2 Nisan 2020 Perşembe

TKP-12. Kongre'ye açık mektup

Eşitlikçi Forum yazıları

17 Temmuz 2014


Sevgili yoldaşlar,

Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) neredeyse eşit büyüklükte iki ayrı örgütün ortaya çıkmasına yol açacak şekilde bölünmesi, kanımca, her şeyden önce, uzun yıllardır anlamlı siyasal mevzilerin elde edilememiş olmasından kaynaklanıyor. Ama bölünme süreci, bazı örgütsel sorunların tartışılmasını sağlarken, en azından şu ana dek, bazı temel siyasal sorunların tartışılmasını engelledi. Bu arada, partinin somut başarısızlıkları konusunda birinci derecede sorumluluk taşıyan yöneticiler, bölünme süreci sayesinde, hesap vermekten kurtulmuş gibi görünüyor.

Şu tür somut başarısızlıklardan söz ediyorum:

> 2011 genel seçimlerine 500 bin oy isteyerek katılan partinin yalnızca 65 bin oy alabilmesi.

> 50 binin üzerindeki bir günlük ortalama satış sayısına ulaşma hedefiyle çıkarılan Sol gazetesinin, Gezi Direnişinin satışlar üzerinde en etkili olduğu dönemde bile 20 bini aşamamış ve büyük bir borç yükü bırakarak kapanmış olması.

> Gezi Direnişinin yaşanmış olmasına karşın, 2014 yerel seçimlerinde partinin oy oranının yüzde 0,13’e gerilemiş olması. Böylece, yüzde 0,26 oranında oy alınan 2004 yerel seçimlerinden bu yana girilen dört genel ve yerel seçimde de partinin oy oranının bir önceki seçime göre düşmüş olması.

> 2014 yerel seçimlerinde Hatay’ın Defne ilçesindeki belediye başkanlığı seçimine kazanma iddiasıyla girilmiş ve yalnızca parti üyeleri arasında değil sosyalizm mücadelesine sempatiyle bakanlar arasında da ciddi beklentilerin yaratılmış olmasına karşın, CHP’li adayın yüzde 82,09 oranında oy aldığı bu seçimde yalnızca yüzde 7,63 oranında oy alınması.

> Gezi Direnişinin harekete geçirdiği insanların anlamlı bir bölümünü siyasal ve örgütsel olarak kapsayabilecek olan bir yapılanmanın (platform, cephe, birlik vb.) ortaya çıkarılamamış, Sol Cephe’nin bir yan örgüt olmanın ötesine geçememiş olması.

> Sosyalistlerin Meclisi, Sol gazetesi ve Sol Cephe ile farklı düzeylerde ilişki kurmuş olan CHP milletvekilleri üzerinde bile hiçbir etki yaratmayan “Meclisi Boşaltın” imza kampanyası ya da FKF aracılığıyla düzenlenen “Hatay Yürüyüşü” örnekleri için geçerli olduğu üzere, parti üyeleri dışında neredeyse hiç kimsenin önemsemediği siyasal kampanyaların düzenlenebilmiş olması.

Aslına bakılırsa, sosyalist solun bütününü ilgilendiren bir etkisizleşme süreciyle karşı karşıyayız. Halkın harekete geçebildiği bir dönemde, sosyalist sol, harekete katılmanın ötesine geçemedi. Dolayısıyla, “sosyalist (ya da Leninist) öznenin halkın harekete geçeceği dönemleri beklemesi ve bu dönemlerdeki müdahaleleriyle halka öncülük etmesi” beklentisinin, kendi başına, yeterli olamayacağı açıklık kazandı. Öncesinde güçlü siyasal mevzilere sahip olamayan bir solun, kritik dönemeçlerde birdenbire güç kazanmasının da hiç kolay olmayacağı somut olarak görüldü.

TKP’nin iki ayrı örgüte dönüşmesi, ilk aşamada, mevcut gücün ikiye bölünmesinden daha olumsuz bir sonuç doğuracak. Çünkü, her iki örgütün de kapsayamayacağı üçüncü bir kesim olacak.

Dolayısıyla, “mücadeleyi kalınan yerden ve aynı şekilde devam ettirme çabası”, her iki örgüt için de sonuçsuz kalmaya mahkum.

Ama tam da bu noktada, bölünmenin bir başka olumsuz sonucuyla karşılaşılıyor: Yeni bir şeyler önerenler, kolaylıkla, “Gelenek”ten ve/veya Leninizmden uzaklaşmakla, TKP’nin ilkelerine ters düşmekle, tasfiyecilikle, “yenilikçilik”le, liberalizmle vb. suçlanabiliyor.

TKP-Atılım Kongresi tarafının yöneticileri, var olanları korumaya çalışmanın ötesine geçilmesini engelleyebilecek gibi görünüyor (bu taraftaki üyelerin çoğunun ilerletici tartışmalara son derece anlamlı katkılarda bulunabileceklerini biliyor olsam da, en azından şu an için böyle düşünüyorum). TKP-12. Kongre tarafı ise, gündeme getireceği her tür yeniliğin, “Gelenek”ten uzaklaşmanın yeni bir kanıtı olarak damgalanacağını bilmenin gerilimini yaşıyor.

Açıkçası, bu gerilimin aşılamaması ve cesur adımların atılamaması durumunda, hem TKP’nin mevcut birikimine hem de sosyalist solun toplumsal ölçekteki saygınlık ve inandırıcılığına zarar vermiş olmakla kalınacağını düşünüyorum. Buna karşın, cesur adımların atılabilmesi durumunda, sosyalizm mücadelesinin toplumsal ölçekte gerçekten de güç kazanmasının yolunun açılabileceği kanısındayım.

Aşağıda, olabildiğince kısa tutmaya çalışarak, bazı siyasal ve örgütsel konular hakkındaki görüş ve önerilerimi paylaşıyorum.

Tümünün oldukları gibi benimsenmesini talep etmiyorum elbette! Bu metni bazı dostlarıma okutmuş ve onlardan fikir almış olmama karşın, yalnızca bana ait görüş ve öneriler olmayı sürdürüyorlar.

Tartışılmaları durumunda, görüş ve önerilerimden bazılarını değiştirebilir, bazılarından tümüyle vazgeçebilirim. Zaten, tek amacım, daha iyi, daha ikna edici, daha ilerletici görüş ve önerilerin ortaya çıkmasına katkıda bulunmak.

Ama ikna olmadığım sürece, aşağıdaki türden görüş ve önerilerimi (örneğin Eşitlikçi Forum’da) savunmaya devam edeceğim. Çünkü, bunların hiçbirinin, sosyalist iktidar hedefimizle, Marksizmle ya da Leninizmle çelişmediğine inanıyorum.

Bugün için, gerçek ve ilerletici tartışmaların yürütülmesinin olanaklarını daha fazla barındıran yerin TKP-12. Kongre tarafı olduğunu düşündüğümden, size yazıyorum. Bu bir “açık mektup”, çünkü gizli pazarlıklarla yol almamızın yanlış olacağını düşünüyorum. Kuşkusuz, anlamsız derecede mutlak bir açıklık taraftarı değilim. Örgütlü mücadelenin iç tartışmalardan ibaret hâle gelmesinin en büyük saçmalık olacağını da biliyorum. Asıl önemlisi, çok kısa bir süre önce toplanan 12. Kongre’nin kararlarının yok sayılmasını istemem, tam bir kendini bilmezlik olur.

Eğer aşağıdaki görüş ve önerileri savunan biri olarak benden de katkı almak isterseniz, bunu sevinçle karşılarım.


Yeni bir oluşum ihtiyacı

Tek tek sosyalist örgütler, Gezi Direnişinin açığa çıkardığı toplumsal dinamikleri kucaklayabilecek durumda olmadıklarını göstermiş durumda. Her bir örgütün kendi üye sayısını artırmaya çalışması pek fazla işe yaramıyor. Sol Cephe türü yan örgütler de bu durumu değiştirmeye yetmiyor. Üstelik, TKP’nin bölünmesi, tek tek sosyalist örgütlerin yeni üyeler kazanmasını daha da zorlaştıracak.

Önümüzdeki tek gerçekçi yol, belli başlı sosyalist örgütlerin öncülüğüyle, mümkün olduğunca ortaklaştırıcı ve dolayısıyla sade bir mücadele programının ortaya çıkarılması ve bireysel katılım, eksiksiz bir şeffaflık ve eksiksiz bir katılımcılık temeline dayanan bir oluşumun (cephe, platform, birlik türü herhangi bir isimle) kurulması. Gezi Direnişine katılmış olmakla birlikte tek tek sosyalist örgütlere kuşkuyla bakan (ve solun bölünmüşlüğünden rahatsız olan) pek çok insan, bu tür bir oluşuma ilgi gösterecektir. Yeterince güçlü ve etkili bir oluşum, TKP-Atılım Kongresi tarafıyla yeniden bir araya gelme olanağını da yaratabilir.

Böylesi bir oluşum, sosyalist örgütlerin kendilerini feshetmeleri anlamına gelmez. Her bir sosyalist örgüt, söz konusu oluşumda kendi önerilerinin daha fazla ağırlık kazanması için de mücadele eder. Kuşkusuz, böylesi bir oluşumda, bazı örgütlerin dayatmacı bir tarz tutturma girişimlerinde bulunması tehlikesiyle de karşılaşılır. Ama mevcut sosyalist örgütlerin toplamından çok daha geniş bir kesimi kucaklayabilen bir oluşumda, bu tür girişimlerin başarıya ulaşması zorlaşabilir.

Bu arada, söz konusu oluşumun, bir sonraki genel seçimlerde milletvekillikleri kazanmayı öncelikli hedeflerinden biri olarak benimsemesi için çaba harcanmalı.

(Yeni bir oluşum ihtiyacıyla ilgili daha geniş bir tartışma için, bkz: Türkiye’de Leninizme yer var mı?)


Genel olarak seçimlere bakış

Sosyalist sol, seçimleri, sosyalist iktidar mücadelesini güçlendirebilecek somut mevziler ve mücadele araçları kazanmanın başlıca yollarından biri olarak görmeli.

Seçimlerde hiçbir başarı elde edemeyen, milletvekillikleri ya da belediye başkanlıkları bir yana belediye meclisi ve il genel meclisi üyelikleri bile kazanamayan, halkçı bir yönetim tarzının farklılıklarını somut olarak gösteremeyen bir sol, Türkiye siyasetinin ihmal edilebilir güçlerinden biri olarak kalacaktır.

Düzen partilerinin seçimlere sayısız haksız avantajla girmesi, özellikle iktidar partilerinin her tür hileye başvurması ve solun üzerindeki baskılar vb. elbette önemli. Ama tüm bunlar, seçimlerin ve seçim sonuçlarının toplum genelinde gayrimeşru kabul edilmesine yol açmıyor. İnsanlardan oy almanın yollarını bile bulamayan bir sosyalist sol, iktidarı alabileceği inancını hiç uyandıramaz. Diğer yandan, bugünkü koşullarda, seçimlerin gayrimeşru sayılmasına dayalı bir politika, başarıya ulaşması durumunda, egemen sınıfın silahlı güçlerinin ülke yönetiminde daha fazla söz sahibi olmasından başka bir sonuç doğuramayacaktır.

(Seçim politikalarıyla ilgili daha kapsamlı tartışmalar için, bkz: 1. Sol, gerçek seçim çalışmalarından neden kaçıyor?, 2. Gezi Direnişi solu silkeleyebilecek mi? 3. Sol, iktidara nasıl gelebilir?)


Cumhurbaşkanlığı seçimleri

Sosyalist örgütlerin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aktif olarak boykot çalışması yürütmesi yanlış olacaktır.

Birincisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin gayrimeşru olduğu iddiası, 2014 yerel seçimleriyle birlikte fazlasıyla güç yitirdi.

İkincisi, AKP’nin bir referandum havasına büründürdüğü yerel seçimlere katılmış olan sosyalist örgütlerin cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmesinin herhangi bir anlaşılırlığı bulunmuyor.

Üçüncüsü, yerel seçimler sosyalist örgütlerin ihmal edilebilir bir güç olduğunu göstermişken ve cumhurbaşkanı adaylarının belirlenme sürecinde herhangi bir etkiye sahip olunamamışken boykot çalışmasının toplumsal karşılığı son derece sınırlı kalacaktır.

Dördüncüsü, aktif bir boykot çalışması, hem Recep Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’yi en ciddi tehdit olarak gören toplum kesimleriyle, hem de Kürt siyasal hareketini önemseyen kesimlerle ilişkilerin gereksiz yere zedelenmesi tehlikesini doğuracaktır.

Tek tek sosyalistler, mevcut adayların hiçbirine oy vermemeyi tercih edebilir. Ama pek çok sosyalist, Recep Tayyip Erdoğan’ın yüksek bir oy oranıyla seçilmesinin, düşük bir oy oranında kalmasına göre, çok daha tehlikeli olacağını düşünüyor. Bu tablo karşısında doğru olan, sosyalist örgütlerin sonuçsuz kalacak bir aktif tavır sergilemek yerine, üyelerini serbest bırakmasıdır.


“TKP” adı

“TKP” adının yeniden kazanılması mücadelesinin her şeyin önüne koyulması (bir başka deyişle asıl olarak “tabela kavgası” yürütülmesi), mücadelemize ciddi zararlar verebilir. Bugüne kadar devrim yapmış olan çok sayıda parti/örgüt, “ülke adı + KP” şeklinde olmayan isimlere sahipti. Bugün de, “ülke adı + KP” şeklindeki isimlere sahip olup da bu isimlerin hakkını ver(e)meyen çok sayıda parti var.


Örgütsel şeffaflık ve işleyiş

Üye istatistikleri kapsamlı bir şekilde ve düzenli aralıklarla (en azından tüm üyelerle) paylaşılmalı.

Her tür gelir ve gider ayrıntılı bir şekilde ve düzenli aralıklarla (en azından tüm üyelerle) paylaşılmalı.

Profesyonel olarak çalışanların kimler olduğu ve ne kadar para aldıkları tüm üyeler tarafından bilinmeli.

Örgüt desteğiyle sendikalarda, odalarda, kitle örgütlerinde vb. yöneticilik görevlerine, milletvekilliğine, belediye başkanlığına vb. seçilen tüm üyeler, bu görevleri sayesinde elde ettikleri gelirler ve bunların işçi ücretleri ortalamasını aşan kısımlarını ne şekilde değerlendirdikleri hakkında herkese bilgi vermeli.

Dışa dönük yayınların satış sayıları ve İnternet sitelerinde yer alan yazıların gerçek okunma sayıları herkesle paylaşılmalı.

Miting, yürüyüş vb. eylemlerin gerçek/doğru katılımcı sayıları herkesle paylaşılmalı.

Tüm üyeler, Merkez Komitesi içindeki siyasal tartışmalardan haberdar olmalı.

Yönetici kurullar ve tek tek yöneticiler, düzenli bir şekilde, örgütün/kendilerine bağlı alt örgütlerin önüne koyulan hedefler doğrultusunda ne kadar yol alındığıyla ilgili somut bilgileri paylaşmalı ve ulaşılamayan hedeflerle ilgili olarak hesap vermeli.

Farklı birimlerin ve alt örgütlerin, konferans/kongre kararlarıyla uyumlu ama özgün denemelerde bulunmasına (inisiyatif almalarına) izin verilmeli ve dahası bunu yapmaları teşvik edilmeli.

Farklı birimlerin ve alt örgütlerin özgün denemeleri hakkındaki bilgiler örgüt çapında paylaşılmalı, tartışılmalı, eleştirilmeli ve bunlardan dersler çıkarılmalı.


Ziyaretçi

Sosyalist solun örgütlenme değil (çeşitli aktivitelerle her kesim kalıcılığı olmasa da sürekli yeni birilerine ulaşabiliyor) ama ( CB seçimlerinde boykot ya da üyelerini serbest bıraktıracak denli ) siyaset alanının sosyalist sol açısından bu kadar etkisizleştiği bir süreçte, soruna öncelikle yan yana gelişler üzerinden bakmanın da sıkıntıları ortada.
Yan yana geliş, TARTIŞMAYI ÖNCELEYECEKSE bu dönemde Tanrı bizi bu tartışmalardan korusun derim.
Yan yana geliş, PRATİĞİ ÖNCELEYECEKSE Gezide bu kadar farklılıkları bir araya getiren o denli gelişkin pratik örnekler bile sosyalist siyasetin etkisizleştiği bir zeminde giderek örgütlü güçlerin üzerlerine binen yükler olmaktan kurtulamadı. Sonunda her unsur kendince pratik uzanımlar geliştirmekle yetinmek zorunda kaldı. (forumlar, yerel direniş noktaları, bayrak vs..)
Sanırım, bu dönemde çok sayıda SİYASİ DENEME yapmak durumundayız. Bunların bir çoğu KARŞILIK BULAMAYACAK ama bu toprakların bereketine güveniyorsak ete kemiğe bürünecek olanlar mutlaka kendilerini somutlayacaklardır.

serkan

Gezi sürecinin sonucunda sosyalist partilerin bu ayaklanmadan bir kazanım elde edememesi sadece TKP nin değil tüm sosyalist partilerin sorunudur. TKP ikiye bölünmesine neden olan asıl sorununun burada olması kendine sosyalist olarak adlandıran partilerde bu tarz sorunların gelecekte yaşanabileceği anlamına geliyor. Bence öneriler çok olumlu olmakla beraber 12.Kongre grubu ile beraber Atılım grubununda MK toplantısı düzeyinde bu maddeleri tek tek tartışmaları - nacizane görüşüm yerinde olacaktır. CB seçiminde Aydemir Güler'in de söylediği gibi tren kaçmıştır. Bu saatten sonra yapılabilecek tek iş üyelerin serbest bırakılması bence de yerinde olacaktır.

Suphi Tekin

Erkin Bey,

Yazınızın içeriğinin malum ayrışma ile iki tarafın da söyledikleri ve söylemedikleri nedeniyle, üçüncü bir kongre oluşturacak bir iradeyi ortaya koyamasa bile "tarafını seçerek" "yeni" yoluna devam etmeyi içine sindiremeyen şimdilik de pek sesi duyulmayan üçüncü bir tarafa dahil edilebilecek sosyalistlerin aklındakileri ifade etmeye dair bir kapsam oluşturduğunu düşünüyorum.

Hani derler ya, "lafı ağzımdan aldın"...

Ellerinize sağlık.

UĞUR İŞLEK

Sıraladıklarında akla, mantığa ve duygulara ve somut durum(lar)a hitap etmeyen hiçbir şey yok.

Somut Durum: Başarısızlık
Sonrası…       : Yeni’ ye ihtiyaç
Nasıl  ?           : Beş duyunuza rahatlık  (konuşun, duyun, görün, koklayın, dokunun)

Bu tür modellemelerin bazen tam zamanıdır gerçekten bazen de  değildir. Bu nedenle bu modellemelere hep sakınımlı ama kendimi açarak yaklaşmışımdır.

Zamanı mıdır gerçekten?  Kürt hareketinden  geleneksel sol partilere, devrimci demokrasiden sosyal demokrasiye uzanan başarısızlık açıktır.

Yine yukarıda sıralanan her bir unsur Yeni arayışındadır ve tedirgin ya da cüretkar kimi denemelerde bulunmaktadır.

Nasıl sorusu ise; beş duyumuza yaslanarak  yanıtlanacaksa bence TAM ZAMANI değildir.   Kanımca, her bir unsurun başarısızlık ve yeni arayışlarında birbirlerine açtıkları kanalları açık ve akışkan tutmak için yan yana gelmektense , her bir unsurun bu acık kanalları önemseyen kadrolarının, bulundukları noktayı bu açıdan tahkim etmeye devam etmeleri çok daha işlevsel olacaktır. Her bir unsurun halen kendince başarılara ihtiyacı var diye düşünüyorum. Bu başarılarla birlikte yan yana gelişler enerji açığa çıkartıcı olabilecektir.

Süreç bu yönde aktığı oranda - ki akmak zorunda olduğu açıktır,  modelin kendisi değil ama modelin şekilleneceği ağırlık noktaları kendilerini belirginleştirecektir. 

Ziyaretçi

Merhaba,

Maddelerle verilenlerin, 'başarısızlık' olduğuna ikna olmak için 'yerlerine ne konmalıydı' yı duymamız gerekir.

500 yerine 65 mi demeliydik. Defne'yi herhangi bir belde olarak 'rahat bıraksak' şu anda elimizde olmayan neyi kazanırdık. Sol gazetesi sahiden başarısızlık mı? Sürdürülememiş bir büyük başarı mı? Aynı dönemlerde başka kimler neler yapmış da ondan eksik (geri) kalmışız.

Öte yandan,

Davet ettiğiniz yer fazlaca ortalamacı değil mi? Çok fazla temsilcisi yok mu zaten bunun. Bizden daha şeffaf, daha hoşgörülü, daha demokratik, daha uzlaşmacı örnek(ler) yok mu? Çok daha fazla yol almış olmaları gerekmez miydi?

Farkımız ne kalacak. Neden bir tane daha olalım.

Ve bunları Dünya Armağan gibi bir akla demek neden bana düşüyor. Neler oluyor? Neden herşey süratle tepetaklak gidiyor?

Ziyaretçi

Erkin Özalp'in yazısının en önemli kısımlarından biri de şurası: "Partinin somut başarısızlıkları konusunda birinci derecede sorumluluk taşıyan yöneticiler, bölünme süreci sayesinde, hesap vermekten kurtulmuş gibi görünüyor."

Evet, tıpkı Atılım Kongresi önderleri gibi 12. Kongre yöneticileri de yaşanan krizde sorumlulukları olduğunu kabul ediyorlar ama partinin son yıllarda yaşadığı başarısızlıklardaki rollerini "Hepimiz suçluyuz" şeklinde bir retorikle geçiştiriyorlar. Seçimlerde, yayınların yaygınlığında, yan örgütlenme ve dışa açılma denemelerinde, siyasi kampanyalarda yaşanan başarısızlıklarda kendi paylarına düşen hesabı vermekten kaçınıyorlar. Yaşanan koşuşturmaca içinde bu önemli sorunlar bir türlü yanıtlanmıyor. Hep başka bahaneler araya giriyor.

Erkin Özalp, son yıllarda yaşanan başarısızlıkları tek tek saymış. Her iki kongrenin liderleri de ciddi bir öz eleştiri vermeliler.
Beş yüz bin oy, sosyalistlerin meclisi, sol cephe gibi fikirleri hangi yöneticiler, ne şekilde merkez komiteye getirdiler? Hiç mi bu iddialı kampanyaların getirisi götürüsünü tartışmadınız? Bu başarısız kararlar alınırken hiç mi itiraz eden olmadı ya da ne şekilde oldu?
Sanırım başarısızlıkların hesabını vermek, bu önemli soruların cevaplarını vermekten geçiyor.
Bunlar bizim iç meselemiz diye de geçiştirebilirsiniz elbette. O zaman da kendi üyelerinize ve seslendiğiniz kitleye tv izleyicisi muamelesi yapmaya devam edersiniz. Burjuva partilerinde olduğu gibi.
Öte yandan bu "hesap ver" çağrısı daha gerilere doğru giderse bundan Ali Mert ve Erkin Özalp'e de hesap verme payı düşer ki zaten Ali Mert'in dünkü yazısına bu yönde haklı bir eleştiri yazılmış... Şimdi kıyasıya eleştirdiği asistanlarla/şeflerle bir dönem -pek keyifli- partiye şeflik ettiği şeklinde.

Ziyaretçi

neden her ley tepetaklak gidiyor? tepetaklak gittiği için bunları konuşuyoruz zaten.

Hazar

Erkin seni çok seviyorum da sana ne olmuş kanka. Fikrim var abi demişsin de Amerika'yı yeniden keşfe çıkmışsın.

Ben 12. kongre'yi oluşturan bütün yoldaşlarımın bu yazıyı değerlendirip tartışmasını cidden çok isterim.

Barış Mengütay

2003-2004 yıllarıydı sanırım. Yurtsever Cephe kurulmuştu. Ben de, Yurtsever Cephe MMP inisiyatifine katılmıştım. Ankara'da yaptığımız bir toplantıda biraraya gelmiş, MMP İnisiyatifi için bir Haberleşme ağı oluşturmaya karar vermiştik. Bu ağda iş kollarımıza ilişkin ve ülke gündemiyle alakalı haberler, yazılar paylaşıyorduk. Ben de, o günlerde doruğa çıkan şüpheli mühendis ölümleriyle ilgili birkaç haberi paylaşmıştım. Ağın moderatörü (Parti komiseri) olarak gönderdiğim haberlerin paylaşılmasını siz engellemiştiniz. Nedenini sorduğumda, "komplo teorilerine" ya da spekülatif haberlere ağda yer olmadığını söylemiştiniz. Ben de bunu protesto edip ağdan ayrıldım. Ve kısa bir süre sonra, partiniz, bahsettiğim şüpheli mühendis ölümlerini gündeme getirdi. Komplo teorisi olmanın dışına çıkmnıştı galiba. Yurtsever Cephe, şu an Sol Cephe'de olduğu gibi, partinin bir yan örgütüydü ve sizin de bizzat uygulayıcısı olduğunuz politikalar nedeniyle partili olmayanları kısa sürede kaybetti ve yok oldu. Her ayrılmanın bir kişisel gerkeçesi vardı, benimkinin bir kısmı da, sizin "parti komiseri" tavrıyla haberleşme ağımıza ambargo koymanızdı sayın Erkin Özalp. Şeffeflık, özgünlük, özerklik vurgularınızı görünce, bir parti örgütü olmadığını iddia ettiğiniz Yurtsever Cephe'deki tutumlarınız aklıma geldi ve güldüm. Hatırlatır, iyi günler dilerim.

Erkin Özalp

Barış Mengütay arkadaşımızla yazışmamızda son gönderdiğim e-mektup şuymuş:

Sevgili Barış,

Eğer YC üyesi olmasaydın, gönderdiğin maili zaten hiç sormadan onaylardım. Ama bir YC üyesi olduğundan, seninle, YC üyeleri olarak, hangi konuda ne tür yaklaşımlar geliştirmemiz gerektiğini açıkça, birbirimizi kırma kaygısı olmadan konuşabileceğimizi düşündüm. Şu anda da böyle düşünmeye devam ediyorum...

İstanbul'da da, partili-partisiz YC üyeleri olarak, bu gruba neler gönderilsin, neler gönderilmesin diye aramızda tartışıyoruz. Bazı arkadaşlarımızın gönderdiği mailleri onaylamıyor ve bunu neden yaptığımızı birlikte tartışıyoruz.

İkna olmaman durumunda, gönderdiğin maili tabii ki kabul edeceğiz; bunun aksi düşünülebilir mi? Sonra da tartışacağız tabii ki...

Yalnız, bir konuda ısrarlı olacağım: YC'nin iç meselelerini bu grupta tartışmamız doğru olmayacaktır. Senin dile getirdiğin sorunun çözülmesi için ilgili arkadaşlarla temas kuracağım. Bu sorunu mutlaka çözeriz. Ama Yurtsever Mühendisler, daha önce yazdığım gibi, YC üyesi olmayanların da katılabildiği bir grup ve iç meselelerimiz onlar için hiç de o kadar ilgi çekici olmayacaktır.

Sevgiler...

Erkin.

Barış Mengütay

Yazınızda eleştirdiğiniz -TKP'de içeride konuşulan-dışarı yansıtılan makasının açıklığı-nı burada kendiniz gerçekleştiriyorsunuz. YC etrafında toplanmış ben ve benim gibilerin, "kendi aramızda konuşuruz" tarzı bir rezerve ihtiyacımız yoktu ki. Biz partili, mail grubumuzu takip eden diğer kişiler de, iç iletişimin gizlenmesi gereken "parti dostları" değildi ki. Mühendis ölümleriyle ilgili haberimin yayınlanmasının neden bu kadar girift ikna mekanizmalarından geçmesinin gerektiği asıl soru olarak ortada duruyor. Bu mekanizmanın moderatörü de sizdiniz. Kişi olarak sizi suçlamam yanlış olur. Bu, genel olarak TKP'nin sorunuydu. Siz de bu tarzın taşıyıcısı oldunuz bir dönem... YC pankartı hazırlanırken bile TKP merkezinin telefonla aranıp onayının alındığı bir süreçten bahsediyorum...

Erkin Özalp

Sevgili Barış Mengütay,

Sizinle (Yurtsever Cephe hukuku içinde) tartışmaya çalışmış, ama dayatmada bulunmamıştım. Eğer isteseydiniz, sözünü ettiğiniz e-mektup onaylanarak ilgili gruba gönderilecekti. Açıkça yazmışım: “İkna olmaman durumunda, gönderdiğin maili tabii ki kabul edeceğiz; bunun aksi düşünülebilir mi?” Bir başka deyişle, “ikna olmadım” demeniz yeterliydi...

Bunları yazarken, işleyişimizde hiçbir sorun yoktu ve ben de hiçbir hata yapmadım, türü bir şey demeye çalışmıyorum elbette. Sadece, sizinle yaşadığımız sorun özelinde çok yanlış bir şey yapmamış olduğumu düşünüyorum! 😀

Barış Mengütay

Şaibeli mühendis ölümleriyle ilgili haberimin paylaşılabilmesi için neden böyle tuhaf bir sürecin işlediği mesele. İkna olup olmamak, olmasam bile paylaşılması gibi durumlar söz konusu bile edilemeyecek şeyler. Gönderdiğim bir haberi, "evvela biz kendi aramızda konuşalım, ondan sonra karar verelim" yaklaşımına tabi tutmak oldukça tuhaf. Haberin sansürlenmesi, sonrasında hangi ikna mekanizmaları sunulmuş olsa, hangi kapılar açıkılmış olsa bile bir aksaklığa işaret ediyordu. Sonuçta kendi oluşturduğumuz mail grubu. Tüm üyelere kendi mail adresim üzerinden gönderebileceğim maili, sizin moderasyonunuz aracılığıyla gönderiyorum ve siz filtre ediyorsunuz. YC bir toplantı yapsa, mail grubunda bulunan ve YC ile henüz yakın olmayanlara da açık olurdu yapısı gereği. Ve ben o toplantıda aynı haberi sözlü olarak gündeme getirebilirdim. Orada bana "burası yeri değil, kendi aramızda konuşuruz" mu diyecektiniz? İşin özü, bu cümlede kastedilen bir "kendi aramızda" durumu söz konusu olmadığı için ben sizle aynı partiye üye değildim. Ancak belli ortaklık zeminlerinde hareket edebilecek en geniş kitleyi, yani cepheyi oluşturmak üzere biraraya gelmişiz, ama "kendi aramızda" hukuku işletilmeye çalışılıyor. Ve hüsran kaçınılmazdı...

Çıkmaz Sokak

"En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar'dan daha beter olacaktır."
TKP gibi baskıcı stalinist örgütlerde "saf, temiz, günahsız" yöneticilik yapabilme şansınız yok. Şeffaflığa, katılımcılığa, açıklığa en çok önem veren, en ılımlı, en yenilikçi, en insancıl Erkin Özalp bile, aynı Bakunin'in yukarıdaki sözünde olduğu gibi, baskıcı stalinist bir örgütte yönetici olduğunda kaçınılmaz olarak "parti komiseri" oluyor. O yapıda başka türlü yöneticilik yapmanız zaten mümkün değil. Örneği yok.
Sorun, kişilerde değil, anlayışta. Zihniyette. Teoride. O bakımdan Erkin Özalp'e ve daha önce Ali Mert'e yönelen eleştiriler, kişisel bir sorun olarak değerlendirilmemeli. Devasa bir yapısal sorun var.
Atılımcılar, bu sorunu görmezden gelmeye devam ederken 12. Kongreciler "Sorunu biliyoruz ama yapacak bir şey yok, sorunun üzerine gidersek örgütü bir arada tutan motivasyonu kaybederiz, üyeleri bir arada tutamayız," diyorlar.
Atılımcılar, eski teoriye, baskıcı stalinizme devam ediyorlar.
12. Kongreciler ise Haziran direnişinin dinamiklerini kapsamak için onlara güler yüzlü bir stalinizm vaat ediyorlar. Haziran direnişini kapsamak ve büyümek için "güler yüzlü" olmak zorundalar. Ama örgütü bir arada tutabilmek için de stalinist ve parti komiseri olarak kalmak zorundalar.
Bu iki kavram çelişmeyecek mi sanıyorsunuz?
Toplumsal mücadelelerin ana ekseninin özgürlükçülüğe kaydığı günümüzde, güler yüzlü stalinizmin kitleselleşme şansı var mı sizce?

Barış Mengütay

Suçu stalinizme yıkmaya çalışmak oldukça hatalı. Ülkemiz solundaki kafa karışıklıklarının en büyük nedenlerinden biri, olayları ve olguları kendi tarihsel ve siyasal bağlamından koparıp güncel bağlama monte etmeye çalışmak ve öyle tahlil yapmaktan kaynaklanıyor. Ne stalinizmi, ne kemalizmi, ne Dr. Kıvılcımlı'yı, ne TİP'i bu yöntemle anlayamazsınız ve işlevsel bir doğruya ulaşamazsınız. TKP'deki sorun da benzerdi. Devlet yönetmekte olan bir Komünist partinin siyasal tezlerini ve eylemlerini, henüz taban bulmayı başaramamış bir sosyalist hareketin güncelliğine monte etmeye çalışmak sadece başarısızlık üretiyordu.

Ziyaretçi

Atılım Kongresi kendisine destek veren partililerin sayısını 3500 olarak belirtmiş. Karşı tarafın da bu kadar taraftarı olduğunu varsayarsak TKP'nin üye sayısını 7000 civarında tahmin edebiliriz. İşte iki bin onlar Türkiye'sinde açık çalışma yürüten stalinist bir partinin ulaşabileceği en üst sınır budur. Stalinist TKP, Türkiye'de stalinizmin doğal sınırlarına ulaştığı için dağıldı. Toplumsal muhalefetin temel talebinin özgürlük arayışı olduğu günümüz koşullarında stalinizmin ulaşabileceği doğal bir sınır vardır. TKP de o sınıra ulaşmış, bu bakımdan başarılı olmuş ve sönümlenmiştir.
Şimdi iki taraf ayrı ayrı partileşecek. 3500 üyeden tekrar 7000 üye sınırına ulaştıklarında ise kaçınılmaz olarak yine parçalanacaklar.
Demek ki günümüz koşullarında stalinistler ancak 7000 kişiyi çekip çevirebiliyorlarmış. O da büyük bir güçlükle. Daha fazlasını parti kaldırmıyormuş. Dağılıyormuş. Daha fazla sayıda insanı otoriter solculukla yönetemiyorlarmış.
Kaldı ki TKP'de örgüt yönetme tarzı olarak beliren stalinizm, yukarıdan aşağı askeri hiyerarşinin hakim olduğu partiyi bir tür asker partisi haline getiriyordu. Bu asker kafalı partililik anlayışının siyasete yansımasının ise askercilik olması anlamlıdır: 29 Ekim, 30 Ağustos kutlamak, Ermeni soykırımını inkar etmek, Kürt Özgürlük Hareketi ile düşmanlık ve CHP'deki Atatürkçü sosyalist vekillere yanaşmak gibi.
Günümüzde TKP'de yaşanan ayrışmayı tarihsel TİP'e uyarlayabiliriz.
Birinci TİP'teki Aybar-Boran ayrışmasının nedeni stalinizmdi. Leninist partiyi burjuva modelde bir parti olarak gören Aybar, stalinizme alternatif olarak "güler yüzlü sosyalizm" öneriyordu. Günümüzde 12. Kongrenin yöneticileri de güler yüzlü stalinizm öneriyorlar. Ama kaybetmeye mahkumlar.
3500 üyeden tekrar 7000 üyeye ulaştıklarında o kadar insanı güler yüzlü stalinizmle bile yönetemez olacaklar ve yine dağılacaklar yine dağılacaklar.
Asla kitleselleşemeyecek bu arkadaşların iktidara gelmek için tek bir şansları var. 10 şiddetinde deprem olur, her yer yıkılır, hiçbir devlet kurumu ayakta kalmaz ya da dünya savaşı çıkar, ülke parçalanır, bu arkadaşlar da otorite boşluğundan faydalanarak iktidara bir şekilde el koyarlar, otorite boşluğunu doldururlar.

Ergun Çağlayan

“Antistalinist Ziyaretçiler” konusunda kafama takılan bir sorun ve çözüm önerisi var. Belki abartıyorumdur ama Türkiye Solunun örgütsel ve siyasal sorunlarını tartışırken teşhisin stalinizm olması bir miktar kestirmecilik, konuyu soyutlayabilme yeterliliğinde körelme, tartışma verimini düşürme sonuçları yaratıyor. Solcuların bir kısmında stalinizm diye bir şey olmadığı fikrinin, bir kısmında ise dünya devriminin hâlâ uzakta olmasının en önemli nedeninin stalinizm olduğu fikrinin yaygın olduğunun farkındayım. Ama, diyelim on yıl öncesinin aksine, ne bunun tartışılabilir bir şey olmadığını düşünüyorum, ne de tartışanların Türkiye solunun gücünü artırabilmek için ortak iş yapmasının mümkün olmadığını.

Dünyada hem Troçkizm, hem Maoculuk, hem Komintern geleneğini devam ettirdiğini iddia eden partiler, hâlâ hep birlikte, güç kaybederek de olsa, yaşamaya devam ediyorlar. Ama örneğin Maocu kökenli Belçika Emek Partisi, diyelim ki o düşünce yapısının belirlediği bir öncülük anlayışını realize etmek için güç kazanmaya çalışıyor. Gördüğümüz kadarıyla başarılı da oluyor. Bunun nedenlerinin ideolojik konumlanıştan daha ziyade ‘deneme - ders çıkarma - inisiyatif verme, hesap sorma, verme - rapor, kayıt tutma - öncelikleri şeffaf bir şekilde tartışma… türünden temel örgütsel fonksiyonların yerine getirilmesiyle ilgili olduğu kanısındayım. Ancak bundan sonra teorik-ideolojik konumlanışın ve siyasi tercihlerin bir devrimci durumda halkın öncülüğünün hak edilip edilmeyeceği kavşağına gelinebiliyor.

TKP’nin diyelim 7bin kişiden fazla üyeyi yönetemeyecek yapısal sorunları olmasını stalinizmle adlandırmanın (velev ki doğru!) açıklama gücü çok düşük. Stalinizm denen şeyin aslında örneğin (başka bir tanım da getirilebilir, sadece örnek veriyorum) bireysel karizmalara, “ben yaptım oldu”culuğa dayanan yani “temel örgütsel fonksiyonların, kıyıcı ve tarihsel-kolektif çıkara yabancılaşan bireysel-duygusal sosyal aktivite ile ikame edilmesi” olduğunu teşhis edebilmek bile önemli bir aşama olurdu.

Buradan yola çıkarak Uğur İşlek’in yanıtına gelmek istiyorum: Önüne hangi gerekçeyle olursa olsun hedefler koyan, bunlarda yol almaya çalışan ve “normal, beklenen” örgütsel faaliyetler yürüten sol örgütlere sahip olan bir Türkiye solu, başardıkça ortaklaşma seçeneğine sahip olabilir. Halbuki başarısızlığı yalıtık bir alt kültür içinde saklayan, sürekli “tarihsel haklılığın”, “leninist iradenin”, vs. güncel başarısızlığına “özel gerekçe” üreten bölmeler, başka bölmelerle bırakın örgütsel-siyasal yakınlaşmayı veya eylem birliğini; şeffaf bir diyalog içine bile asla girmezler, giremezler.

Çarpıcı bir örnek: Seçimler öncesinde örgütlerin çeşitli bahanelerle kendi tabanlarına kapalı kapılar ardındaki şahsi temaslardan sonra potansiyel ortak çalışmalar konusunda “görüştük, olmuyor” açıklamalarına alıştık artık. Alışamadığımız bu rutinin hiçbir zaman sorgulanmadığı gerçeği...

Uğur’un zamanlama itirazını şöyle yorumlayınca itiraza itirazım ortadan kalkabilir yalnız: Herkesin önce şeffaf, tartışılabilir, ne yol alındığı izlenebilir amaçları ve bu amaçlara göre şekillendirdiği “hesap verebilir” örgütsel yapıları olsa, “başarı-başarısızlık” durumu daha kolay algılanabilir ve böylece önce güçbirliği, ortak çalışma dinamikleri, ve sonra bunlar üzerinden siyasi-örgütsel birlik süreci kolaylaşabilir…

Ziyaretçi

Getirdiği dağ gibi sorunlarla yüzleşmemek için adını bile söylemekten çekindiğiniz stalinizmle hesaplaşmanın sizin açınızdan ne kadar zor olduğunun farkındayım. Zaten en özgürlükçünüz Ali Mert bile stalinizm için "Biliyoruz ama susuyoruz," diyor. Susmanız doğal.
Stalinizmle yüzleşirseniz, kendi kulvarınızdaki solculardan kolayca dönek, liboş damgası yiyeceksiniz. Seslendiğiniz 7000 kişilik kitle tarafından ciddiye bile alınmayacaksınız. Ayrıca şimdiye dek yaptığınız her şeyi, bütün kariyerinizi inkar etmiş olacaksınız. Ayrıca paradigma ve ezber değişikliğine gideceksiniz ki belirli bir yaştan sonra oturmuş kalıpları sorgulamak, rahatı bozmak, dost ahbap çevresini değiştirmeyi göze almak güçtür. En iyisi sorun yokmuş gibi davranmak. Çünkü 7000 kişilik müşteri kitlesi o kulvara akıl verme işine soyunan herkese yeter.
3500 müşteriyi partiyi fabrika ayarlarına geri döndürmek isteyen akil adam alır. 3000 kişiyi güler yüzlü stalinizmle devrim yapmayı vaat eden yeni model akil adamlar alır. Kalan bir kaç yüz kişi de eşitlikçi forumdaki akil adamlara fazlasıyla yeter.

Paradoks şurada: Hem özgürlük talep ediyorsunuz hem de stalinist kalmak istiyorsunuz. Özgürlükçü stalinizm gibi bir şey icat edemeyeceğiniz için de biraz ondan biraz ondan alıyorsunuz. Ortaya çıkan bu yeni durumda yeterince özgürlükçü olmadığınız için bizim gibilerle her zaman tartışacaksınız.
Mektup yazdığınız gerçek stalinistlerse yeterince stalinist olmadığınız için sizi hiçbir zaman tam olarak içlerine almayacaklar. Hep dış çeperde bir yerde tutacaklar.
Adında komünist kelimesi geçen, müşteri kitlesine kendini ülkenin en ileri devrimci hattı olarak yutturan ama fiilen sosyal demokrat ve ulusalcı olan partiyi devrimci çizgiye azıcık çekmeye kalktıklarında, yani Kadıköy'de 1 Mayıs kutlamayı bırakıp Taksim için dövüştüklerinde, kadroları militanlaştığında, validen teşekkür almayı bıraktıklarında, devlet bütün acımasızlığıyla üzerlerine gelecek. Bu olağan üstü koşullar altındayken katılımcılığı, şeffaflığı, açıklığı, hesap verilebilirliği rafa kaldırmak zorunda olacaklar çünkü başka türlü o zorlu koşullarda örgütlenemeyecekler, savaşamayacaklar ve siyaset yapamayacaklar. İktidarı aldıktan sonra bile etrafları düşmanlarla sarılı olacak. Üstelik anarşist, troçkist hainler her yerde olduğundan, katılımcılığı, şeffaflığı, açıklığı süresiz olarak erteleyecekler.
Özetlemek gerekirse, özgürlükçülük ve stalinizm iki ayrı dünyadır. Uzlaşmazlar. Yarı özgürlükçü yarı stalinist marksistler olarak yola devam. Nasıl olsa itiraz eden yok. Yani tarihinizin sorunlu kısımları için, "Biliyoruz ama susuyoruz," dediğinizde, "Niye susuyorsunuz kardeşim?" diye soran yok.

Erkin Özalp

Hakaret içeren ifadeler nedeniyle son iki ziyaretçi mesajını sildim.

Bunlardan sonuncusu, daha önce onaylanmış olan bir öncekine cevap olarak yazılmıştı. Onaylanan bir önceki mesajın da aslında hakaret içerdiğini geç fark ettiğim için, son mesajın yazarından özür dilerim.

"Forumumuzda, özellikle mevcut sol yapılar ve sosyalistler hakkında hakaret ya da küfür içeren ve/veya herhangi bir nedenle hukuki sorun doğurabilecek olan yazılara yer verilmeyecek."  (Eşitlikçi Forum: Neden ve Nasıl?)

UĞUR İŞLEK

Sevgili Ergun Çağlayan;

Başarı ya da başarısızlıkları, her zaman siyasi olarak tanımlayan bir gelenekten geliyoruz.

Kürt hareketinden, komünist harekete, devrimci demokrasiden sosyal demokrasiye uzanan yelpazedeki başarısızlığı siyasi olarak tanımlamaya çalışmıştım.

Yeni'ye olan ihtiyacı ise; tedirgin ya da cüretkar siyasi denemeler olarak ele almaya çalışmıştım. Yoksa, bu yelpazede her türden örgütsel model vardır zaten.

Yanyana gelişlerin zamanlamasını ise, siyasi başlıklarda konjonktürel olarak şekillenebilecek gerçekçi etkileişim ve iletişim kanalları olarak kurgulamıştım.

Bana göre; örgütsel düzlemde ise, örgüt varsa başarı zaten vardır. Örgüt yoksa başarısızlıktan söz edilir.

Çünkü, Örgütlerin, yılın en iyi yönetmeni, en iyi senaryosu, en iyi genç, kadın ve işçi oyuncusu ödüllerinin dağıtıldığı bir film festivalinde yarışmadığına inanırım.

Çünkü; Örgütün; -kuşkusuz bir anlamda okuldur ama, kürt, işçi, kadın, kültür, bilim vs..derslerini başarıyla verip bir üst sınıfa çıkan ve nihayetinde bütün derslerini verdiğinde devrimi yapacak olan bir eğitim\öğretim müessesesi olmadığına inanırım.

Çünkü; örgütün, satış, pazarlama departmanlarının başarıları, markalaşma, yılın CEO su  ve borsada yükselen değerleri ile ölçütlendirilen bir yapı olmadığına inanırım.

Örgütsel düzlemde ise; yapılabilenler, halen yapılamayanlar, yapılmak zorunda olanlar üzerinden değerlendirilmesinin daha sağlıklı olduğunu düşünürüm.

Örgütün doğru bir örgüt olup olmadığı ise, oraya yön veren siyasi aklın aşılıp aşılmaması ile ilgilidir. Örgütsel olarak en doğru yer en gelişkin siyasal aklın olduğu yerdir.  Gerisi içindekilerin işidir, yeter ki, anti-stalinistlere malzeme verilmesin.

Çağdaş Sümer

Uzunca bir süredir görüşlerinizi takip ediyor ve önemli bir kısmını önemsiyor, paylaşmaya çalışıyorum. Fakat hem sizin hem de Ali Mert'in üst üste yayımlanan yazılarınızın ben de büyük bir hayal kırıklığı yarattığını belirtmek istiyorum. Ortadaki sorunun neden ve kaynakları bu kadar meydandayken ve yaşanan süreç TKP'nin likidasyonu gibi bir sonuca evrilme tehlikesi içeriyorken, sadece kendi kişisel kırgınlıklarınız nedeniyle 12. Kongre'ye açık mektup yazmanız anlaşılabilir bir tutum değil. Bir bütün olarak TKP'yi değilse bile kendilerini mutlaka likide edecek, ve beraberlerinde götürdükleri insanları mücadeleden düşürecek bir gruba dert anlatmaya çalışıyorsunuz. Keşke pek çok açıdan değerli fikirlerinizi, bu sürecin ardından nasıl yapmalı sorusunu kendilerine bir kez daha soracak pek çok komüniste, bu ayrışmada taraflardan birine temayül göstermeden yazsaydınız. O zaman, bugüne kadar söylediklerinizi sessizlikle geçiştirenler ya da şu ya da bu nedenle duymayanlar taşların yerinden oynadığı bu süreçte belki kulak verirlerdi söylediklerinize. Oysa siz ''Gelenek dergisini her partilinin militan mücadelesinde kullanacağı bir araca dönüştürmekten ve akademik sapmalardan kurtarmaktan söz eden'' bir aydın düşmanlığına seslenmeyi tercih etmişsiniz. Hiç de iyi etmemişsiniz.

Erkin Özalp

Sevgili Çağdaş Sümer,

Öncelikle, görüşlerim(iz) hakkındaki olumlu değerlendirmeleriniz için teşekkür ederim.

Tabii ki, bundan sonrasını sadece kendi adıma yazacağım.

Kişisel kızgınlıklarım, hiç yok değilse bile, gerçekten de ihmal edilebilir derecede az. Diğer yandan, 12. Kongre’ye hitap etme tercihimin bunlarla bir ilgisinin bulunmadığını düşünüyorum.

Yazmış olduğum üzere, bence, “TKP-Atılım Kongresi tarafının yöneticileri, var olanları korumaya çalışmanın ötesine geçilmesini engelleyebilecek gibi görünüyor”. Ve tabii, “bu taraftaki üyelerin çoğunun ilerletici tartışmalara son derece anlamlı katkılarda bulunabileceklerini biliyor olsam da, en azından şu an için böyle düşünüyorum”.

Tam da bu düşüncelerim nedeniyle, TKP-12. Kongre’ye seslenmeyi tercih etmiş oldum.

Bu durum, eğer gerçekten de herhangi bir önemleri varsa, söylediklerime TKP-Atılım Kongresi tarafındaki üyelerin de kulak vermesini engeller mi? Engellememesi gerektiğini düşünüyorum ya da en azından engellememesini umuyorum....

Kanımca, en azından bugünkü verilere göre, TKP-Atılım Kongresi tarafının neleri yap(a)mayacağı az çok belli gibiyken, TKP-12. Kongre tarafının neler yapabileceği ve neleri yapamayacağı konusunda çok sayıda belirsizlik var.

Örneğin, başka pek çok konuda olduğu gibi Gelenek dergisinin üstlenmesi gereken görevler konusunda da, en azından şimdilik, netlik kazanmış bir “ortak görüş”ün bulunmadığı kanısındayım.

Aynı nedenle, TKP-12. Kongre tarafının, “kendilerini (...) likide edecek, ve beraberlerinde götürdükleri insanları mücadeleden düşürecek” bir taraf olup çıkma tehlikesi de yok sayılamaz elbette.

Ama tersinden bakarsak, yine aynı nedenle, son derece nesnel ve anlaşılabilir gerekçelerle ortaya çıkmış olan bu tarafın, likide olmak ve insanları mücadeleden düşürmek yerine, sosyalist iktidar mücadelesine katkıda bulunmasının ve bu arada TKP-Atılım Kongresi tarafıyla yeniden bir araya gelmesinin zeminini yaratmak için de çaba harcamak gerekmez mi?

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder