkelerindeki (ve kendi saflarındaki) yükselişine direnememişti. Savaşa karşı çıkmak yerine, kendi burjuva iktidarlarını desteklemişlerdi.
İşçi sınıfı partilerini devrimcilikten uzaklaştıran dinamikler arasında, devlet yöneticiliği görevlerine gelen parti kadrolarının kazandıkları ayrıcalıkları koruma çabaları da vardır, güç kazanan siyasal partilerin mevki düşkünleri için bir çekim merkezi haline gelmesi de...
Ancak, tüm bu tehlikelerin ilacı, seçimlerden uzak durmak ya da bunları önemsiz saymak olamaz.
Henüz iktidara gelmemiş olan bir işçi sınıfı partisi, hangi mücadele araçlarını (çok fazla) öne çıkarırsa çıkarsın, belirli tehlikelerle karşılaşacaktır. Her mücadele aracı, onu bir amaç haline getirenlerin ortaya çıkmasını mümkün kılar. Bu söylenen, silahlı mücadele için de geçerlidir, kitle örgütlerinde ve sendikalarda güç kazanma mücadelesi için de. Örneğin, Türkiye’de, meslek odalarında sözde “örgütlü mücadele” yürüten, ama gerçekte devrimcilikle neredeyse hiçbir ilgileri kalmamış olan solcuların sayısı az değil.
Siyasal iktidarı alma mücadelesiyle bağı doğru şekilde kurul(a)mayan hiçbir mücadele aracı ya da mevzi, kendi başına, devrimci nitelik taşımaz. Dolayısıyla, her ülkenin Marksistlerinin ilk yapması gereken şey, o ülkede siyasal iktidara ulaşmanın yolunu tartışmaktır.
Solun iktidara gelmesi, çok karmaşık ya da anlaşılmaz süreçlerin ürünü olamaz. Ne de olsa sözünü ettiğimiz şey, küçük bir topluluğun gerçekleştireceği bir darbe değil, işçi sınıfının iktidarı alması.
Devrim, her zaman, somut koşulların bir ürünüdür. Dünyanın tüm ülkeleri için geçerli bir devrim stratejisi tarif etmek de, başka ülkelerin deneyimlerini aynen kopyalamak da olanaksız. Dolayısıyla, “devrim nasıl yapılır?” diye değil, “şu ülkede devrim nasıl yapılır?” diye sormak gerekir.
Ama diğer taraftan, herhalde hiçbir ülkenin Marksisti, yüz yıllık devrimler ve siyasal mücadeleler tarihinden, kendi ülkesi için de önem taşıyacak olan hiçbir sonucun çıkarılamayacağını iddia edemez.
20. yüzyılın başlarında, Marksistler arasında yürütülen devrim stratejisi tartışmaları, kısa süren Paris Komünü deneyimi bir yana bırakılacak olursa, hiç yaşanmamış bir şey hakkındaydı. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar da, örnek olma değeri sınırlı Moğolistan dışında, bir tek Rusya örneği vardı Marksistlerin elinde.
Oysa bugün, “Sol bugüne kadar iktidara hangi yollarla geldi?” tablosunu dolduracak kadar deneyim var, geçmişimizde.
Tabloda, görece geniş (ama sosyal demokrasiyi ve ulusalcı hareketleri kapsamayan) bir tanımıyla “sol”un iktidara (kabaca) hangi şekillerde geldiği özetleniyor. Fransa ve Portekiz örneklerinde, bu ülkelerin komünist partilerinin hükümet ortağı durumuna gelmesini kastediyorum.
TABLO: Sol bugüne kadar iktidara hangi yollarla geldi?
Öncesindeki yönetim biçimi
|
Solun mücadele gündemi
|
İktidara gelme yolu
|
|
Rusya (1917) |
Çarlık (monarşi)
|
Çarlığa karşı demokrasi, Birinci Dünya Savaşı’na karşı barış
|
Halk ayaklanması
|
Moğolistan (1924) |
Çin işgali
|
İşgale karşı bağımsızlık
|
Sovyetler Birliği yardımıyla silahlı mücadele
|
Arnavutluk (1944) |
İtalyan işgali
|
İşgale karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele
|
Fransa (1944) |
Alman işgali
|
İşgale karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele ve bağımsızlık sonrasında seçim
|
Yugoslavya (1945) |
Alman işgali
|
İşgale karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele ve bağımsızlık sonrasında seçim
|
Polonya (1945) |
Alman işgali
|
İşgale karşı bağımsızlık
|
Kızılordu müdahalesi
|
Bulgaristan (1946) |
Krallık
|
Nazi Almanyası’nın işbirlikçiliğini yapan krallığa karşı mücadele
|
Silahlı mücadele ve Kızılordu müdahalesi
|
Çekoslovakya (1948) |
Alman işgali
|
İşgale karşı bağımsızlık
|
Kızılordu müdahalesi
|
KDHC (Kuzey Kore, 1948) |
Japon işgali
|
İşgale karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele ve Sovyet müdahalesi
|
Alman Demokratik Cumhuriyeti (1949) |
Faşizm
|
Faşizme karşı mücadele
|
Kızılordu müdahalesi
|
Macaristan (1949) |
Krallık
|
Nazi Almanyası’nın işbirlikçiliğini yapan krallığa karşı mücadele
|
Kızılordu müdahalesi
|
Çin (1949) |
Tek parti diktatörlüğü
|
Tek parti diktatörlüğüne ve İkinci Dünya Savaşı’nda Japon işgaline karşı mücadele
|
Silahlı mücadele
|
Vietnam (1954) |
Fransız sömürgesi, Japon işgali
|
Sömürgeci-işgalci güçlere karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele
|
Küba (1959) |
Diktatörlük
|
Diktatörlüğe ve ABD sömürgeciliğine karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele
|
Güney Yemen (1967) |
İngiliz sömürgesi
|
Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele
|
Şili (1970) |
Burjuva demokrasisi
|
ABD şirketleriyle ve yoksullukla mücadele, toprak reformu
|
Seçim
|
Portekiz (1974) |
Diktatörlük
|
Diktatörlüğe karşı demokrasi
|
Halk ayaklanması
|
Angola (1975) |
Portekiz sömürgesi
|
Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık
|
Silahlı mücadele
|
Nikaragua (1979) |
Diktatörlük
|
Diktatörlüğe ve ABD sömürgeciliğine karşı demokrasi ve bağımsızlık
|
Silahlı mücadele
|
Venezüella (1999) |
Burjuva demokrasisi
|
Yolsuzluklarla ve yoksullukla mücadele
|
Seçim
|
Bolivya (2006) |
Burjuva demokrasisi
|
Yabancı şirketlerle ve yoksullukla mücadele, yerli halkların ve tarım üreticilerinin haklarının savunulması
|
Seçim
|
Nikaragua (2006) |
Burjuva demokrasisi
|
Yoksullukla ve ABD emperyalizmiyle mücadele
|
Seçim
|
Nepal (2006) |
Krallık
|
Krallığa karşı demokrasi
|
Silahlı mücadele ve halk ayaklanması
|
Güney Kıbrıs (2008) |
Burjuva demokrasisi
|
Kıbrıs sorununun çözülmesi, sosyal devlet politikalarının geliştirilmesi
|
Seçim
|
Tablodaki örneklerden bazıları beğenilmeyebilir, bazıları Marksizmin tümüyle uzağında kabul edilebilir. Örneğin, 2008 yılında Güney Kıbrıs’ta iktidara gelen AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi), tüzüğüne göre “Marksist-Leninist” bir parti olmasına[iv] ve komünist partilerin uluslararası toplantılarına katılmasına karşın, asıl olarak sosyal demokrat politikalar izliyor. Zaman içinde solculaşmış olan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ise başlangıçta Marksizmle neredeyse hiçbir ilişkisi bulunmuyordu.
Bu arada, burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkeler için solun mücadele gündemini özetlemek diğer örneklerde olduğundan daha zor, çünkü sol güçlerin seçim programları bir iki madde ya da başlıkla özetlenemeyecek kadar genişti.
Ayrıca, tabloda yer alan ve solun seçim yoluyla iktidara geldiği tüm ülkelerde başkanlık sisteminin bulunduğunu eklemekte yarar var. Başkanlık sistemi, tek tek başkan adaylarının önemini artırırken, farklı güçlerin ittifak kurarak ortak bir adayı desteklemelerini kolaylaştırıyor. Şili’de, Salvador Allende, komünistlerin, sosyalistlerin ve sosyal demokratların ittifakı olan Halk Birliği’nin (Unidad Popular) adayı olmuştu. Venezüella’da, kurucusu olduğu halkçı hareketin liderliğini yapan Hugo Chavez, onu başkanlığa taşıyan seçimde, komünistlerin ve sosyal demokratların desteğini almıştı.
Bugüne kadarki deneyimlerden çıkarılabilecek olan bazı sonuçlar şöyle özetlenebilir:
1. Monarşi, diktatörlük, faşizm, işgal ya da sömürgecilik söz konusu olduğunda, sol, demokrasi ve/veya bağımsızlık mücadelesine öncülük ederek, silahlı mücadele ve/veya halk ayaklanması yoluyla siyasal iktidara ulaşabildi.
2. Sol, burjuva demokrasisiyle yönetilen hiçbir ülkede, silahlı mücadele ya da halk ayaklanması yoluyla iktidara gelmedi.
3. Komünistler, hiçbir dönemde, çok karmaşık siyasi denklemlerin ürünü olarak, bunlar içinde çok özel yerler tutarak iktidara gelmiş değil... İçinde komünistlerin de şu ya da bu ölçüde yer aldıkları ya da sonradan önem kazandıkları tüm devrimler, somut, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen mücadele başlıklarının ürünü oldu.
Aslına bakılırsa, burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde silahlı mücadele yoluyla devrim bekleyenlerin çoğu, “gizli/örtülü faşizm” ya da “gizli/örtülü işgal” gibi kavramları kullanarak, söz konusu beklentinin faşizm ya da işgal durumları için daha anlamlı olduğunu doğruluyor.
Komünistler, diktatörlük koşulları altında, demokrasi mücadelesi yürütür. Diktatörlüklerin en zayıf noktası, halkın devlet yönetimine katılmasını engellemeleridir. Komünistler de buraya saldırarak, halkın devlet yönetimine katılma kanallarının açılması talebinin en ileri savunucuları olmaya çalışır.
Demokrasinin olmadığı ya da işgale uğramış ülkelerde, solun nicel gücünün önemi azalır, mücadeleye öncülük edenlerin niteliği önem kazanır. “Düşman” gücün toplumsal meşruiyetinin sınırlı olduğu koşullar altında, sol, nicel açıdan zayıf olsa bile, bu güce karşı mücadelesi sayesinde siyasal gücünü artırabilir, iktidara gelebilir.
Diktatörlük koşullarında, sermaye sahiplerinin çoğunun mevcut iktidarın işbirlikçiliğini yapması ve çıkarları zarar gören sermaye sahiplerinin radikal siyasal girişimlerden uzak durması, solun işini kolaylaştırır. Neredeyse her tür siyasal örgütlenmenin yasaklı olduğu dönemlerde, burjuvazinin çıkarlarını temsil etmeye çalışan muhalif siyasal akımlar genellikle zayıf kalır. Demokrasiyi savunmanın bile büyük cesaret gerektirdiği ülkelerde, bir halk ayaklanması patlak verdiğinde, o ana dek demokrasiyi savunmuş olanlar, hareketin öncülüğünü üstlenme ya da paylaşma şansını daha kolay bulabilir. Örneğin, 1917 yılının Şubat ayında çarlık rejimine karşı bir halk ayaklanması gerçekleştiğinde, Rus burjuvazisinin çıkarlarını temsil etmeye çalışan siyasal akımlar hayli zayıftı. Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasındaki dönemde, Bolşeviklerin en önemli rakipleri, burjuva partileri değil, devrimi ilerletmek konusunda yeterli kararlılık ve cesarete sahip olmayan sol partilerdi.
Buna karşın, burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerde, düzen partileri, iktidara gelebilmek için, halkın neredeyse her tür hoşnutsuzluğunu ifade etmek ve bunlar için çözüm yolları tarif etmek konusunda birbirleriyle yarışır. Halkın bütününün ya da geniş kesimlerinin en önemli güncel sorunlarının hangileri olduğu ve bunların çözümü için nelerin yapılması gerektiği hakkında, özünde her biri düzen içi olsa bile, sayısız programatik çerçeve üretilebilir. Düzen partileri için siyasal mücadelenin ödülü büyüktür: Maddi getirisi yüksek olan yöneticilik görevleri. Bu partiler ve onların içinde faaliyet gösteren siyasetçiler için, siyasal mücadele, bir “yatırım aracı”dır. Hem partiler hem de tek tek siyasetçiler, seçimler öncesinde, seçmen desteğini kazanmaya yönelik vaatlerde bulunmanın yanı sıra, çok para harcar. Tüm bunlara, işçi sınıfı temsilcilerinin önünü kesmeye yönelik hukuki düzenlemeler (örneğin seçim barajları), kovuşturmalar, polis baskısı, sermaye medyasının yok sayma ya da karalama çabaları ve yasadışı baskılar da eklenir. Kısacası, çoğunluğun çıkarlarını temsil edenlerin devlet yönetiminde pay sahibi olmalarının önünde çok fazla engel vardır. Burjuva demokrasisi, işte bu nedenlerle, “biçimsel” bir demokrasidir. Görünürde halkın devlet yönetimine katılmasına olanak sağlanırken, gerçekte bu olanağın ortadan kaldırılması için her şey yapılır.
Burjuvazi işçi sınıfının temsilcilerini devlet yönetiminden uzak tutmak için elinden geleni yaparken, solun, “biz bu oyunun parçası olmayacağız” deyip seçimlerden uzak durması ya da seçimlerde somut başarılar elde etmenin yollarını bulma çabasını göstermemesi, siyasal iddiasızlık anlamına gelecektir. Seçimler yoluyla herhangi bir başarı elde edemeyen bir sol, belirli mücadele başlıkları üzerinden devlet yönetimi üzerinde de belirli bir ağırlık kazanabilecek olsa bile, siyasal iktidara ulaşma şansı bulunmayan güçlerden biri olarak kalacaktır.
Seçimlere hiç girmeden bile, ülke siyasetine müdahale edilebilir. Örneğin, meclisin gündemine başka ülkelere asker göndermeye yönelik bir tezkere geldiğinde, kitlesel bir savaş karşıtı mücadeleyle, bu tezkerenin reddedilmesi sağlanabilir. Emekçilerin çıkarlarına aykırı yasal düzenlemelerin kabul edilmesi, kitlesel protestolar yardımıyla engellenebilir. Sendikalar, meslek örgütleri ve kitle örgütleri, üyelerinin çıkarları doğrultusunda yasal düzenlemelerin yapılması (ya da onların çıkarlarına aykırı yasal düzenlemelerin engellenmesi) için mücadele ettikleri ölçüde, ülke siyasetine müdahale etmiş olur. Hatta, bazı konuların yalnızca İnternet ortamında yaygın olarak tartışılması bile, devlet yöneticilerini bazı şeyleri yapmak ya da yapmaktan vazgeçmek zorunda bırakabilir.
Ama bu tür örneklerin çoğunda, başarıya ulaşıldığında bile, sonuç alınmış ve mücadele sona ermiş olur. Solun siyasal gücü sınırlıysa, elde edilen kazanımlar, soldan çok düzen partileri tarafından kullanılacaktır. Ne de olsa, toplumsal ölçekte önem kazanan mücadelelerin çoğu, muhalefetteki düzen partilerinin bir bölümü tarafından (yalnızca iktidarı yıpratma amacıyla bile olsa) desteklenir. Dahası, iktidardaki parti(ler) de, söz konusu kazanımların en azından bir bölümünü sahiplenmeye çalışır.
Lenin, bir devrimin gerçekleşebilmesi için, bir “devrimci durum”un ortaya çıkmasının zorunlu olduğunu vurgulamıştı. Nesnel koşulların ürünü olan devrimci durumun üç temel göstergesi şunlardı: (1) Bir bunalımın ürünü olarak kendi içlerinde bölünen üst sınıfların (yönetenlerin) eskisi gibi yönetememesi; (2) geçmişe göre daha fazla ezilen alt sınıfların (yönetilenlerin) eskisi gibi yönetilmek istememesi; (3) ilk ikisinin ürünü olarak kitlesel hareketlerin geçmişte görülmemiş boyutlara ulaşması.[v]
Burjuva demokrasisinin varlığı, burjuvaziye önemli bir olanak sağlar. Devrimci dinamiklerin güçlü olduğu dönemlerde, yalnızca devrimciler değil, o sırada muhalefette olan düzen partileri de, hoşnutsuz kitlelerin desteğini alma mücadelesi yürütür. Bu partiler, görünürde son derece radikal olan vaatlerde de bulunabilir. Örneğin, CHP, 1970’li yıllarda “düzen değişikliği” savunuculuğu yaparak oy toplamaya çalışmıştı. Bu partinin seçim bildirgelerinde, “Devlete de servete de kul olmayacaktır hiç kimse” denebiliyordu.[vi]
Bir devrimci durumda, büyük olasılıkla, mevcut hükümet istifa eder ve erken seçimlere gidilir. Erken
seçimlerde solun alacağı sonuç, savunduğu (ve en azından bir bölümü düzen partileri tarafından da dillendirilecek olan) hedefler kadar, o ana dek elde ettiği siyasal güce de bağlı olur.
Bir ülkenin belirli bir dönemde burjuva demokrasisiyle yönetilmesi ve biçimsel açıdan bağımsız olması, bu durumun hiçbir zaman değişmeyeceği anlamına gelmez elbette. Örneğin, Türkiye devrimi, belki de, ülkenin bir savaşa girmesinin, bu savaşın görece uzun sürmesinin ve savaşa karşı mücadelenin toplumsal ölçekte güç kazanmasının ürünü olacak.
İktisadi bunalım dinamiklerinin de etkisiyle iç politika alanında sıkışan bir hükümetin dış savaş açma yoluna gitmesi ve savaşı gerekçe göstererek her tür demokratik kurumu ve bu arada işçi sınıfının kazanılmış haklarını ortadan kaldırması olasılığı hiçbir zaman gündemden tümüyle düşmeyecektir. Ancak, böylesi bir gelişme yaşandığında, bu olasılığı önceden tahmin etmiş ve hatta propagandasını yapmış olanlar, sırf bu nedenle, halkın desteğini arkalarında bulmayacaktır. Büyük olasılıkla, savaşın başlamasının öncesinde ve sonrasında estirilecek olan milliyetçilik rüzgarları, sol hareketlerin etkisizleştirilmesini kolaylaştıracaktır. Sol, ancak, savaşın uzaması, toplumsal ölçekte giderek daha yıkıcı sonuçlar doğurması, belki ülkenin önemli bir bölümünün ya da tümünün işgale uğraması ve bu süreçte savaşa veya işgalcilere karşı kararlı bir şekilde mücadele etmiş olması durumunda, iktidar adayı bir güç haline gelebilecektir.
Bu tür bir olasılığa karşı yapılabilecek olan tek hazırlık, solun, savaş öncesinde, mümkün olduğunca büyük bir siyasal güç haline gelmesini sağlamaktır.
Savaş dışındaki bir başka olasılık, yine iktisadi bunalım dinamiklerinin etkisi altında, faşist bir rejimin kurulması.
Bu olasılığa karşı da bugünden yapılabilecek olan en iyi hazırlık, burjuva demokrasisinin sağladığı olanaklardan en etkili şekilde yararlanarak, onun ortadan kaldırılmasının daha güçlü bir tepki uyandırmasını güvence altına almaktır.
Konuya sol kadrolar açısından da bakabiliriz. Savaşa ya da faşizme karşı hazırlıklı olmanın yolu, bir gün bunlarla mücadelenin gerekli hale gelebileceğinin (ya da gelmek zorunda olduğunun) sürekli hatırlatılmasından geçemez. Bu konularda eğitim verilmesi de, söz konusu eğitim tümüyle soyut kalacağından, pek fazla işe yaramayacaktır. Buna karşın, burjuva demokrasisinin sağladığı olanakları en verimli şekilde değerlendirerek (ve bu arada “olağan” sayılan dönemlerdeki faşizan uygulamalarla baş ederek) somut kazanımlar elde eden kadrolar, bunlar ortadan kaldırıldığında, çok daha güçlü ve toplumsal ölçekte meşru tepkiler üretebilecektir.
Bir başka olasılık, iktisadi bunalımlardan birinin, önde gelen düzen partilerinin tümünü yıpratacak ve devlet kurumları içinde de bölünmelere yol açacak bir siyasal bunalıma yol açması ve solun da içinde yer alabileceği, seçim yoluyla iktidara gelmeyi hedefleyen halkçı bir siyasi hareketin (cephe, ittifak, blok vb. biçiminde) ortaya çıkması. Solun bu tür bir hareket içindeki yeri ve ağırlığı da, öncesindeki siyasal gücüne bağlı olacaktır. Söz konusu hareketin seçimlere girmesinin hukuksuz olarak engellenmesinin bir halk ayaklanmasına yol açması türü ek olasılıklardan da söz edilebilir elbette. Halkçı bir hareketin iktidara gelmesi durumunda, sol, bu iktidarı bir işçi sınıfı iktidarına dönüştürmeye çalışacaktır.
Son olarak, benzer bir durumda, solun kendisi, öncesinde yeterli siyasal güce ulaşmışsa, bir halk hareketine öncülük ederek, seçim yoluyla iktidara gelme girişiminde bulunabilir... Kuşkusuz, böylesi bir durumda, solun seçime girmesinin engellenmesi, demokrasinin tümüyle askıya alınması ve bunlara tepki olarak bir halk ayaklanmasının gerçekleşmesi olasılığı daha yüksek olacaktır.
Türkiye solunun mücadele gündemi
Türkiye solu, uzunca bir süredir, “ihmal edilebilir” bir siyasal güç olmanın ötesine pek geçemiyor.[1] Bu durumun sol içi açıklamaları, kabaca, şöyle özetlenebilir: Sol, siyasal açıdan yeterince güçlü değil, çünkü yeterince güçlü bir örgütlülüğe sahip değil. Ve Türkiye solu yeterince güçlü bir örgütlülüğe sahip değil, çünkü siyasal açıdan yeterince güçlü değil.
Solun bugün için (yalnızca siyasal alanda değil, aynı zamanda sendikalarda, kitle örgütlerinde vb.) yaptığı şey, daha çok, “örgütlenme ve mücadele etme gerekliliği”nin propagandası... “Şu kadar kişi örgütlense, mücadele etse, neler değişmez ki?” diye sormak, elbette tümüyle anlamsız değil. Ama insanlara (birilerini daha bulup getirmek dışında) somut olarak neler yapacakları söylen(e)mediğinde ya da mücadele ederek anlamlı sonuçlara ulaşmaları sağlanamadığında, bir süre sonra, “örgütlenmek ve mücadele etmek de pek bir işe yaramıyormuş” diyenlerin sayısı artacaktır.
Kısır döngüyü kırmanın yollarını arayanların sayısı da az değil tabii ki.
Bazıları, “daha iyi analiz yapmak” ya da “daha yaratıcı olmak” gerektiği türü saptamalarda bulunuyor.
Daha iyi analiz ve daha fazla yaratıcılık her zaman daha yararlı olsa bile, bunların gerekli olduğunu vurgulayanların çoğu, gerekli olduğunu söyledikleri şeylerin somut örneklerini sunmuyor. Asıl önemlisi, Marksistlerden bile gelse, “analiz yeteneği”ne ya da “yaratıcılık”a yapılan vurgular, Marksizmden uzaklaşma tehlikesini de barındırır. Çünkü, Marksizm, çok “yaratıcı” birtakım bireylerin ortaya çıkmasına, bu bireylerin çok “derin” bazı analizler yapmalarına ve buradan da çok “incelikli” bir strateji çıkarmalarına bel bağlamaz. Tam tersine, kitlelerin eseri olacak bir devrimin yolunu tarif etmeye çalışır.
Bazıları, farklı toplumsal kesimleri ve hareketleri sıralayarak, onları bir araya getirmek (ya da “onlara gitmek”) gerektiğini savunuyor: İşçiler, kadınlar, gençler, öğrenciler, emekliler, kent yoksulları, Aleviler, Kürtler, çevreciler, farklı cinsel yönelimlere sahip kesimler, GDO karşıtları, nükleer enerji karşıtları, savaş karşıtları, azınlıklar vb. vb.
Gerçekten de, bu yolla, ülke nüfusunun iki üç katını bir araya getirmek mümkün!
Ama ülke nüfusu zaten bir arada yaşayan insanlardan oluşuyor. Sorun, bir arada olmanın, kendi başına, birlikte mücadele etmeyi mümkün kılmaması. Tam tersine, farklı toplumsal kimliklere ve farklı kaygılara dayalı farklı talepler, insanları birleştirmekten çok bölmeye de yarayabiliyor. Sol açısından gerekli olan, farklı kesimlerin tek bir siyasal iktidar mücadelesinde ortaklaştırılmasını sağlayabilecek olan somut hedefleri netleştirmek.
Solun denediği yollardan bir başkası, belirli aralıklarla, asıl amacı örgütlü mücadeleye yeni insanların kazandırılması olan “kampanya” ya da “çalışma”lar düzenlemek... Harcanan emekle orantılı olarak, bu tür girişimlerden belirli sonuçların alınması her zaman mümkündür. Örneğin, belirli bir dönem boyunca işçileri hedef alan yoğun bir çalışmayla, çok sayıda işçinin belirli toplantılara katılması, onlarla bildiri dağıtımı, basın açıklaması, imza toplama gibi bazı eylemlerin yapılması ve bazı işçilerin örgütlenmesi sağlanabilir. Ama yürütülen çalışma (daha çok sayıda işçiyle temas kurmak dışında) somut kazanımların elde edilmesini ve daha ileri somut kazanımların hedeflenmesini mümkün kılmazsa, çalışmaya katılan işçilerin sayısı azalmaya başlayacaktır. Solcular tarafından düzenlenen bir toplantıya ilk kez katılan bir işçi, bu yeni deneyimi nedeniyle heyecanlanabilir ve bir sonraki toplantıya birkaç arkadaşını çağırabilir. Ama pek fazla somut sonuç üretmeyen toplantılara ve eylemlere katılma azmini yaşamları boyunca koruyacak olan işçiler her zaman küçük bir azınlık olarak kalacaktır.
Kısır döngüyü kırmak için denenen bir diğer yol, “çarpıcı” iddia, tez ya da saptamaların üretilmesi. “Türkiye artık faşist bir ülkedir” ya da “Türkiye sosyalizme yönelmekten başka çaresi kalmamış ve bunu yapacağı kesinleşmiş bir ülkedir” veya “Uçuruma yuvarlanıyoruz” dendiğinde belirli bir ilgi uyandırmak her zaman mümkün. Tek tek sosyalist aydınlar ya da yeni kurulmuş sol örgütler, halkın gündeminde olan sorunlarla ilgili gerçekçi mücadele hedefleri belirlemek yerine, kendi özel gündemlerine sahip olabilir, gelişmeleri kendi özel kavramlarıyla yorumlayabilir. Ama iktidar mücadelesi yürütmek, yani kitlelerin önüne anlayabilecekleri hedefler koymak isteyen bir sol için bu yol öncekinden de verimsizdir ve “çarpıcı” sözler etkisini yitirdiğinde, “daha da çarpıcı”, yani giderek anlamsızlaşacak sözlerin aranması tehlikesini doğurur.
Solculuğa dayalı girişimler sonuçsuz kaldığında denenen yolsa, belirli bir siyasal güce sahip olan sol dışı öznelerin peşine takılmak... Örneğin CHP’nin içinde “devrimcilik” yapmaya çalışmak... Örneğin AKP’cilik yapmak... Örneğin Has Parti’ye katılmak... Örneğin orduyu göreve çağırmak...
Solun, siyasal iktidar mücadelesinin farklı aşamalarında, kendisi dışındaki farklı güçlerle yan yana gelmesi kaçınılmaz, bunlardan bazılarıyla ittifak kurması ise meşrudur. Ama kendi zayıflığını başka güçlerin peşine takılarak örtmeye çalışan bir sol, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını temsil etme olanağını yitirir.
Farklı güçlerin eklentisi haline gelen solcular, bunu yaparken, “ülkenin en acil ve yakıcı sorunları şunlardır ve biz de tam bu nedenle filanca güçlerle işbirliğine gidiyoruz” diyor. İşçi sınıfının iktidar yolunun, ancak, falanca “acil ve yakıcı” sorunların çözülmesi sonucunda açılabileceğini savunuyorlar.
Sermaye egemenliğine son verilmedikçe, “acil ve yakıcı sorun” kıtlığı da çekilmeyecektir. Kapitalizm, sürekli yeni sorunlar üreten ya da mevcut sorunları ağırlaştıran bir düzendir. Bugünün “acil ve yakıcı” bir sorunu biraz hafifler gibi göründüğünde, onun yerini hemen bir başkasının alacağı kesindir. Ve bu sorunlar sayesinde, sıra sermaye egemenliğinin kendisinin hedef alınmasına hiçbir zaman gelmeyecektir!
Örneğin, bazı sol çevreler tarafından da yakın geçmişin en “acil ve yakıcı” sorunlardan biri sayılan “asker vesayeti”ni ve askeri darbe tehlikesini “çok şükür” geride bırakmış gibi görünüyoruz... AKP ve yandaşları dışında, ülkemizin “demokratikleşme” açısından daha ileri bir noktaya geldiğini savunabilen kimse var mı?
Asıl önemlisi, sol açısından, sorunların kendileri kadar önem taşıyan, bunların çözülmesi doğrultusunda yürütülen mücadelenin ilerleticiliğidir. Örneğin, Marx, demokrasi mücadelesini, demokrasinin kendisinin sağlayacağı olanaklardan çok, mücadele eden işçi sınıfına kazandıracağı siyasal eğitim nedeniyle önemsiyordu. Manifesto’da tarif edilen hedef, “demokrasiyi kazanmak” değil, “demokrasiyi mücadele ederek kazanmak”tı.[vii]
Türkiye solu, güncel sorunlar ile siyasal iktidar mücadelesi arasındaki bağın kurulabilmesi için, halkın gündeminde olan ve halkın mücadelesiyle çözülebilecek olan sorunları merkeze yerleştirmek zorunda. Faşizm ya da savaş koşulları altında, siyasal mücadelenin merkezine tek bir güncel sorunun yerleştirilmesi mümkün ve kaçınılmaz hale gelebilir. Bugünse, mümkün olduğunca geniş bir kesimi düzen değişikliği mücadelesinde birleştirebilecek olan sorunları öne çıkarmamız gerekiyor.
Bu sorunlar şöyle sıralanabilir: Yoksulluk, yolsuzluklar, baskıcı uygulamalar ve emperyalizme bağımlılık. Burada “yoksulluk” derken toplumsal eşitsizlikleri, işsizliği, ücretlerin düşürülmesini sağlayan güvencesiz işçi çalıştırma, taşeronlaştırma vb. uygulamaları, eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı olarak sunulmasını, dolaylı vergilerin yüksekliğini, kısacası halkın çoğunluğunun geçim sıkıntısı çekmesine yol açan tüm sorunları kastediyorum. “Yolsuzluklar”, hem devlet yöneticilerinin hem de sermaye sahiplerinin maddi çıkar sağlamaya yönelik tüm gayrimeşru eylemlerini anlatıyor. “Baskıcı uygulamalar”, bugün asıl olarak AKP’nin ve başta Fethullah Gülen Cemaati olmak üzere cemaat ve tarikatların yönlendirmesiyle gerçekleştirilen hukuksuz yargılama, tutuklama ve cezalandırmaları, örgütlenme ve propaganda özgürlüklerinin sınırlandırılmasını, sansürcülüğü ve polis şiddetini içeriyor. Emperyalizme bağımlılık ise, Türkiye’nin iktisadi açıdan sömürülmesi ve neredeyse her dönemde savaş tehlikesiyle karşı karşıya tutulması anlamına geliyor.
Türkiye’nin gündemindeki sorunlar arasında, Kürt sorunu, ayrı bir yere sahip.
Özünde toplumsal eşitsizliklerin ürünü olan Kürt sorununun gerçek anlamıyla çözülmesi, ancak, Türklerin ve Kürtlerin, birlikte mücadele ederek, sermaye düzenine son vermeleriyle mümkün olabilir.
Buna karşın, sorunun bugünkü biçimiyle sürmesi, Türk ve Kürt emekçilerin ortak mücadelesini örgütlemeyi de zorlaştırıyor. Kürt sorunu, bir yanında sermaye devletinin, diğer yanında silahlı güce dayanan Kürt hareketinin bulunduğu, toplumun çoğunluğunun çıkarlarının ise devre dışı bırakıldığı bir mücadelenin konusu olmayı sürdürdükçe, devletin çoğunluk üzerindeki baskı ve yönlendirme araçlarından biri olarak kalacaktır. Dahası, Türkiye sürekli olarak bir Türk-Kürt savaşı tehlikesiyle birlikte yaşayacaktır. Böylesi bir savaş, emperyalistlerin yanı sıra zengin Türklerin ve zengin Kürtlerin bir bölümü için bir “fırsat”, her iki ulustan emekçiler içinse gerçek bir yıkım anlamına gelir. Diğer yandan, Türkiye’de sermaye düzenini tehdit eden bir halk hareketinin ortaya çıkması durumunda, sermaye sahipleri, bir Türk-Kürt savaşını kışkırtmaktan kaçınmayacaktır.
Dolayısıyla, bir Türk-Kürt savaşının çıkması tehlikesini ortadan kaldırmak için, güncel, somut ve gerçekçi hedefler doğrultusunda mücadele etmek gerekiyor. Çoğunluğun çıkarları doğrultusunda, öncelikli olarak atılması gereken adımlar şöyle tarif edilebilir:
- Türkiye sınırları içindeki her tür silahlı eyleme ve sınır dışı operasyonlarına kesin olarak son verilmesi.
- Kürt sorunuyla ilgili her tür görüşü savunmanın ve bu görüşler doğrultusunda örgütlenmenin serbest bırakılması.
- Kürtlerin kendi dillerini kullanmalarının ve kültürlerini geliştirmelerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması.
Yine bugünkü koşullarda, Kürt sorunuyla ilgili olarak, solun hem Türkiye işçi sınıfına hem de Kürt halkına katkıda bulunmasının yolu, çoğunluğun çıkarlarını savunan bağımsız bir siyasal özne olarak hareket etmesinden geçiyor. Kürt hareketinin destekçiliğini yapmanın ötesine geçemeyen bir sol, işçi sınıfı içindeki milliyetçi eğilimlerin zayıflatılmasına katkıda bulunamayacaktır.[2] Kürt hareketini “düşman güç” sayan bir sol ise, Kürt sorununun sermaye devleti tarafından bir araç olarak kullanılmasını kolaylaştıracaktır.
Kürt sorunu dışındaki sorunların çoğu, yoksulluğa, yolsuzluklara, baskıcı uygulamalara ve emperyalizme karşı mücadelenin birer alt başlığı olarak ya da bunlarla bağlantıları kurularak ele alınabilir.
Örneğin, Türkiye’nin gündeminde, farklı kesimler tarafından “gericileşme”, “laiklikten uzaklaşma”, “çağdaş yaşam tarzlarına müdahale” ya da “şeriat tehlikesi” olarak tanımlanabilen bir sorunun bulunduğu açık. Ama bu sorunun halkı “laiklik yanlıları” ve “dinciler” olarak bölecek şekilde tartışılması, halkın dinsel inançlarını sömürerek siyasal ve maddi çıkar elde edenlerin elini güçlendirebiliyor. Oysa AKP’yle ve başta Fethullah Gülen Cemaati olmak üzere cemaat ve tarikatlarla mücadelede, yolsuzluklarının, baskıcı uygulamalarının ve emperyalizmin işbirlikçiliğini yapmalarının üzerine giderek, dinsel inançlarla asıl ilişkilerinin onları kendi çıkarlarına alet etmek olduğunu göstermek, çok daha sonuç alıcı olacaktır. Ahmet Şık’ın Emniyet Teşkilatı’ndaki “cemaat” örgütlenmesi hakkındaki kitabının henüz son haline getirilip basılmadan yasaklanması ve yazarının uyduruk gerekçelerle hapse atılması, AKP’nin ve “cemaat”in ne tür konularda daha duyarlı olduklarının işaretlerinden yalnızca biriydi. Ve sindirme operasyonları başarıya da ulaştı! Şık’ın tutukluluk süresinin tartışılmasına, kitabının çok sayıda kişinin imzasıyla yayımlanmasına karşın, onu destekleyenler bile, Emniyet Teşkilatı’nda olup bitenler hakkında konuşmaktan, AKP’yi ve “cemaat”i yıpratabilecek konulara girmekten çekinebiliyor.
Toplumun en geniş kesimlerini düzen değişikliği mücadelesine yöneltebilecek olan temel sorunların saptanması ve bu sorunlara karşı mücadele çağrısı yapılması, solun güç kazanmasını sağlamak için yeterli olmaz elbette. Güç kazanmak isteyen bir sol, herkesin anlayabileceği, gerçekçi bulabileceği, katkıda bulunabileceği, somut ve güncel mücadele hedefleri tarif etmek zorunda.
Yine soyut bir şekilde ifade edilecek olursa, solun yapması gereken, düzen değişikliği mücadelesiyle bağları kurulabilecek olan toplumsal güç ve hareketlerin siyasal alandaki temsilciliğini üstlenmek. Toplumsal hareketlerin içinde yer alarak, kendinden menkul “liderlik” iddiaları öne sürmeden bu hareketlere pratikte öncülük etmeye çalışarak... Ama aynı zamanda, bu hareketlerin siyaset alanında ağırlık kazanmasına aracılık ederek.
Daha açığı, Türkiye’de, bugünkü koşullar altında solun güç kazanmasının yolu, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarının savunuculuğunu yaparak, seçimlerde somut başarılar elde etmesinden geçiyor. Bu söylediğim, kitle hareketlerini, sendikalarda ve kitle örgütlerinde yapılan çalışmaları, öğrenci hareketlerini, diğer toplumsal muhalefet dinamiklerini önemsiz saymak anlamına gelmiyor. Aksine, seçimlerde somut başarılar elde etmeyi hedefleyen bir sol, kitle hareketlerine ve kitle örgütlerine hem daha fazla ihtiyaç duyacak, hem de bunları güçlendirmek konusunda daha fazla olanağa sahip olacaktır.
Doğru yapılan bir seçim çalışması aynı zamanda bir örgütlenme çalışması, doğru yapılan bir örgütlenme çalışması da aynı zamanda bir seçim çalışmasıdır. Ama, “örgütlenirsek zaten seçimlerde de daha iyi sonuçlar elde ederiz” demiş olmuyorum. Çünkü, seçimlerde başarılı olmak için, teknik boyutlarını da ihmal etmeden, gerçek “seçim çalışmaları” yapmak gerekir.
Soyut bir sosyalizm propagandası ya da ülke sorunlarının hatırlatılması, seçim çalışması sayılamaz. Örneğin, belirli bir belediyenin başkanlığına aday gösteren bir sol yapı, propaganda çalışmaları sırasında, “yerel sorunları boş verin, ülke sorunları çok daha önemli ve bu sorunları da ancak sosyalist bir iktidar çözebilir” demenin ötesine geçmiyorsa, o belediyenin başkanlığı bir yana, görece yüksek bir oy oranına bile ulaşamayacaktır. Diğer yandan, yalnızca yerel sorunları çözmeyi vaat eden bir sol yapı da, belediye başkanlığını kazansa bile, bu mevziyi siyasal iktidar mücadelesinin hizmetine sunamayacaktır.
Belirli bir yerellikte belediye başkanlığını kazanma amacıyla gerçek bir seçim çalışması yapmak için, başta emekçiler olmak üzere orada yaşayan insanların somut sorunlarını bilmek, bunlar için çözüm yolları aramak, örneğin hangi hizmetlerin parasız olarak sunulabileceğini saptamak, yalnızca belediye başkanlığı yetkileriyle değil ama aynı zamanda halkın desteğiyle ulaşılabilecek hedefleri belirlemek, orada yaşayan insanları ikna etmek için propaganda ve örgütlenme çalışmalarına düzen partilerinden çok önce başlamak, seçim çalışmasını mümkün olduğunca kitlesel bir çalışmaya dönüştürmek, ilgili yerellikte belirli bir saygınlığa sahip ya da saygınlık kazanabilecek olan bir aday çıkarmak, mümkün ve anlamlı olacaksa bu adayın bir ön seçimle belirlenmesini sağlamak, aynı yerdeki il genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için benzer çalışmalar yürütmek, bu şekilde girilecek seçimlerde başarısız olunması durumunda bir sonraki seçim için çalışmaya hemen başlamak, insanların neden ikna edilemediğini anlamak ve bir sonraki seçimde başarılı olmanın yollarını aramak gerekir. Düzen partilerinin seçim çalışmalarını seçim gününden birkaç ay önce başlatmaları, neden solun da örnek aldığı bir uygulama olsun ki?
Belirli bir yerellikteki seçimi gerçekten kazanma niyeti olduğunda, buradaki genel ve görece soyut önerilerden çok daha iyileri, hem orada yaşayanlar, hem de İnternet sayesinde Türkiye’nin dört bir yanındaki insanlar tarafından üretilebilir. Solun yapması gereken de, “her şeyin en iyisini bildiğini” kanıtlamaya değil, en iyi çözümlerin üretilmesi için gerekli olan ortamı yaratmaya çalışmak.
Sol, belirli yerelliklere ağırlık verdiğinde, başta iktidar partisi olmak üzere düzen partileri de aynı yerelliklere özel bir ağırlık verebilir tabii ki. Buna karşı, sol da, kendi elindeki güçleri aynı noktalarda yoğunlaştırabilir. Ortada somut ve gerçekçi hedefler olduğunda, solun ülke ölçeğindeki potansiyel gücü, belirli yerelliklerde, somut bir güce dönüştürülebilir.
Seçim çalışması, aynı zamanda bir örgütlenme çalışmasıdır. İlgili seçim bölgesindeki işçilere, kadınlara, gençlere, farklı meslek gruplarından insanlara ve toplumsal hareketlere ulaşmak ve onları gerçek(çi) hedefler doğrultusunda mücadeleye çağırmak için bir araçtır.
Bir belediye başkanlığının kazanılması, sol açısından bir sonuç değil, yalnızca yeni bir başlangıç anlamına gelecektir. Ülke ölçeğinde halkın kendi kendisini yönetebilir hale gelmesini hedefleyen sol, yerelliklerde de aynı amaç doğrultusunda mücadele edecektir. Belediye başkanlığı, emekçilere somut kazanımlar sağlamanın aracı olarak kullanılacaktır. Belirli bir yerellikte elde edilen somut kazanımlar, örneğin bazı hizmetlerin ücretsiz olarak sunulmaya başlaması, ülke gündemine girmeyi ve başka yerelliklerde aynı talebin yükseltilmesini kolaylaştıracaktır. Bu arada, doğal olarak, iktidarın ve devlet güçlerinin engellemeleriyle ve baskılarıyla karşılaşılacaktır. Bunların karşısına, halkın örgütlü gücüne dayanarak ve onu daha da güçlendirerek çıkma mücadelesi yürütülecektir. Gündemdeki mücadele başlığına bağlı olarak, Türkiye’nin farklı yerlerinde dayanışma eylemleri örgütlenecektir. Kazanılan her mevzi, daha ileriye gidebilmek için yeni mücadele başlıklarının açılmasını mümkün ya da zorunlu kılacaktır.[3]
Yalnızca belediye başkanlıkları için değil, il genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için de benzer çalışmalar yürütmek gerekir. Bu üyeliklere seçilenler, görev süreleri boyunca, ilgili kurumların halkın çıkarlarına aykırı karar ve faaliyetleri hakkında halkı bilgilendirme ve bunların önüne geçilmesi için mücadele çağrısında bulunma olanağına sahip olacaktır. Halkla bağlarını sürekli kılan il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri, mücadeleleri sayesinde halkın güvenini kazanarak, izleyen seçimlerde belediye başkanlığına, hatta belki de milletvekilliğine aday olabilecektir.
Ayrıca, düzen partilerinden biri aracılığıyla ya da bağımsız olarak seçilen bazı belediye başkanları halkçı uygulamalara yöneldiğinde, onların desteklenmesi de gündeme gelebilir. Sol, kendi ilkesel yaklaşımlarını savunma ve yanlış bulduğu uygulamaları eleştirme hak ve sorumluluğunu bir yana bırakmadan, halkçı uygulamaları nedeniyle iktidarın baskısıyla karşılaşan belediye başkanlarıyla birlikte mücadele edebilir, halkın bu mücadelede aktif şekilde yer alması için çaba harcayabilir.
Milletvekilliği seçimlerinde ise, bugünkü koşullarda, somut başarılar için mücadele etmenin tek yolu, belirli bölgelerden bağımsız adaylar çıkarmak. Yüzde 10’luk seçim barajı varken, sol partilere verilen oyların toplamı yüzde 1’i bile bulamıyor. Baraj olmasaydı da, solun daha yüksek oy oranlarına ulaşılabilecek seçim bölgelerine özel bir ağırlık vermek gerekirdi. Bugünse, ilk aşamada, az sayıda seçim bölgesinde, gerçekten de milletvekilliği kazanmak için çalışma yürütülebilir.
Bu mücadele tarzı, solun, hem mevcut kadroları arasından hem de mücadeleye yeni katılacak olanlar arasından gerçek halk önderleri çıkarmasını da kolaylaştırır.
Kapitalizmi sorgulayan kesimler arasında “lider”lere daha bir kuşkuyla yaklaşılmasının pek çok haklı nedeni bulunsa bile, onlara duyulan ihtiyaç ortadan kalkmış değil. Kitleler de, yine pek çok haklı nedenle, siyasal hedefleri temsil eden gerçek kişilerin varlığını talep eder. Bu kişilerin, kişisel tarihleriyle belirli bir güven yaratmış olmasını isterler. “XYZ Örgütü Yüksek Yönetim Kurulu”nun kitlelerde güven ve bağlılık yaratması zordur, çünkü ne o kurulun iç işleyişi konusunda yeterince bilgi sahibi olabilirler ne de o kuruldan hesap sormaları çok kolaydır.
Burada tartıştığım mücadele tarzının hayata geçirilmesi, yazıldığı kadar kolay değil elbette... Hatta, devrimci mücadelenin bu biçimi, herhangi bir alanda kalıcı bir kazanım elde etmeden propaganda çalışması yürütmeye göre çok daha zordur. Çünkü, bireysel özveri ve cesaret yetmez; başkalarına öncülük edebilmek için gerekli olan nitelik ve becerileri kazanmak için çaba harcamak gerekir.
Peki ama, seçimlere dayalı bir çalışma sonucunda belirli koltuklar elde edildiğinde, bunlara oturanların devrimcilikten uzaklaşması riski yok mu?
Elbette var... İşte bu nedenle, seçimle gelinecek görevlere aday olanların somut taahhütlerde bulunması gerekir. İşçi sınıfı iktidarında yöneticilerin ücretleri işçi ücretlerinin ortalamasından yüksek olmayacaksa, bugün neden olsun? Adaylar, yöneticilik gelirlerinin işçi ücretleri ortalamasını aşan bölümünü halk yararına faaliyet gösteren kurumlara bağışlamayı taahhüt etmelidir. Yöneticilerin ve yönetici kurulların devlet yönetimiyle ilgili tüm faaliyetlerinin herkes tarafından izlenebilir olması talebi, elbette, bugün kazanılacak olan yöneticilik görevleri için de geçerlidir. Bir belediye başkanlığı alındığında, ilgili belediyenin her tür gelir ve giderinin ve her tür faaliyetinin herkesçe izlenebilir kılınması, yanlışlıkların giderilmesini ve daha ileri hedeflerin belirlenmesini kolaylaştıracaktır.
Bunlar, aynı zamanda, propagandası yapılabilecek olan önlemler. Aslına bakılırsa, yalnızca milletvekilliği ya da belediye başkanlığı için değil, sendika ve kitle örgütü yöneticilikleri için de geçerli kılınmaları gerekir.
Sol, devlet yönetimi alanında neredeyse hiçbir deneyimi bulunmayan, seçimler yoluyla hiçbir ciddi başarıya ulaşamamış, yalnızca devrimden ve sosyalizmden söz eden bir hareket olarak, “ihmal edilebilir” bir siyasal güç olmanın ötesine geçemez. Buna karşın, seçimler yoluyla bugün için sınırlı mevziler elde eden bir sol, bunları ülke ölçeğindeki bir hareketin başlangıç noktaları haline getirebilir.[4]
Engels, 1895 yılında, Almanya’daki işçi sınıfı partisinin seçimlerde elde ettiği başarılardan söz ederken, şunları da vurgulamıştı:
“Burjuva iktidarının örgütlenmesini sağlayan devlet kurumlarının,
işçi sınıfının aynı devlet kurumlarına karşı mücadele etmek için
kullanabileceği tutamakları da sunduğu anlaşıldı. Tek tek eyaletlerin
meclislerinin, belediye meclislerinin, iş mahkemelerinin seçimlerine
katılındı, proletaryanın yeterli bir bölümünün elde edilmeleri
doğrultusunda ağırlık koyduğu bütün görevler için burjuvaziyle
çekişildi. Öyle ki, sonunda, burjuvazi ve hükümet, işçi sınıfı
partisinin yasadışı eylemleriyle karşılaştırıldığında yasal
eylemlerinden, ayaklanma başarılarıyla karşılaştırıldığında seçim
başarılarından çok daha fazla korkmaya başladı.”[viii]
Engels’in vurguladığı bir başka önemli nokta şuydu:
“Baskınların, bilinçsiz yığınların başındaki bilinçli azınlıkların
gerçekleştirdiği devrimlerin dönemi kapandı. Toplumsal örgütlenmenin tam
bir dönüşümü söz konusu olduğunda, yığınların da buna doğrudan doğruya
katılması; neyin hedeflendiğini, neyi canlarıyla başlarıyla
savunacaklarını öncesinde kavramış olmaları zorunludur. Bunu bize son
elli yılın tarihi öğretti. Ama yığınların yapılması gerekeni anlaması
için, uzun, ısrarlı bir çalışma gerekir ve şu anda, düşmanı umutsuzluğa
sürükleyen bir başarıyla, tam da bu çalışmayı yürütüyoruz.”[ix]
Bugün için, Türkiye solu, “ben bir şekilde siyasal mücadeleye katılmalıyım” diye düşünmeyenler için, somut olarak, pek fazla şey önermiyor.
Bizim amacımız, “ben bir şekilde siyasal mücadeleye katılmalıyım” düşüncesini yaygınlaştırmak olamaz. Daha doğrusu, bu düşünce yaygınlaştırılamaz.
Bizim amacımız, “Türkiye solu, seçimlerde kazanacağı mevzilerle halkın çıkarlarına dayalı bir yönetim tarzının somut örneklerini yaratmak ve bu yolla zenginlerin egemenliğine son verme mücadelesini güçlendirmek istiyor” mesajını verebilmek olmalı...
Ülke yönetiminde gerçekten söz sahibi olmak isteyen bir solun kendisi de, kendi dışındaki güçlerle ilişkileri de kaçınılmaz olarak değişir.
Örneğin, bugün aşılmaz gibi görünen sol içi ayrımların bir bölümü, gerçek bir siyasal mücadelenin örgütlenmesi durumunda, anlamsızlaşır. Türkiye solunun güç kazanmasını sağlayabilecek olan hedefler konusunda netlik sağlandıktan sonra, bu hedefler için mücadele edenlerin hangi gelenekten geldiklerinin pek bir önemi kalmaz (ya da, kalmamalı).
Diğer taraftan, solun temel hedefleri herkes açısından netlik kazandığında, bazen (bazı yerelliklerde ya da bazı mücadele başlıklarıyla ilgili olarak) sosyal demokratlarla, bazen Kürt hareketiyle, bazen daha farklı güçlerle yan yana gelinmesi kolaylaşır ve çok daha az sorun yaratır.
Siyasal açıdan daha güçlü bir sol, sendikaları ve diğer emek örgütlerini daha mücadeleci bir çizgiye çekmek ve toplumsal hareketlerin önüne daha ileri hedefler koymak konusunda çok daha fazla olanağa sahip olur.
Asıl önemlisi, siyasal güç kazanan, halk önderleri çıkaran bir sol, yönetenlerin ülkeyi eskisi gibi yönetemez, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemez hale gelecekleri dönemlerde, halk hareketlerine öncülük ederek, gerçek bir iktidar alternatifinin yaratılması için mücadele edebilir.
Son Sözler
Dünya devrimi ne zaman gerçekleşebilir? Bir başka deyişle, emperyalist ülkelerin tümünde olmasa bile çoğunda sosyalist devrimlerin gerçekleşmesi yoluyla, dünya üzerindeki kaynakların büyük bölümünün sosyalist ülkelerin denetimi altına girmesine ne kadar zaman kaldı?
Bu tür konularda tahmin yürütmek her zaman risklidir. Bugüne kadar kapitalizme bir ömür biçen Marksistlerin çoğu yanılmış oldu.
Ama açıkçası, yedinci bölümde somut örnekler üzerinden tartıştığım üzere, kapitalizmin içinde bulunduğu ve geçmiştekilerden uzun süren son durgunluk döneminde, dünya devriminin görece yakın bir gelecekte gerçekleşebileceği konusunda umutlanmak için bazı özel nedenlerin bulunduğu kanısındayım.
Birincisi, söz konusu durgunluk döneminin öngörülebilir bir vadede bitebileceğine ilişkin herhangi bir veri bulunmuyor. Görüldüğü kadarıyla, emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere neredeyse tüm kapitalist ülkelerde işçi ücretleri düşürülmeye, sosyal güvenceler sınırlanmaya, sosyal harcamalar azaltılmaya devam edecek. Geçici ve sınırlı rahatlama dönemlerini, yeni toplumsal yıkımlara yol açan iktisadi çöküşler izleyecek.
İkincisi, insanlığın ilerleme potansiyeli ile kapitalizmin yarattığı engeller arasındaki çelişkiler giderek daha fazla belirginleşecek. Herkesin eğitim ve bilgi düzeyinin yükseldiği bir dünyada, insanların büyük çoğunluğunun toplumsal ilerlemeye katkıda bulunma olanağından yoksun bırakılması giderek daha fazla sorgulanacak.
Üçüncüsü, bu dönemde tek tek kapitalist ülkelerde gerçekleşebilecek olan sosyalist devrimler, insanlığın önüne, geçmiştekilere göre çok daha ileri örnekler koyma şansına sahip. Bunlar da, kapitalist ülkelerdeki sosyalizm mücadelelerinin güç kazanmasını sağlayacaktır.
Kanımca, 21. yüzyılın sosyalist devletlerinin gerçek birer halk devleti olarak kalmalarının ve sosyalist ülke yurttaşlarının dünya devrimi mücadelesine daha fazla katkıda bulunmasının koşullarından ve göstergelerinden biri de, kapitalist devletleri sansüre daha fazla başvurmaya yöneltecek bir İnternet özgürlüğünün varlığı olacak.
Kapitalist ülkelerde olup bitenleri izleyebilen, o ülkelerdeki insanlarla her an görüşüp tartışabilen, onlardan aldıkları yararlı fikirleri kendi ülkelerinde hayata geçirme şansları bulunan, kendi ülkelerinde yapılanları onlara anlatabilen, çok farklı konularda onlardan katkı alan ve onlara katkı sunan insanlardan oluşan sosyalist ülkeler, hem daha ileri toplumsal hedefler belirleyebilir, hem de bu sayede dünya devrim sürecini hızlandırabilir.
Sosyalist ülkelerin doğru bir yolda ilerlediğinin somut bir göstergesi, ABD yönetiminin, kendi yurttaşlarının o ülkelerin yurttaşlarıyla temas kurmasını zorlaştırmak için, İnternet şirketlerine baskı yaparak, söz konusu ülkelere hizmet sunmalarını engellemeye çalışması olacaktır. Bir başka deyişle, sosyalist ülkeler, emperyalist devletlerin “özgürlükçülük” demagojilerini boşa çıkarmayı ve gerçek yüzlerini kendi yurttaşlarına daha fazla göstermek zorunda kalmalarını hedeflemeli. Bunun başarılması, emperyalist ülkelerde sosyalizm mücadelesi yürütenlerin eline güçlü bir silahın verilmesi anlamına gelecektir.
Sosyalizm yoluna yeni girecek olan ülkelerin tümü, ilk aşamada, kendi önlerine bu denli iddialı hedefler koyamayabilir. Doğal kaynakları kıt, ekonomileri çok zayıf, yurttaşlarının eğitim düzeyleri çok geri olan ülkelerde, öncelikle, bu sorunların çözülmesi için mücadele etmek gerekebilir. Buna karşın, Türkiye’de gerçekleşecek bir sosyalist devrimin sonrası hakkında, tam da böylesi bir iddialılığa sahip olabileceğimizi ve olmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de, eğer sosyalist devrimin öncesinde ya da sonrasında yıkıcı bir savaş yaşanmazsa, sosyalizmin kuruluş sürecinde, ne çok ciddi doğal kaynak kıtlıklarıyla, ne çok ciddi iktisadi altyapı eksiklikleriyle, ne de eğitimli insan kıtlığıyla karşılaşılacaktır. Dolayısıyla, halkın devlet yönetimine katılımı söz konusu olduğunda, 20. yüzyılın sosyalizm deneyimleriyle karşılaştırıldığında, çok daha ileri bir noktadan başlanabilecektir.
Eğer son söylediklerim boş beklentilerden ibaret değilse, bugünkü mücadelemiz de, sosyalist devrim sonrasına ilişkin iddialılığımıza uygun düşmeli elbette...
[1] Seçimlerdeki oy oranları (yüzde)
Y: Yerel seçimler, il genel meclisi oyları / * HADEP çatısı altındaki ittifaka katıldı / ** DEHAP çatısı altındaki ittifaka katıldı / *** SHP çatısı altındaki ittifaka katıldı / + SHP’nin oy oranı / **** Ortak bağımsız aday çalışmasına katıldı / ++ Eksik aday gösterdi / +++ Seçime katılmasına izin verilmedi. (Bağımsız adaylar sütunundaki oranlar, sağ-sol ayrımı olmadan, tüm bağımsız adayların toplam oylarının oranları.)
SBP/ÖDP
|
SİP/TKP
|
EMEP
|
HADEP/DEHAP/
DTP/BDP
|
Bağımsız
|
||
1994 (Y) |
0,29
|
-
|
-
|
-
|
0,34
|
|
1995 |
-*
|
-*
|
-
|
4,17
|
0,48
|
|
1999 |
0,80
|
0,12
|
-
|
4,75
|
0,87
|
|
Y |
0,84
|
0,07
|
0,09
|
3,48
|
0,18
|
|
2002 |
0,34
|
0,19
|
-**
|
6,22
|
1,00
|
|
2004 (Y) |
0,04***
|
0,26
|
0,06***
|
5,15+***
|
0,73
|
|
2007 |
0,15****
|
0,23
|
0,08****
|
-****
|
5,32
|
|
2009 (Y) |
0,17++
|
0,21
|
0,12++
|
5,70
|
0,43
|
|
2011 |
-+++
|
0,15
|
0,07****
|
-****
|
6,57
|
Y: Yerel seçimler, il genel meclisi oyları / * HADEP çatısı altındaki ittifaka katıldı / ** DEHAP çatısı altındaki ittifaka katıldı / *** SHP çatısı altındaki ittifaka katıldı / + SHP’nin oy oranı / **** Ortak bağımsız aday çalışmasına katıldı / ++ Eksik aday gösterdi / +++ Seçime katılmasına izin verilmedi. (Bağımsız adaylar sütunundaki oranlar, sağ-sol ayrımı olmadan, tüm bağımsız adayların toplam oylarının oranları.)
[2]
Solcu kimlikleriyle bilinen üç kişinin, EMEP (eski) Genel Başkanı
Levent Tüzel, Ertuğrul Kürkçü ve Sırrı Süreyya Önder’in son genel
seçimlerde milletvekili seçilmiş olmaları elbette önemsiz ya da anlamsız
değil. AKP hükümetinin baskıcı ve toplumsal eşitsizlikleri artıran
girişimlerine karşı mücadele edenler, sosyalist milletvekilleri
sayesinde, seslerini mecliste (ve meclis aracılığıyla) daha fazla
duyurma olanağına sahip oldu. Mecliste bulunduğu dönemde sola mı yoksa
AKP’ye mi daha fazla hizmet ettiği tartışılabilecek olan Ufuk Uras’la
karşılaştırıldıklarında, Tüzel, Kürkçü ve Önder’in milletvekilliklerinin
sol açısından farklı bir yerde durduğu açık.
Ne var ki, aynı isimler, solu temsil etmek konusunda ciddi kısıtlarla karşı karşıya. Seçimlerden kısa bir süre sonra somut olarak görüldüğü üzere, Kürt hareketinin silahlı mücadeleyi yükselttiği dönemlerde, Türkiye solunun, ırkçı-milliyetçi yaklaşımların güç kazanmasının yol açacağı tehlikeleri gözeterek bağımsız bir tutum izlemesi gerekirken, söz konusu isimler bunu yapamadı.
Kuşkusuz, sosyalist milletvekillerinin önümüzdeki dönemde hangi başlıklarda ne tür tavırlar alacakları, onların inisiyatifinde. Daha doğrusu, onları, her başlıkta, solun bağımsız siyasetine uygun tavırlar almaya teşvik etmeye çalışmak daha anlamlı olacaktır.
Ne var ki, aynı isimler, solu temsil etmek konusunda ciddi kısıtlarla karşı karşıya. Seçimlerden kısa bir süre sonra somut olarak görüldüğü üzere, Kürt hareketinin silahlı mücadeleyi yükselttiği dönemlerde, Türkiye solunun, ırkçı-milliyetçi yaklaşımların güç kazanmasının yol açacağı tehlikeleri gözeterek bağımsız bir tutum izlemesi gerekirken, söz konusu isimler bunu yapamadı.
Kuşkusuz, sosyalist milletvekillerinin önümüzdeki dönemde hangi başlıklarda ne tür tavırlar alacakları, onların inisiyatifinde. Daha doğrusu, onları, her başlıkta, solun bağımsız siyasetine uygun tavırlar almaya teşvik etmeye çalışmak daha anlamlı olacaktır.
[3]
Karşılaşılacak baskılar ve belediyelerin geçmiş dönem borçlarının solcu
belediyelerin üzerine yıkılması türü uygulamalar nedeniyle, belediye
başkanlarının halk yararına hiçbir şey yapamayacağı da iddia edilebilir.
Bu şekilde akıl yürütülecekse, yasal gazete ya da dergi çıkarmak,
İnternet sitesi açmak, dernek, sendika ya da yasal parti kurmak da
hiçbir işe yaramaz. Ne de olsa, bunların iktidarı fazlaca rahatsız
etmesi, tutuklanma ve kapatılma gerekçesi olabiliyor. Diğer “düzen içi”
araçlardan yararlanırken bugünkü yasal düzenlemeleri ve güç dengelerini
gözetmek ne kadar zorunluysa, belediye başkanlıklarından ve diğer
yönetsel görevlerden yararlanırken bugünkü yasal düzenlemeleri ve güç
dengelerini gözetmek o kadar zorunlu. Diğer düzen içi araçları kullanmak
nasıl aynı zamanda bir mücadele konusuysa, belediye başkanlıklarını ve
diğer yönetsel görevleri kullanmak da aynı zamanda bir mücadele konusu.
Bu arada, belediyelerin geçmiş dönem borçlarının hesabının sorulması ve
bunların sorumlularına ödetilmesi için de mücadele etmek gerekir.
[4]
ÖDP’nin ve EMEP’in bugüne kadar farklı seçimlerde kazandıkları belediye
başkanlıkları, değerli örnekler. Ama bunlar, seçimlere yönelik sistemli
çalışmaların ürünleri değildi. Diğer yandan, en azından şu ana dek,
ilgili belediyelerde yapılanların, solun ülke ölçeğindeki mücadelesine
de güç kazandıracak şekilde toplum gündemine sokulması konusunda
yetersiz kalındığı söylenebilir.
[ii] MEW, a.g.y., c. 18, s. 160.
[iii] Karl Marx, Kapital, a.g.y., s. 38.
[iv] ΚΑΤΑΣΤΑΤΙΚΟ ΤΟΥ ΑΚΕΛ, http://www.akel.org.cy/media/audio/KATASTATIKO_AKEL.pdf.
[v] V.I. Lenin, The Collapse of the Second International, 1915, http://www.marxists.org/archive/lenin/wo...csi/ii.htm.
[vi] Ak Günlere, Cumhuriyet Halk Partisi 1973 Seçim Bildirgesi, http://www.haberveriyorum.net/haber/belg...bildirgesi.
[vii] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist..., a.g.y., s. 30.
[viii] Karl Marx, Fransa’da..., a.g.y., s. 140.
[ix] a.g.y., s. 144.
Ziyaretçi
11-04-2014, 23:03
Sanki Fettullahçıların örgütlenme modeli tarif edilmiş.
Ziyaretçi
12-04-2014, 00:37
Sn. Özalp, sol iktidarlardan önce bulunan yönetim
biçimlerinde belirgin olan konsey, komün, Sovyet tipi halkın “öncü
örgütlenme” örnekleri sol örgütlerin ileriye sıçrama tahtası değil
midir? Stratejik “sosyalist iktidar” hedefinin, “iç içe geçen halkalar”,
“hareket+örgüt” gibi taktiklerin dayanağı bu “öncü örgütlenme”
modeliyse bizim bugün bu inisiyatifleri saptamamız ve bunlar üzerinden
büyüyen ya da bunları ileri taşıyıp örgütlenen bir siyasal mücadele
yöntemi geliştirmemiz gerekmez mi?
19.yüzyılın komünleri, 20. Yüzyılın ekonomist-kendiliğindenci sendikaları, 21. Yüzyılın sola dönük taraftar grupları bu “öncü örgütlenme” niteliğini ne ölçüde taşır? Sendikaların işçi sınıfının adresi olmaktan çıktığı sınıfın yapısının dolayısıyla örgütlenme biçimlerinin değiştiği Türkiye tarihinden yola çıkarsak 30 yıllık bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İşçi sınıfının direngen-öncü unsurları nerede? Ve akarsuyun tabanındaki hareket nasıl yüzeye çıkacak?
Not: Seçimler-belediyecilik vs. çok önemli ama önemli olduğu sonuçları kadar çok uzun vadede çıkıyor. Bu acil sınıfsal gündemler karşısında dezavantaj oluşturmaz mı?
19.yüzyılın komünleri, 20. Yüzyılın ekonomist-kendiliğindenci sendikaları, 21. Yüzyılın sola dönük taraftar grupları bu “öncü örgütlenme” niteliğini ne ölçüde taşır? Sendikaların işçi sınıfının adresi olmaktan çıktığı sınıfın yapısının dolayısıyla örgütlenme biçimlerinin değiştiği Türkiye tarihinden yola çıkarsak 30 yıllık bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İşçi sınıfının direngen-öncü unsurları nerede? Ve akarsuyun tabanındaki hareket nasıl yüzeye çıkacak?
Not: Seçimler-belediyecilik vs. çok önemli ama önemli olduğu sonuçları kadar çok uzun vadede çıkıyor. Bu acil sınıfsal gündemler karşısında dezavantaj oluşturmaz mı?
Ziyaretçi
12-04-2014, 18:10
iyi ama kitabın son bölümünü oluşturan bu uzun
yazıda da somut öneri yok ki. sadece çok genel bir tarihsel
değerlendirme ve hatırlatmalar var. bir tür beyin jimnastiği yapmış
yazar. daha fazlası yok.
hakikaten somut öneri lazım.
bir yerde erkin özalp, sosyalist partilerden ayrılanların sayısının bu partilerin hali hazırdaki üye sayısından çok daha fazla olduğunu söylüyordu. şu bir gerçek ki, var olan sosyalist partiler ve yöneticileri, erkin özalp'in fikirlerine hiç de açık değiller. somut önerilerin alıcısı, bu partilerde aradıklarını bulamayan kitlelerin dirençli kesimleri olmalı. onlara somut bir yol haritası sunmalı yazar. bunun aksi, fiilen var olan sol partilerin tepe yöneticilerine akıl vermek, yani boşa kürek çekmek olur ve oluyor da.
geleneksel sol ile yeni solun devrimci bir sentezi gerekiyor.
ama siz kendi dar örgütünüzdeki egemenliğinizi korumak ve kurtarmak için daha yolun başındayken "gramsci düşüncesi kimlik bunalımında" tarzında yazılar yazarsanız ve kadrolarınızı muhafazakar / sekter bir anlayışla yetiştirirseniz, somut hedefler önünüze geldiğinde elbette kendi dar / sekter / muhafazakar çevrenizden başkasını harekete geçiremezsiniz ve marjinalin de marjinali olarak kalmaya devam edersiniz.
hakikaten somut öneri lazım.
bir yerde erkin özalp, sosyalist partilerden ayrılanların sayısının bu partilerin hali hazırdaki üye sayısından çok daha fazla olduğunu söylüyordu. şu bir gerçek ki, var olan sosyalist partiler ve yöneticileri, erkin özalp'in fikirlerine hiç de açık değiller. somut önerilerin alıcısı, bu partilerde aradıklarını bulamayan kitlelerin dirençli kesimleri olmalı. onlara somut bir yol haritası sunmalı yazar. bunun aksi, fiilen var olan sol partilerin tepe yöneticilerine akıl vermek, yani boşa kürek çekmek olur ve oluyor da.
geleneksel sol ile yeni solun devrimci bir sentezi gerekiyor.
ama siz kendi dar örgütünüzdeki egemenliğinizi korumak ve kurtarmak için daha yolun başındayken "gramsci düşüncesi kimlik bunalımında" tarzında yazılar yazarsanız ve kadrolarınızı muhafazakar / sekter bir anlayışla yetiştirirseniz, somut hedefler önünüze geldiğinde elbette kendi dar / sekter / muhafazakar çevrenizden başkasını harekete geçiremezsiniz ve marjinalin de marjinali olarak kalmaya devam edersiniz.
Ziyaretçi
12-04-2014, 19:01
Arkadaslar burada recete yok. Yazar in elinde
sihirli degnekte yok. Somut öneriyi yazardan bekliyor olmamiz basli
basina bir sorun. Oncu orgutlenme faslina gelince Turkiye solu oncü /
leninist orgut ve parti ile dolu. Ama netice de her biri ozverili bir
mucadele yurutoyor olsada marjinalizm en dibinde saplanip kalmış
durumda. Sunu unutmayalim ki ve kabul edelim ki Turkiye solu
yenilmistir. Hal bòyle iken bir mucadele ezberleri ve tabulari
tartisimali ve yeni bir mucadeke hatti orulmelidir. Benim onerim
dukkanciligin bir kenara birakilmasi ve taksim dayanismasi benzeri bir
siyasi merkez kurulmalifir. Ancak tabiki bunun somut bir ihtiyactan yani
gezide oldugu gibi gercek bir mucadele icinde dogmali ve serpilmedir.
Yoldaşca
Erkin Özalp
13-04-2014, 00:28
Alıntı: Sanki Fettullahçıların örgütlenme modeli tarif edilmiş.
😀
Alıntı: Sn. Özalp, sol iktidarlardan önce bulunan yönetim biçimlerinde belirgin olan konsey, komün, Sovyet tipi halkın “öncü örgütlenme” örnekleri sol örgütlerin ileriye sıçrama tahtası değil midir? Stratejik “sosyalist iktidar” hedefinin, “iç içe geçen halkalar”, “hareket+örgüt” gibi taktiklerin dayanağı bu “öncü örgütlenme” modeliyse bizim bugün bu inisiyatifleri saptamamız ve bunlar üzerinden büyüyen ya da bunları ileri taşıyıp örgütlenen bir siyasal mücadele yöntemi geliştirmemiz gerekmez mi?
Genel hatlarıyla, katılıyorum... Örneğin, Gezi Direnişinin ortaya çıkardığı benzer bir örgütlenme biçimi olarak forumlar da belki ileriye taşınabilirdi. Bence, burada kritik önem taşıyan nokta, doğru/ilerletici “siyasal” hedeflerin tarif edilebilmesi...
Alıntı: 19.yüzyılın komünleri, 20. Yüzyılın ekonomist-kendiliğindenci sendikaları, 21. Yüzyılın sola dönük taraftar grupları bu “öncü örgütlenme” niteliğini ne ölçüde taşır? Sendikaların işçi sınıfının adresi olmaktan çıktığı sınıfın yapısının dolayısıyla örgütlenme biçimlerinin değiştiği Türkiye tarihinden yola çıkarsak 30 yıllık bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İşçi sınıfının direngen-öncü unsurları nerede? Ve akarsuyun tabanındaki hareket nasıl yüzeye çıkacak?
Solcu taraftar gruplarının, daha çok, solun bıraktığı boşluklar nedeniyle bu denli öne çıkabildiği kanısındayım. Geçmişte, taraftarlık, asıl olarak, “ne sağcı ne solcu” olma durumunu anlatıyordu. Bugünse, bir şeylere isyan etmelerine karşın, sol/sosyalist örgütlere farklı soru işaretleriyle bakanlar, tepkilerini taraftar grupları aracılığıyla dile getirmeyi tercih edebiliyor.
“İşçi sınıfının direngen unsurları”, statik bir kesim oluştur(a)maz, kanımca. Gün gelir TEKEL işçileri temsil eder işçi sınıfının direngenliğini, gün gelir Greif işçileri, gün gelir farklı sektörlerin, farklı işyerlerinin işçileri... Yine bence, önemli olan, direnişe geçen işçilerin somut (iktisadi) kazanımlar elde etmesi için elden gelen her tür çabayı harcarken, bu çabaların aynı zamanda bazı siyasal kazanımların yolunu açmasını gözetmek...
Alıntı: Not: Seçimler-belediyecilik vs. çok önemli ama önemli olduğu sonuçları kadar çok uzun vadede çıkıyor. Bu acil sınıfsal gündemler karşısında dezavantaj oluşturmaz mı?
Soruya soruyla karşılık vereyim: Acil sınıfsal gündemler nedeniyle görece daha uzun vadeli hedefler bir yana bırakılırsa, görece kalıcı kazanımların elde edilmesi mümkün olabilir mi?
Alıntı: iyi ama kitabın son bölümünü oluşturan bu uzun yazıda da somut öneri yok ki. sadece çok genel bir tarihsel değerlendirme ve hatırlatmalar var. bir tür beyin jimnastiği yapmış yazar. daha fazlası yok.
hakikaten somut öneri lazım.
bir yerde erkin özalp, sosyalist partilerden ayrılanların sayısının bu partilerin hali hazırdaki üye sayısından çok daha fazla olduğunu söylüyordu. şu bir gerçek ki, var olan sosyalist partiler ve yöneticileri, erkin özalp'in fikirlerine hiç de açık değiller. somut önerilerin alıcısı, bu partilerde aradıklarını bulamayan kitlelerin dirençli kesimleri olmalı. onlara somut bir yol haritası sunmalı yazar. bunun aksi, fiilen var olan sol partilerin tepe yöneticilerine akıl vermek, yani boşa kürek çekmek olur ve oluyor da.
geleneksel sol ile yeni solun devrimci bir sentezi gerekiyor.
ama siz kendi dar örgütünüzdeki egemenliğinizi korumak ve kurtarmak için daha yolun başındayken "gramsci düşüncesi kimlik bunalımında" tarzında yazılar yazarsanız ve kadrolarınızı muhafazakar / sekter bir anlayışla yetiştirirseniz, somut hedefler önünüze geldiğinde elbette kendi dar / sekter / muhafazakar çevrenizden başkasını harekete geçiremezsiniz ve marjinalin de marjinali olarak kalmaya devam edersiniz.
Valla, “somutluk” konusunda, şimdilik elimden gelen budur! 😀
Ama bu vesileyle, forumumuzun şu metnini hatırlatabilirim: Eşitlikçi Forum: Neden ve Nasıl?
Alıntı: Arkadaslar burada recete yok. Yazar in elinde sihirli degnekte yok. Somut öneriyi yazardan bekliyor olmamiz basli basina bir sorun. Oncu orgutlenme faslina gelince Turkiye solu oncü / leninist orgut ve parti ile dolu. Ama netice de her biri ozverili bir mucadele yurutoyor olsada marjinalizm en dibinde saplanip kalmış durumda. Sunu unutmayalim ki ve kabul edelim ki Turkiye solu yenilmistir. Hal bòyle iken bir mucadele ezberleri ve tabulari tartisimali ve yeni bir mucadeke hatti orulmelidir. Benim onerim dukkanciligin bir kenara birakilmasi ve taksim dayanismasi benzeri bir siyasi merkez kurulmalifir. Ancak tabiki bunun somut bir ihtiyactan yani gezide oldugu gibi gercek bir mucadele icinde dogmali ve serpilmedir. Yoldaşca
Aslına bakılırsa, TKP’nin “Sol Cephe” girişimi de, ÖDP’nin “Birleşik bir Muhalefet Hareketi” yaratma girişimi de, böylesi bir ihtiyacın gerçekten var olduğuna işaret ediyor herhalde... Ama diğer taraftan, en azından şimdilik, gerçekten “birleşik” bir merkezin yaratılmasının önünde ciddi engeller var gibi... Katıldığım nokta, böylesi bir “siyasi merkez”in, ancak, “gerçek bir mücadele”yi, bir başka deyişle, “gerçek siyasal hedefler”i temsil etmesi durumunda etkili olabileceği...
Ziyaretçi
13-04-2014, 12:55
tkp'nin sol cephesi ile ödp'nin birleşik devrimci merkez önerisi ne kadar iş yapar ki?
ankara'da son yerel seçimde tkp-ödp ittifakı 1700 küsür oy aldı. buna karşılık halkın kurtuluş partisi tek başına 1600 civarında oy almış ankara'da. izmir'de de tkp'yi geçmiş.
ödp ve tkp, sol cephede ya da birleşik devrimci merkezde ortak hareket etseler ne çıkar ki?
hep denemişler hep yenilmişler, yine deneyip yine mi yenilsinler?
hastalar bir araya gelince hastalık daha da büyüyor.
ankara'da son yerel seçimde tkp-ödp ittifakı 1700 küsür oy aldı. buna karşılık halkın kurtuluş partisi tek başına 1600 civarında oy almış ankara'da. izmir'de de tkp'yi geçmiş.
ödp ve tkp, sol cephede ya da birleşik devrimci merkezde ortak hareket etseler ne çıkar ki?
hep denemişler hep yenilmişler, yine deneyip yine mi yenilsinler?
hastalar bir araya gelince hastalık daha da büyüyor.
haddizât
13-04-2014, 15:31
Anladığım kadarıyla solun bıraktığı boşluklar başka
özneler tarafından dolduruluyorsa sola kalan tek seçenek düzenin
bıraktığı boşlukların doldurulması oluyor. Belediyecilik gibi yerel
yönetim örneklerine verdiğiniz değer sanırım bundan kaynaklanıyor.
Olumsuz anlamda “legalizm” gibi bir şeyden söz etmiyorum.
Yalnız elde kalan tek somut model, bu tür boşlukların doldurulması olunca düzenin görece istikrarlı dönemlerinde (herkesçe kabul edilebilir boşlukların olmadığı zamanlar) "Ne Yapmalı = örgütlenmeli" parolası geçerli kılınmakta. Bu parola, nesnel zorunlulukla öznelliğin kesişmesine işaret ettiğinden olsa gerek, geleneksel bir örgüt modeli dışında “yeni arayışlara” şerbetli gibi görünüyor.
Aslında doğru ve ilerletici siyasal hedefler bu boşlukların doğru saptanması ve açığa çıkarılmasıyken sol-sosyalist örgütlerin yetersiz niceliği ve toplumsal anlamda etkin bir ideolojik/siyasal meşruiyete sahip olmayan niteliği işi “kısır döngü”ye çevirmiyor mu?
**
Bugün herkesçe kabul edilebilir bir boşluk var ortada: siyasal temsil. Ama bu boşluk da kanımca “sosyalistleri güçsüz bırakan apolitiklik değil, doğru siyasetin olmaması” diyerek geçiştirilemez. Bunun tersi de sosyalist örgütler açısından “siyasetini sorgulama, doğru yoldayız” şiarı değil elbette. Bu kısır döngüyü kırmanın yolu “örgütlen” sloganını yıpratmamak için zamanlamasını doğru ayarlamak ve geri kalan zamanlarda ideolojik propaganda yapmaktan geçmiyor mu?
Neyle karşı karşıya olduğunu ve neyin iyi olduğunu bilen/kestiren milyonlarca insan var bu ülkede. Neyin olanaklı olduğunun “gösterilmesi” gerekiyor. Defne’den de gördüğümüz ve sizin de “Sosyalist solun seçim bilançosu”nda belirttiğiniz üzere görece küçük ve somut kampanyaların dahi olanaklı olana dair bir ideolojik etki yaratması (düzenin bu boşluğundan faydalanamamış olunsa bile) fazlasıyla mümkün.
Peki ya siyasal temsil?
Yalnız elde kalan tek somut model, bu tür boşlukların doldurulması olunca düzenin görece istikrarlı dönemlerinde (herkesçe kabul edilebilir boşlukların olmadığı zamanlar) "Ne Yapmalı = örgütlenmeli" parolası geçerli kılınmakta. Bu parola, nesnel zorunlulukla öznelliğin kesişmesine işaret ettiğinden olsa gerek, geleneksel bir örgüt modeli dışında “yeni arayışlara” şerbetli gibi görünüyor.
Aslında doğru ve ilerletici siyasal hedefler bu boşlukların doğru saptanması ve açığa çıkarılmasıyken sol-sosyalist örgütlerin yetersiz niceliği ve toplumsal anlamda etkin bir ideolojik/siyasal meşruiyete sahip olmayan niteliği işi “kısır döngü”ye çevirmiyor mu?
**
Bugün herkesçe kabul edilebilir bir boşluk var ortada: siyasal temsil. Ama bu boşluk da kanımca “sosyalistleri güçsüz bırakan apolitiklik değil, doğru siyasetin olmaması” diyerek geçiştirilemez. Bunun tersi de sosyalist örgütler açısından “siyasetini sorgulama, doğru yoldayız” şiarı değil elbette. Bu kısır döngüyü kırmanın yolu “örgütlen” sloganını yıpratmamak için zamanlamasını doğru ayarlamak ve geri kalan zamanlarda ideolojik propaganda yapmaktan geçmiyor mu?
Neyle karşı karşıya olduğunu ve neyin iyi olduğunu bilen/kestiren milyonlarca insan var bu ülkede. Neyin olanaklı olduğunun “gösterilmesi” gerekiyor. Defne’den de gördüğümüz ve sizin de “Sosyalist solun seçim bilançosu”nda belirttiğiniz üzere görece küçük ve somut kampanyaların dahi olanaklı olana dair bir ideolojik etki yaratması (düzenin bu boşluğundan faydalanamamış olunsa bile) fazlasıyla mümkün.
Peki ya siyasal temsil?
Ziyaretçi
13-04-2014, 15:42
Bir yanliş anlamayı duzeltmek gerek. Birincisi
Turkiye solu tkp, odp ve digerlerinden ibaret degil. Ikincisi siyasi
merkez onerim tkp ve odp nin bir araya gelmesinden ibaret degil.
Ucuncusu bu forum tkp ve odp yi elestirisi uzerinden bir tartisma amaci
tasimiyor. Forumun amaci bu asamada solun iktidar olma kararliligi
tasiyan gercek yada tuzel kisileri ile birlikte yakalanmasi gereken
dogru halkayi, bir baska deyisle zayif halkayi bulmak. Daha evvel ifade
ettigim gibi Turkiye solu bir bütün olarak yenilmistir. Hemde bugun
degil 2002 den bu yana buyuk bir yenilgi yasanmistir. Ancak Turkiye
ilericilerinin ve devrimci hareketinin yarattigi tarihsel birikim daha
ileri sicramak ve halkalanmak icin yeterlidir. Turkiye sol iktidara
nasil gelir sorusu Turkiyede sol iktidara gelebilir inancini
tasimaktadir. Bu iyiserlik olmadan hali hazirdaki siyasi yapilara
bakarak iktidar mucadelesi yapilamaz. Yarin bizimdir bunu hic bir zaman
unutmamak gerekiyor. Son soz yerine bir soruda ben yoneltmek istiyorum
Forum a. 1. Sizce bugun solu secimler dışında ileri tasiyacak siyasi
hedefler nelerdir? 2. Kürt emekcileri ve Kürt sorunu bu siyasi
hedeflerle nasıl iliskilendiilebilir? (Mahir)
Erkin Özalp
16-04-2014, 23:13
Sevgili haddizât,
Cevabımın biraz geç kalmış olması nedeniyle kusuruma bakmazsınız umarım...
Açıkçası, tam olarak böyle düşünmüyorum. Belki de, tam olarak ne demek istediğinizi anlayamıyorum...
“Solun bıraktığı boşlukların başka özneler tarafından doldurulması”ndan söz ederken, örneğin, geçmişte siyasetin epeyce uzağında olan taraftar gruplarının özellikle Gezi Direnişi sırasında üstlendiği rolleri vb. kastediyorsanız, evet, karşılaştığımız bu tür özgün durumların, “solun bıraktığı boşluklar”la ilgili olduğu kanısındayım. Ama bu boşlukların, tam da önerdiğim mücadele tarzının hayata geçirilememesinin (somut mevziler elde etmek için somut/gerçekçi/inandırıcı mücadelelerin yürütülmemesinin) ürünü olduğu kanısındayım.
Bir başka deyişle, temel sorunumuzun, daha iyi “analizler”, “formülasyonlar”, “sloganlar”, “talepler” vs. üretememek olduğunu düşünmüyorum.
“Bize de kala kala belediyecilik kaldığına göre, oraya odaklanalım” demiyorum. “Mevcut gücümüzle nerelerde somut mevziler elde etme şansımız varsa oralara odaklanalım, oralarda elde edeceğimiz kazanımlardan hareketle daha ileri mevzileri hedefleyebilir duruma gelelim” diyorum.
Eğer doğru anladıysam, sözünü ettiğiniz türden bir “nesnellik”in bulunduğu yönündeki düşüncenize hak veriyorum. Zaten, mevcut durumun değiş(tirile)memesi de bundan kaynaklanıyor olsa gerek...
Soruya soruyla cevap vereyim: “Kısır döngü”yü kırmak için, gerçekten de “ön açıcı” olabilecek olan somut (ve nihai hedefle karşılaştırıldığında bugün için görece önemsiz de kalabilecek olan) birtakım hedefleri öne çıkarmak gerekmez mi? Ovacık örneğinin, Türkiye devriminin yolunu aydınlatacak kadar önemli bir örnek olmadığı açık... Ama aynı örneğin ülke genelinde yarattığı ilgi ve sol kadrolarda yarattığı heyecan, çok daha ileri örneklerin yaratılabilmesi durumunda, çok daha önemli kazanımların elde edilebileceğini göstermedi mi?
“Siyasal temsil”den söz ederken ne demek istediğinizi anlayamadım açıkçası...
“Örgütlenme” çağrılarının, ancak ve ancak, doğru/inandırıcı/gerçekçi siyasal hedeflerin varlığı durumunda, ek bir avantaj sağlayabileceği kanısındayım. Tek başına “ideolojik propaganda”ya eşlik edecek “örgütlenme” çağrıları, yine bence, Türkiye solunu, bugünkü niceliğinin çok fazla ötesine taşıyamaz.
Yukarıda yazdığım gibi, “siyasal temsil”den söz ederken ne demek istediğinizi anlayamıyorum.
Hani aynı espriyi arka arkaya yapmak hoş değil ama (Ali Mert’in son yazısıyla ilgili yorumumu kastediyorum), işin bu kısmını “Bilal’e anlatır gibi” anlatmaya çalışabilir misiniz? 😀
Cevabımın biraz geç kalmış olması nedeniyle kusuruma bakmazsınız umarım...
Alıntı: Anladığım kadarıyla solun bıraktığı boşluklar başka özneler tarafından dolduruluyorsa sola kalan tek seçenek düzenin bıraktığı boşlukların doldurulması oluyor. Belediyecilik gibi yerel yönetim örneklerine verdiğiniz değer sanırım bundan kaynaklanıyor. Olumsuz anlamda “legalizm” gibi bir şeyden söz etmiyorum.
Açıkçası, tam olarak böyle düşünmüyorum. Belki de, tam olarak ne demek istediğinizi anlayamıyorum...
“Solun bıraktığı boşlukların başka özneler tarafından doldurulması”ndan söz ederken, örneğin, geçmişte siyasetin epeyce uzağında olan taraftar gruplarının özellikle Gezi Direnişi sırasında üstlendiği rolleri vb. kastediyorsanız, evet, karşılaştığımız bu tür özgün durumların, “solun bıraktığı boşluklar”la ilgili olduğu kanısındayım. Ama bu boşlukların, tam da önerdiğim mücadele tarzının hayata geçirilememesinin (somut mevziler elde etmek için somut/gerçekçi/inandırıcı mücadelelerin yürütülmemesinin) ürünü olduğu kanısındayım.
Bir başka deyişle, temel sorunumuzun, daha iyi “analizler”, “formülasyonlar”, “sloganlar”, “talepler” vs. üretememek olduğunu düşünmüyorum.
“Bize de kala kala belediyecilik kaldığına göre, oraya odaklanalım” demiyorum. “Mevcut gücümüzle nerelerde somut mevziler elde etme şansımız varsa oralara odaklanalım, oralarda elde edeceğimiz kazanımlardan hareketle daha ileri mevzileri hedefleyebilir duruma gelelim” diyorum.
Alıntı: Yalnız elde kalan tek somut model, bu tür boşlukların doldurulması olunca düzenin görece istikrarlı dönemlerinde (herkesçe kabul edilebilir boşlukların olmadığı zamanlar) "Ne Yapmalı = örgütlenmeli" parolası geçerli kılınmakta. Bu parola, nesnel zorunlulukla öznelliğin kesişmesine işaret ettiğinden olsa gerek, geleneksel bir örgüt modeli dışında “yeni arayışlara” şerbetli gibi görünüyor.
Eğer doğru anladıysam, sözünü ettiğiniz türden bir “nesnellik”in bulunduğu yönündeki düşüncenize hak veriyorum. Zaten, mevcut durumun değiş(tirile)memesi de bundan kaynaklanıyor olsa gerek...
Alıntı: Aslında doğru ve ilerletici siyasal hedefler bu boşlukların doğru saptanması ve açığa çıkarılmasıyken sol-sosyalist örgütlerin yetersiz niceliği ve toplumsal anlamda etkin bir ideolojik/siyasal meşruiyete sahip olmayan niteliği işi “kısır döngü”ye çevirmiyor mu?
Soruya soruyla cevap vereyim: “Kısır döngü”yü kırmak için, gerçekten de “ön açıcı” olabilecek olan somut (ve nihai hedefle karşılaştırıldığında bugün için görece önemsiz de kalabilecek olan) birtakım hedefleri öne çıkarmak gerekmez mi? Ovacık örneğinin, Türkiye devriminin yolunu aydınlatacak kadar önemli bir örnek olmadığı açık... Ama aynı örneğin ülke genelinde yarattığı ilgi ve sol kadrolarda yarattığı heyecan, çok daha ileri örneklerin yaratılabilmesi durumunda, çok daha önemli kazanımların elde edilebileceğini göstermedi mi?
Alıntı: Bugün herkesçe kabul edilebilir bir boşluk var ortada: siyasal temsil. Ama bu boşluk da kanımca “sosyalistleri güçsüz bırakan apolitiklik değil, doğru siyasetin olmaması” diyerek geçiştirilemez. Bunun tersi de sosyalist örgütler açısından “siyasetini sorgulama, doğru yoldayız” şiarı değil elbette. Bu kısır döngüyü kırmanın yolu “örgütlen” sloganını yıpratmamak için zamanlamasını doğru ayarlamak ve geri kalan zamanlarda ideolojik propaganda yapmaktan geçmiyor mu?
“Siyasal temsil”den söz ederken ne demek istediğinizi anlayamadım açıkçası...
“Örgütlenme” çağrılarının, ancak ve ancak, doğru/inandırıcı/gerçekçi siyasal hedeflerin varlığı durumunda, ek bir avantaj sağlayabileceği kanısındayım. Tek başına “ideolojik propaganda”ya eşlik edecek “örgütlenme” çağrıları, yine bence, Türkiye solunu, bugünkü niceliğinin çok fazla ötesine taşıyamaz.
Alıntı: Neyle karşı karşıya olduğunu ve neyin iyi olduğunu bilen/kestiren milyonlarca insan var bu ülkede. Neyin olanaklı olduğunun “gösterilmesi” gerekiyor. Defne’den de gördüğümüz ve sizin de “Sosyalist solun seçim bilançosu”nda belirttiğiniz üzere görece küçük ve somut kampanyaların dahi olanaklı olana dair bir ideolojik etki yaratması (düzenin bu boşluğundan faydalanamamış olunsa bile) fazlasıyla mümkün.
Peki ya siyasal temsil?
Yukarıda yazdığım gibi, “siyasal temsil”den söz ederken ne demek istediğinizi anlayamıyorum.
Hani aynı espriyi arka arkaya yapmak hoş değil ama (Ali Mert’in son yazısıyla ilgili yorumumu kastediyorum), işin bu kısmını “Bilal’e anlatır gibi” anlatmaya çalışabilir misiniz? 😀
haddizât
18-04-2014, 23:01
Sayın Özalp öncelikle cevabınız için teşekkür
ederim. Sanırım “nesnellik”, sonuç alıcı şekilde tarif edilmediği ölçüde
sonucu olmayan döngülere dönüşüyor. “Örgütlerin kendi nesnelliği” ve
“örgütlerin nesnellik analizi” ile “toplumun ilerici kesimlerinin
sosyalist örgütlere bakışındaki nesnellik” arasında çelişkiler bulunması
bir noktaya kadar olağan. Örgütlü mücadele bu çelişkileri aşmak için de
bir anahtar olmak durumunda.
Fakat Haziran Direnişi sonrasında hala “doğru/inandırıcı/gerçekçi siyasal hedeflerin varlığı” söz konusu değilse, nicel-nitel veya ideolojik bir sıçrama yaşanmayacağı açık. Katılıyorum. “Doğru zamanda doğru hareket etme” diyalektiği konusundaki sıkıntıyı (bugün hemen hemen dünyadaki tüm sosyalist örgütlerin içinde bulunduğu) bir manevra yetersizliği sorunu olarak tarif edemez miyiz?
Kastettiğiniz somut ve sonuç alıcı hedeflerin etrafında dolaşmamaya gayret göstermeye çalışıyorum. Ama mevcut sıkıntının “doğru analiz yanlış hamle”ye dayanmasının mümkün olmadığını ve yukarıdaki çelişkilerin var olduğu başka bir sorun alanını içerdiğini düşünüyorum. Bu yüzden de analizlerde, sloganlarda, siyasal taleplerdeki sorunlara inmeyi ve bu sorunları çözerek doğru hamlelere varmayı öneriyorum. Mesela “örgütsel manevra kabiliyeti”nin üzerinde daha fazla durulması gerekiyor.
Haziran-Temmuz-Ağustos’u izleyen birkaç ayda sol-sosyalist örgütler örgütsel bir geri çekilme süreci yaşadılar. Bu geri çekilmenin nedenleri üzerine (eğer mevcut olandan yola çıkacaksak) tartışmamış bulunuyoruz. “Anlık başarı”lar kanımca kitlesel bir kalkışmanın olduğu Haziran örneğinde çok daha sonuç alıcı olabilir, sosyalist çağrılar karşılığını daha fazla bulabilirdi. Görece uzun vadedeki başarılar ise daha genel bir planın, kapitalizmin ortadan kaldırılmasına yönelik üretici örgütlenmelerle sağlanabilir. Haziran örneğinde örgütlenme sloganı böyle bir içeriğe tekabül ediyor olabilir…
Yine bu bakımdan devrim Ovacık ve Dersimle sınırlı bir çizgiden doğmayabilir ama “kolektif üretim”in, emeğin komünist temelinin gösterilmesi açısından tahayyül edebileceğimizden çok daha uzun bir vadede sonuç alıcı olabilir.
Önerilerinizi ister-istemez sorgulamaya çalışıyorum. Somut koşullardan hareketle mevcut olanla ne yapılabilir sorusunu, ne yapmalı sorusunun daha önünde tutmamın sakıncalarını gözeterek… Somut hamleler ve kazanımla sonuçlanan başarılar örgütleri ileri sıçratacak formül müdür? Bence bunu önceden bilemeyiz. Önceki örneklerin süreklilikleri devam ediyor mu? Aynı sonuçları doğuracak, yani örgütleri ileri sıçratacak temeller bugün mevcut mu? Daha fazla insanı ikna edebilmek açısından bu sorulara cevap vermek gerekir.
Gerçi tezinizi mutlak anlamda yadsımak da anti-diyalektik bir yaklaşım olacaktır. Çünkü sonuçta “sonuç alıcı” örnekler ülkemiz özelinde on yıllardır sergilenemedi… Çözüm tek başına ideolojik vurgunun arttırılmasında değil tabi (sizin önerinizin de tek başına “somut şeyler yapalım, sonuç alırız”a dayanmadığını fark edebiliyorum) ama kanımca buradan, yani ideolojik konumlanmadan yola çıkmamız gerekiyor.
Yurtseverlik ve bağımsızlık kavramlarını (apriori şekilde sol değil ama sola en açık kavramlar bunlar olduğu için) ele alalım. Bu kavramlar sola açık olmasına rağmen bugün çoğunluk tarafından sağ bir sapma(ulusalcılık) içerisinde benimsenmiş durumda.
Bunun etkisini kırmak için verilecek mücadele, özünde bireyselliğe saplanmış sağ modellemelerin ötesinde kolektif-sol ve ideolojik bir alternatif yaratmaktır. Ulusalcılık büyük ölçüde ideolojik bir bağlılığa dayanmamaktadır.
*Konuyu dağıtmamak adına “siyasal temsil”den neyi kastetmek istediğimi atlamış bulunuyorum. Siyasal temsil (ifade etmeye çalıştığım anlamıyla ve bunun) en kaba haliyle gençlerin “işte bu benim örgütüm” diyebileceği bir örgütün yaratılmasıdır. Bunun da daha kısa vadelerde yaratılabileceğini düşünüyorum. Söylemeye çalıştığım gibi, konuyu dağıtmamaya gayret gösterdim. Dağınık gelen yerler için şimdiden özür dilerim.
Fakat Haziran Direnişi sonrasında hala “doğru/inandırıcı/gerçekçi siyasal hedeflerin varlığı” söz konusu değilse, nicel-nitel veya ideolojik bir sıçrama yaşanmayacağı açık. Katılıyorum. “Doğru zamanda doğru hareket etme” diyalektiği konusundaki sıkıntıyı (bugün hemen hemen dünyadaki tüm sosyalist örgütlerin içinde bulunduğu) bir manevra yetersizliği sorunu olarak tarif edemez miyiz?
Kastettiğiniz somut ve sonuç alıcı hedeflerin etrafında dolaşmamaya gayret göstermeye çalışıyorum. Ama mevcut sıkıntının “doğru analiz yanlış hamle”ye dayanmasının mümkün olmadığını ve yukarıdaki çelişkilerin var olduğu başka bir sorun alanını içerdiğini düşünüyorum. Bu yüzden de analizlerde, sloganlarda, siyasal taleplerdeki sorunlara inmeyi ve bu sorunları çözerek doğru hamlelere varmayı öneriyorum. Mesela “örgütsel manevra kabiliyeti”nin üzerinde daha fazla durulması gerekiyor.
Haziran-Temmuz-Ağustos’u izleyen birkaç ayda sol-sosyalist örgütler örgütsel bir geri çekilme süreci yaşadılar. Bu geri çekilmenin nedenleri üzerine (eğer mevcut olandan yola çıkacaksak) tartışmamış bulunuyoruz. “Anlık başarı”lar kanımca kitlesel bir kalkışmanın olduğu Haziran örneğinde çok daha sonuç alıcı olabilir, sosyalist çağrılar karşılığını daha fazla bulabilirdi. Görece uzun vadedeki başarılar ise daha genel bir planın, kapitalizmin ortadan kaldırılmasına yönelik üretici örgütlenmelerle sağlanabilir. Haziran örneğinde örgütlenme sloganı böyle bir içeriğe tekabül ediyor olabilir…
Yine bu bakımdan devrim Ovacık ve Dersimle sınırlı bir çizgiden doğmayabilir ama “kolektif üretim”in, emeğin komünist temelinin gösterilmesi açısından tahayyül edebileceğimizden çok daha uzun bir vadede sonuç alıcı olabilir.
Önerilerinizi ister-istemez sorgulamaya çalışıyorum. Somut koşullardan hareketle mevcut olanla ne yapılabilir sorusunu, ne yapmalı sorusunun daha önünde tutmamın sakıncalarını gözeterek… Somut hamleler ve kazanımla sonuçlanan başarılar örgütleri ileri sıçratacak formül müdür? Bence bunu önceden bilemeyiz. Önceki örneklerin süreklilikleri devam ediyor mu? Aynı sonuçları doğuracak, yani örgütleri ileri sıçratacak temeller bugün mevcut mu? Daha fazla insanı ikna edebilmek açısından bu sorulara cevap vermek gerekir.
Gerçi tezinizi mutlak anlamda yadsımak da anti-diyalektik bir yaklaşım olacaktır. Çünkü sonuçta “sonuç alıcı” örnekler ülkemiz özelinde on yıllardır sergilenemedi… Çözüm tek başına ideolojik vurgunun arttırılmasında değil tabi (sizin önerinizin de tek başına “somut şeyler yapalım, sonuç alırız”a dayanmadığını fark edebiliyorum) ama kanımca buradan, yani ideolojik konumlanmadan yola çıkmamız gerekiyor.
Yurtseverlik ve bağımsızlık kavramlarını (apriori şekilde sol değil ama sola en açık kavramlar bunlar olduğu için) ele alalım. Bu kavramlar sola açık olmasına rağmen bugün çoğunluk tarafından sağ bir sapma(ulusalcılık) içerisinde benimsenmiş durumda.
Bunun etkisini kırmak için verilecek mücadele, özünde bireyselliğe saplanmış sağ modellemelerin ötesinde kolektif-sol ve ideolojik bir alternatif yaratmaktır. Ulusalcılık büyük ölçüde ideolojik bir bağlılığa dayanmamaktadır.
*Konuyu dağıtmamak adına “siyasal temsil”den neyi kastetmek istediğimi atlamış bulunuyorum. Siyasal temsil (ifade etmeye çalıştığım anlamıyla ve bunun) en kaba haliyle gençlerin “işte bu benim örgütüm” diyebileceği bir örgütün yaratılmasıdır. Bunun da daha kısa vadelerde yaratılabileceğini düşünüyorum. Söylemeye çalıştığım gibi, konuyu dağıtmamaya gayret gösterdim. Dağınık gelen yerler için şimdiden özür dilerim.
Ziyaretçi
19-04-2014, 18:05
erkin özalp şayet okurlarına saygı duyuyorsa, kaçak
güreşmeyi ve protokol kibarlığı bir kenara bırakmalı, özelde tkp'de,
genelde türkiye solunda nelerin eksik olduğunu somut şekilde anlatmalı.
birilerini incitmemek adına suya sabuna dokunmayan yuvarlak sosyolojik
saptamaların miadı doldu. bir adım daha atmanın ve mücadelenizde yeni
bir evreye girmenin zamanı geldi. bu saatten sonra somut konuşmadıkça
ciddiyetiniz, samimiyetiniz ve inandırıcılığınız da azalacaktır.
Erkin Özalp
20-04-2014, 16:20
Sevgili haddizât, ben de sizin cevabınız için teşekkür ederim.
“Manevra” sözcüğüne biraz genişçe bir anlam yüklersek, edebileceğimizi düşünüyorum...
Mevcut sıkıntıların, analizlerin doğru olmasına karşın yanlış hamlelerin yapılmasından kaynaklanamayacağı görüşüne ben de katılıyorum. Ama bugünkü koşullarda, analizlerdeki sorunları gidermenin yolunun, bunları hedeflerden bağımsız şekilde tartışmaktan geçemeyeceği kanısındayım. Bir başka deyişle, analizleri düzeltebilmek için de, iktidar mücadelesine katkıda bulunabilecek olan somut ve gerçekçi siyasal hedeflerin netleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Örneklerin sürekliliğini sağlamak için de mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Somut başarılar ve kazanımlar, yeni başarıların ve kazanımların yolunu açmak (ve bu arada iktidar mücadelesine güç katmak) için birer araç olarak kullanılamazsa, süreklilik sağlayamama olasılığı artacaktır.
İdeolojik mücadelenin, tek başına ideolojiler arasındaki bir mücadele olmadığını vurgulamakta yarar görüyorum. Yalnızca insanlara “seslenerek”, sosyalist ideolojinin toplumsal ölçekte güç kazanmasını sağlayamayız.
Sohbet edeceğimiz neredeyse herkese, eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin ve adaletin olacağı bir düzenin bugünkünden daha iyi bir düzen olacağını kabul ettirebiliriz. Ama insanları sosyalizm mücadelesine kazanmak için, gerçekten de bir şeyleri değiştirebileceğimizi kanıtlamak zorundayız.
Halkçı bir yönetim tarzının farklılığını (parlamentonun, belediyelerin, belediye meclislerinin yanı sıra kitle örgütlerinde, sendikalarda vb.) somut olarak gösteremediğimiz sürece, sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkaramayacağımız kanısındayım.
* * *
“Kaçak güreşmeyi ve protokol kibarlığı” bir kenara bırakarak, özelde TKP’de, genelde Türkiye solunda nelerin eksik olduğunu somut olarak anlatmam gerektiği yönündeki yoruma gelince...
Açıkçası, bu yorumu yazan kişinin ismini gizli tutmayı tercih etmesi bana biraz “manidar” göründü!
TKP de dahil olmak üzere Türkiye’deki sosyalist örgütlerde nelerin eksik olduğu hakkındaki bazı görüşlerimi, Gezi Direnişi solu silkeleyebilecek mi?, Sol, gerçek seçim çalışmalarından neden kaçıyor? ve Sosyalist solun seçim bilançosu başlıklı yazılarımda hayli somut olarak anlatmaya çalıştığım kanısındayım.
Ayrıca, Türkiye’deki ve dünyadaki farklı mücadele deneyimleri hakkındaki yazılarımın da epeyce somut saptama içerdiğini düşünüyorum.
Yazmaya, tartışmaya devam ediyoruz. Aynı şeyleri tekrarlayıp durmanın bir anlamı olmayacağına göre, zaman içinde, Eşitlikçi Forum’un üyelerinin ve ziyaretçilerinin de katkılarıyla, “daha fazla somutluk” beklentisini giderek daha fazla karşılayabileceğimizi umuyorum.
Alıntı: Fakat Haziran Direnişi sonrasında hala “doğru/inandırıcı/gerçekçi siyasal hedeflerin varlığı” söz konusu değilse, nicel-nitel veya ideolojik bir sıçrama yaşanmayacağı açık. Katılıyorum. “Doğru zamanda doğru hareket etme” diyalektiği konusundaki sıkıntıyı (bugün hemen hemen dünyadaki tüm sosyalist örgütlerin içinde bulunduğu) bir manevra yetersizliği sorunu olarak tarif edemez miyiz?
“Manevra” sözcüğüne biraz genişçe bir anlam yüklersek, edebileceğimizi düşünüyorum...
Alıntı: Kastettiğiniz somut ve sonuç alıcı hedeflerin etrafında dolaşmamaya gayret göstermeye çalışıyorum. Ama mevcut sıkıntının “doğru analiz yanlış hamle”ye dayanmasının mümkün olmadığını ve yukarıdaki çelişkilerin var olduğu başka bir sorun alanını içerdiğini düşünüyorum. Bu yüzden de analizlerde, sloganlarda, siyasal taleplerdeki sorunlara inmeyi ve bu sorunları çözerek doğru hamlelere varmayı öneriyorum. Mesela “örgütsel manevra kabiliyeti”nin üzerinde daha fazla durulması gerekiyor.
Mevcut sıkıntıların, analizlerin doğru olmasına karşın yanlış hamlelerin yapılmasından kaynaklanamayacağı görüşüne ben de katılıyorum. Ama bugünkü koşullarda, analizlerdeki sorunları gidermenin yolunun, bunları hedeflerden bağımsız şekilde tartışmaktan geçemeyeceği kanısındayım. Bir başka deyişle, analizleri düzeltebilmek için de, iktidar mücadelesine katkıda bulunabilecek olan somut ve gerçekçi siyasal hedeflerin netleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Alıntı: Önerilerinizi ister-istemez sorgulamaya çalışıyorum. Somut koşullardan hareketle mevcut olanla ne yapılabilir sorusunu, ne yapmalı sorusunun daha önünde tutmamın sakıncalarını gözeterek… Somut hamleler ve kazanımla sonuçlanan başarılar örgütleri ileri sıçratacak formül müdür? Bence bunu önceden bilemeyiz. Önceki örneklerin süreklilikleri devam ediyor mu? Aynı sonuçları doğuracak, yani örgütleri ileri sıçratacak temeller bugün mevcut mu? Daha fazla insanı ikna edebilmek açısından bu sorulara cevap vermek gerekir.
Örneklerin sürekliliğini sağlamak için de mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Somut başarılar ve kazanımlar, yeni başarıların ve kazanımların yolunu açmak (ve bu arada iktidar mücadelesine güç katmak) için birer araç olarak kullanılamazsa, süreklilik sağlayamama olasılığı artacaktır.
Alıntı: Gerçi tezinizi mutlak anlamda yadsımak da anti-diyalektik bir yaklaşım olacaktır. Çünkü sonuçta “sonuç alıcı” örnekler ülkemiz özelinde on yıllardır sergilenemedi… Çözüm tek başına ideolojik vurgunun arttırılmasında değil tabi (sizin önerinizin de tek başına “somut şeyler yapalım, sonuç alırız”a dayanmadığını fark edebiliyorum) ama kanımca buradan, yani ideolojik konumlanmadan yola çıkmamız gerekiyor.
Yurtseverlik ve bağımsızlık kavramlarını (apriori şekilde sol değil ama sola en açık kavramlar bunlar olduğu için) ele alalım. Bu kavramlar sola açık olmasına rağmen bugün çoğunluk tarafından sağ bir sapma(ulusalcılık) içerisinde benimsenmiş durumda.
Bunun etkisini kırmak için verilecek mücadele, özünde bireyselliğe saplanmış sağ modellemelerin ötesinde kolektif-sol ve ideolojik bir alternatif yaratmaktır. Ulusalcılık büyük ölçüde ideolojik bir bağlılığa dayanmamaktadır.
İdeolojik mücadelenin, tek başına ideolojiler arasındaki bir mücadele olmadığını vurgulamakta yarar görüyorum. Yalnızca insanlara “seslenerek”, sosyalist ideolojinin toplumsal ölçekte güç kazanmasını sağlayamayız.
Sohbet edeceğimiz neredeyse herkese, eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin ve adaletin olacağı bir düzenin bugünkünden daha iyi bir düzen olacağını kabul ettirebiliriz. Ama insanları sosyalizm mücadelesine kazanmak için, gerçekten de bir şeyleri değiştirebileceğimizi kanıtlamak zorundayız.
Halkçı bir yönetim tarzının farklılığını (parlamentonun, belediyelerin, belediye meclislerinin yanı sıra kitle örgütlerinde, sendikalarda vb.) somut olarak gösteremediğimiz sürece, sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkaramayacağımız kanısındayım.
* * *
“Kaçak güreşmeyi ve protokol kibarlığı” bir kenara bırakarak, özelde TKP’de, genelde Türkiye solunda nelerin eksik olduğunu somut olarak anlatmam gerektiği yönündeki yoruma gelince...
Açıkçası, bu yorumu yazan kişinin ismini gizli tutmayı tercih etmesi bana biraz “manidar” göründü!
TKP de dahil olmak üzere Türkiye’deki sosyalist örgütlerde nelerin eksik olduğu hakkındaki bazı görüşlerimi, Gezi Direnişi solu silkeleyebilecek mi?, Sol, gerçek seçim çalışmalarından neden kaçıyor? ve Sosyalist solun seçim bilançosu başlıklı yazılarımda hayli somut olarak anlatmaya çalıştığım kanısındayım.
Ayrıca, Türkiye’deki ve dünyadaki farklı mücadele deneyimleri hakkındaki yazılarımın da epeyce somut saptama içerdiğini düşünüyorum.
Yazmaya, tartışmaya devam ediyoruz. Aynı şeyleri tekrarlayıp durmanın bir anlamı olmayacağına göre, zaman içinde, Eşitlikçi Forum’un üyelerinin ve ziyaretçilerinin de katkılarıyla, “daha fazla somutluk” beklentisini giderek daha fazla karşılayabileceğimizi umuyorum.
Ziyaretçi
21-04-2014, 02:14
solun iktidara gelememesine yol açan sebepler çoğunlukla teoriden mi kaynaklanıyor yoksa pratikten mi?
solun iktidara gelememesi, örgütlerdeki tepe yöneticilerin hatalarından mı kaynaklanıyor? mesela erkin özalp, tkp'nin 1 numarası olsa, sosyalist sol alıp başını gider mi? sorun pratikte mi?
yoksa gelenek ve gelecek ne yapmalıcılarındır zihniyetinde mi bir sorun var? bu zihniyetle devam edildiği sürece başa kim gelirse gelsin aynı hastalıklar sürüp gider mi? sorun teoride mi?
solun iktidara gelememesi, örgütlerdeki tepe yöneticilerin hatalarından mı kaynaklanıyor? mesela erkin özalp, tkp'nin 1 numarası olsa, sosyalist sol alıp başını gider mi? sorun pratikte mi?
yoksa gelenek ve gelecek ne yapmalıcılarındır zihniyetinde mi bir sorun var? bu zihniyetle devam edildiği sürece başa kim gelirse gelsin aynı hastalıklar sürüp gider mi? sorun teoride mi?
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder