1 Mart 2012 Perşembe

Marx'a özür borcum

(İlk olarak Temmuz 2009’da yayımlandı.)

Bu yazıda, Marx’la ilişkilerimin, çok fazla öznel bulunmayacağını umduğum kişisel tarihi üzerinde duracağım. Marksizmle tanışıp devrimci olanların sayısı kadar kişisel tarih var elbette. Benimki de, yalnızca bunlardan biri...


Marx’ın kitaplarını okumaya üniversite yıllarımda başlamıştım. Öncesinde de solcuydum, hatta “sosyalist devrimci”ydim ve siyasal mücadeleye bir şekilde adım atmıştım. Ama örgütsüz bir solcu olarak, örgütlü yapılar tarafından yönetilen faaliyetlere katılmamın ne işe yaradığını sorguluyordum. Türkiye’nin devrimini yakınlaştırmayacak olduktan sonra, gecelerimi gündüzlerimi de versem mücadeleye, boşa kürek çekmiş olacaktım...

Bu temel kaygıyı paylaşan iki arkadaşımla birlikte, bir okuma-tartışma grubu kurduk. İki sosyalist devrimci ve bir demokratik devrimciden oluşuyordu grubumuz. Marx’ı, Lenin’i daha önce okumamış insanların, farklı kitaplardan ve sol dergilerden edinebilecekleri kadardı, genel birikimimiz. Ama sosyalist devrimci kanat olarak, en azından Yalçın Küçük okumuş olmak gibi ciddi bir avantaja sahiptik!

Bizim amacımız, genel bir Marksizm okuması yapmak değil, Türkiye’de yürütülen siyasal mücadelenin neresinde durmamız gerektiğine karar vermekti. Bir başka deyişle, öyle felsefeymiş, Hegel’miş, iktisatmış, tarihmiş, bunlarla işimiz olmayacaktı. Bizim aradığımız, bir “mücadele kılavuzu”ydu. Bu nedenle, çıkardığımız okuma programının başına, Lenin’in “Ne Yapmalı?”sını koymuştuk.

Ne var ki, tanıdığımız “Gelenekçi”ler, “öyle olmaz” dedi. Onlara göre, önce Marx okunmalıydı. Hatta, ilk olarak “Alman İdeolojisi”ni okumamızı önerdiler. Bizse, Marx’ın kitaplarının adlarına bakıp, işimize en fazla yarayacak olanını kolaylıkla bulduk: “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”. Okuma-tartışma çalışmamızı bu kitapla başlattık.

Bir iki hafta sürmüştü okuyup not çıkarma çalışmalarımız. Ardından, bir evde, ilk önemli toplantımızı gerçekleştirdik. Kitaplarımızı ve notlarımızı çıkarıp masanın üzerine koyduk. Birinin tartışmayı başlatmasına kalmıştı iş...

Hiç kolay olmadı... Sonradan anlaşıldı ki, üçümüz de, gerçek düşüncelerimizi paylaşmaktan çekiniyorduk. Marx’ın çok çok önemli biri olduğunu bildiğimizden, onun kitabı hakkında olumsuz bir değerlendirme yapmamız zaten mümkün değildi. Ama “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”nde, Türkiye’deki devrim mücadelesine katkıda bulunacak tezler bulmayı başaramamıştık.

Sonunda, birimiz, durumu şöyle özetledi: “Ya, Marx, kendi dönemi için önemli değerlendirmeler yapmış, ama bunlar, bugünün Türkiye koşullarına pek uymuyor.” Rahatladık! Ardından, “şurada şunu söylemiş”, “burada böyle bir vurgu yapmış” diye, notlarımızı paylaştık. Aradığımızı pek bulamasak bile, en azından ilk toplantımızı yapmış olmuştuk.

İkinci sırada, Lenin’in “Ne Yapmalı?”sı vardı. Yine notlar çıkarıldı, yine bir araya gelindi. Ama bu sefer, bambaşka bir havayla! Şöyle bir örgütün olması gerekiyor... Devrimciler, şu niteliklere sahip olmalı... Bir düzine adam bile yeter... Gazete çıkarmak gerekir... İttifak kurmaktan korkmamak gerekir... Bir sürü “işe yarar”, Türkiye devrimini yakınlaştırmak için de kullanılabilecek somut tez! Tam aradıklarımız...

Lenin’in “İki Taktik” ve “Nisan Tezleri” adlı kitapları da, “Ne Yapmalı?” kadar olmasalar bile, ufkumuzu açtı. (Sosyalist devrimci kanat olarak, demokratik devrimcilerin hep öne çıkardığı “İki Taktik”le ilgili tartışmaların biraz hızlı geçilmesini, bizim tezlerimizi içeren “Nisan Tezleri”ninse uzun uzadıya irdelenmesini sağlamıştık!)

Açıkçası, bugün de, işe Lenin okuyarak başlanabileceğini düşünüyorum. Özellikle de, asıl dert, “genel bir entelektüel birikim sahibi” olmak değil, devrim mücadelesi yürütmekse. Marksist klasiklerin ilk okumaları, hiçbir zaman yeterli olmaz. İlk okunan kitapların, belirli bir birikim düzeyine ulaşıldıktan sonra yeniden okunmaları (ve daha önemlisi tartışılmaları) gerekir. Dolayısıyla, bir açıdan bakıldığında, hangi kitaptan başlanacağı o kadar da önemli değil. İşte tam da bu nedenle, “Ne Yapmalı?”dan başlamanın hiçbir sakıncası bulunmuyor.

Lenin okuyarak başlamanın avantajı, Marksizmi “işçi sınıfı devriminin teorisi” olarak algılamayı kolaylaştırması. “İdeolojiler, var olan dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü mü sunar, yoksa daha farklı bir süreç mi söz konusudur” türü sorular hakkındaki tartışmalar, insanı geliştirecek olsa bile, Marksizme doğru yerden bakmayı kolaylaştırmaz. En azından, yeni başlayanlar özelinde... Hele Marksizmle tanışma evrelerinde “yabancılaşma” tartışmalarına dalanların buradan kazasız-belasız çıkmaları hiç kolay değildir!

* * *

Ne var ki, tüm bu söylediklerimin ardından, şunu eklemek zorundayım: Lenin’le başlamak iyidir, hoştur, ama bunun ardından Marx’ın çalışmalarını ciddi bir şekilde incelemeyenlerin Marksist birikimi fazlasıyla sığ kalacak, bu kişilerin Lenin’i anlamaları bile mümkün olmayacaktır.

Marksizmin genel çerçevesini çizen, Marx’ın çalışmalarıdır. Lenin, elde bir genel çerçevenin zaten bulunmasından hareketle, Marksizmi belirli yönlerde derinleştirmeye yönelik açılımlar yapmıştı. Bir başka deyişle, “Marx’ın okunmuş ya da okunacak olduğunu” varsaymıştı. Marx’ın tümüyle atlanıp, “bize hepi topu bir düzine sağlam adam lazım”cılık yapılmasına zemin oluşturmaya çalışmamıştı.

Örneğin, işçi-köylü ittifakı... Yalnızca Lenin (ve Lenin’in de yalnızca bazı kitaplarını) okursanız, Marksizmin köylülük hakkındaki genel (teorik) yaklaşımını öğrenemezsiniz. “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”ni, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”ni, “Fransa’da İç Savaş”ı okumadan devrim stratejisi oluşturmaya kalkışırsanız, belki “devrimci” bir strateji inşa edebilir, ama “Marksist” bir devrim stratejisi geliştiremezsiniz.

Dolayısıyla, “Marx, kendi dönemi için önemli değerlendirmeler yapmış, ama bunlar, bugünün Türkiye koşullarına pek uymuyor” dediğimizde, ne kadar iyi niyetli olursak olalım, yalnızca cehaletimizi konuşturmuştuk.

Türkiye solunda, Marx’ı hiçbir zaman doğru dürüst okumamış olanların sayısı hiç de az değil. Bunun en sağlam kanıtlarından biri, soldan uzaklaştıktan sonra Marx hakkında ileri geri konuşanların, bizimkinden çok daha vahim bir cehalet sergilemeleri. Okudukları birkaç şematik el kitabı, “vaktinde biz de okumuştuk onları” deme cesaretini kazandırıyor bu kişilere. Tabii, buradaki kusurun birazı da, Türkiye’deki örgütlü sol güçlere ait. Örneğin, Hüseyin Ergün gibi şahıslar, zamanında biraz daha düzgün bir eğitimden geçseydi, bugün karşımızda daha derinlikli bir Marksizm karşıtlığı bulunur, bundan Marksizm de yararlanırdı!

* * *

Türkiye’de, Marx’ın okunmasını ve anlaşılmasını şu ya da bu ölçüde zorlaştıran nedenlerden biri de, Marx çevirilerindeki hatalar ve dil bozukluklarıydı. Evet, Marx da, “kolay anlaşılır” olmak için fazla çaba harcamamış. Ama “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” ile “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”ni Almancadan çevirirken Sol Yayınları’nın eski çevirilerinde karşılaştığım hatalar, zamanında ne kadar zor bir iş yapmaya çalıştığımızı anlamamı kolaylaştırdı.

Yeni çevirileri, bir yandan da, bir özür borcunun ödenmesi olarak görüyorum. Her şeye rağmen, Marx hakkında öyle dememeliydik!

Diğer yandan, başta Yazılama Yayınevi ve Yordam Kitap olmak üzere farklı yayınevlerinin Marx’ın (ve Engels ile Lenin’in) düzgün çevirilerini yayımlama işine soyunmalarının (ve bu arada Sol Yayınları’nın da kendi çevirilerini düzeltmesinin) Türkiye’de Marksizmin (doğru) anlaşılmasına ve daha fazla tartışılmasına katkıda bulunacağını umuyorum.

Belki de, bu sayede, “Marx’ın da dediği gibi, her şeyden önce insanları kafalarındaki yalan yanlış fikirlerden kurtarma mücadelesi vermek lazım” diye yazabilen “Marksist”lerin olmayacağı bir döneme gireriz...


Haftalık soL dergisinin 3 Temmuz 2009 tarihli 286. sayısında ve haberveriyorum.net sitesinde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder