28 Ekim 2018 Pazar

Batı'da strateji arayışlarına dönüş

strateji “… strateji tartışmaları Batı’ya geri dönmüş oldu. Ama pek çok örnekte, ‘devrim stratejisi’ tartışmalarını pek fazla içermeyen ‘iktidar stratejisi’ tartışmaları biçiminde...”

“… aşırı sağın sadece bir yolunu bulup iktidara gelmek için çaba harcaması doğal. Buna karşılık sol, eğer iktidarı gerçekten de toplumsal ilişkileri değiştirmek için istiyorsa, bir devrim stratejisine sahip olmak zorunda.”

“… seçimler yoluyla elde edilecek olan mevzilerin devrim mücadelesine katkıda bulunmasının yolu, bu mevzilerin halkın örgütlülük ve devlet yönetimine katılım düzeylerini yükseltmek için kullanılmasından geçer.”



Aşağıdaki yazıyı Marksist teori dergisi
Komünist’in 8. sayısında yer alması planlanan “Sosyalist Solda Strateji Tartışmaları” başlıklı dosya için Ekim 2017’de yazmıştım. Dergi farklı nedenlerle hâlâ çıkamadığından ve bir yıldan eski bir yazının yeni çıkacak bir dergi için çok uygun olmayacağını düşündüğümden, burada paylaşıyorum.

Perry Anderson, ilk baskısı 1976 yılında yayımlanan Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler adlı çalışmasında, Batı ülkelerindeki Marksist aydınların 1920’li yıllardan itibaren devrim stratejisi tartışmalarından uzaklaşması üzerinde durmuştu. Ona göre, bunun arka planında, sosyalist devrimin Rusya dışına yayılamaması (ve Rusya içinde yozlaşması) ve Batılı Marksistlerin temel eserlerini siyasal yalıtılmışlık ve umutsuzluk içinde kaleme almaları vardı.[1] Geleneksel komünist partilerle ilişkileri ne olursa olsun (biçimsel üyelik, ayrılma, kardeşçe diyalog, her tür bağlantıyı kesme), Batılı Marksistler, Marksist teori ile kitle mücadelesini birleştirme yeteneğinden yoksun kalmıştı. Bununla bağlantılı olarak, Batı Marksizmi, tarihsel materyalizmin klasik gelenekleri açısından merkezî önem taşıyan şu konularda sessiz kalmıştı: “bir üretim tarzı olarak kapitalizmin iktisadi hareket yasalarının incelenmesi, burjuva devletinin siyasal mekanizmasının çözümlenmesi, onu yıkmak için gerekli olan siyasal mücadele stratejisi”.[2] Yine Anderson’a göre, Marx, felsefeden siyasete ve oradan da iktisada doğru ilerlemişken, Batılı Marksistler tam tersini yaparak iktisattan siyasete ve oradan da felsefeye dönmüştü.[3]

Batı Avrupa’daki ve ABD’deki geleneksel komünist partiler, “devrimci teoriden uzaklaşma” diye de anabileceğimiz bu durumdan muaf değildi. Devrimin güncel olmadığı, dolayısıyla da devrimci pratiğin siyasal iktidar mücadelesi dışındaki alanlara hapsolduğu dönemlerde, canlı ve verimli devrim stratejisi tartışmalarının yürütülemeyeceği açık.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, strateji tartışmaları, emperyalist-kapitalist sistemin çelişkilerinin biriktiği az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin solcularının gündemindeydi. (Örneğin Türkiye’nin tarihinde, en canlı devrim stratejisi tartışmaları 1960 ile 1980 yılları arasında yürütüldü. Bu dönemde teori ile pratik arasındaki bağlar güçlüydü. Dahası, pratik, teoriye ağır basabiliyordu. İktidar için mücadele edenler, ister parlamenter yoldan ilerlemeye, ister askerî darbe düzenlemeye, isterse silahlı mücadele yürütmeye çalışıyor olsunlar, somut pratiklerine uygun teoriler icat veya ithal etme yoluna gidebiliyordu.)

Sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme, devrim stratejisi tartışmalarının bir süreliğine dünya genelinde soyutlaşmasına ve sönmesine yol açtı. Strateji tartışmalarının yerini, soyut bir sosyalizm propagandasıyla, siyasal iktidar hedefiyle bağları zayıf bir mücadelecilikle, birliktelikler kurarak ya da belirli güçlerin destekçiliğini yaparak siyasal ve daha çok da örgütsel güç kazanma arayışları aldı.

Ama bu arada, yine dünya genelinde, toplumsal eşitsizlikler derinleşiyor, orta katmanlar (en önemlisi işçi sınıfının yakın geçmişe kadar görece yüksek ücret alan kesimleri) yoksullaşıyor, işsizlik yapısal bir soruna dönüşürken gençlerin gelecek umutları azalıyor, düzen politikacılarına, zenginlere ve baskıcı rejimlere yönelik toplumsal hoşnutsuzluklar artıyordu. Başta Venezüella’da 1999 yılında başlayan Chavez iktidarı olmak üzere Latin Amerika ülkelerindeki solcu iktidarlar, strateji tartışmalarının solun belirli kesimlerinde yeniden canlanmasını sağladı. Ardından, Tunus ve Mısır’daki rejim karşıtı ayaklanmalar, kemer sıkma politikalarını hedef alan 2010-2012 Yunanistan protestoları ve İspanya’daki Öfkeliler (ya da 15M) hareketi, ABD’de ortaya çıkıp başka ülkelere yayılan İşgal Et hareketleri ve Gezi Direnişi gibi toplumsal hareketlenmeler yaşandı.

Dünya kapitalizminin 2007-2008 bunalımının yol açtığı yıkıcı iktisadi sonuçların tetiklediği toplumsal hareketlenmeler, “kitlelerin kendiliğinden anarşizmi”ni aşamadı. Bunların az çok ortak sayılabilecek niteliği, birikmiş hoşnutsuzlukları ya da “öfke”yi açığa çıkarmalarıydı. Özgürlükçülük, paylaşımcılık, doğrudan demokrasi ve şeffaflık yanlılığı, yerleşik siyasal kurumlara ve her tür liderliğe karşıtlık gibi özellikleri, bu hareketlenmeleri siyasal ve toplumsal bir dönüşüm programının özneleri kılmıyordu. Programatik hedeflerden yoksun olmaları sayesinde kitleselleşebildiler ve yine aynı nedenle kalıcı kazanımlar elde edemediler.

Ama aynı hareketlenmeler, yerleşik düzene ve onun siyasal oyun kurallarına karşı çıkmanın ötesinde, kitlelerin somut ve gerçekçi bulabileceği hedefler tarif eden siyasal oluşumların hızla güç kazanabileceğini gösterdi. Örneğin, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbyn, Fransa’da Jean-Luc Mélenchon, kitlesel birer siyasal hareket yaratmayı başardı.

Kuşkusuz, her bir somut örneğin kendine özgü pek çok yanı var. Ama kabaca genelleyecek olursak, yakın geçmişte ortaya çıkan kitlesel siyasal hareketlerin pek çoğu, sosyalizm hedefini farklı şekillerde dile getirmekle birlikte, asıl olarak, “sosyal demokrat” iktisadi taleplerle “radikal demokrasi” mücadelesi yürütüyor.

Podemos’un genel sekreteri Pablo Iglesias, Ernesto Laclau ile Chantal Mouffe imzalı, radikal demokrasi tezinin savunulduğu Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı eserden etkilendiklerini açıkça vurgulamıştı.[4] Yakın geçmişe kadar bu partinin en önemli stratejisti kabul edilen Íñigo Errejón, Mouffe ile söyleşisini kitaba dönüştürmüş ve bu kitabı Laclau’nun anısına ithaf etmişti.[5]

İlk baskısı 1985 yılında yayımlanan Hegemonya ve Sosyalist Strateji’ye göre, tek başına sınıf karşıtlıklarına dayanan stratejilerin ömrü dolmuştu. Artık “yeni toplumsal hareketler” ve onların fazlasıyla farklılaşan mücadeleleri vardı: “kentsel, ekolojik, otoriterlik karşıtı, kurumlara karşıt, feminist, ırkçılık karşıtı, etnik, bölgesel ya da cinsel azınlıkların yürüttüğü”[6] mücadeleler. Kapitalizmin ürettiği yeni bağımlılık ve baskı biçimleri, yeni karşıtlıklar yaratmıştı. Sol, yeni toplumsal hareketleri ortaklaştırabilmek için, radikal ve çoğulcu demokrasi mücadelesi yürütmeliydi. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesinin tarihsel bir süreç içinde her tür bağımlılık biçiminin son bulmasına yol açacağı düşüncesi doğru değildi ve sosyalizm, radikal demokrasi projelerinin bileşenlerinden sadece biri olacaktı.[7]

Aslına bakılırsa, aşırı teorik ya da soyut bir düzlemde ele alındığında, sosyalizmi içeren ve aşan bir radikal demokrasi savunusunun itiraz edilecek pek bir yanı bulunmaz. Laclau ile Mouffe, her radikal demokrasi projesinin sosyalist boyutu, yani kapitalist üretim ilişkilerine son verilmesini zorunlu olarak içereceğini söylemişti.[8] Ama üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi hedefi, eşit derecede önemli sayılan sayısız hedeften biri konumuna düşürüldüğünde, bu hedefin pratikte belirsiz bir geleceğe havale edilmesi fazlasıyla kolaylaşır.

Radikal demokrasi taraftarları, kapitalist üretim ilişkilerinin aşılmasının, kendi başına, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin, çevre sorunlarının, ırkçı önyargıların vb. aşılmasını güvence altına alamayacağını savunurken haksız değil. Sorun şu ki, toplumsal kaynakların büyük bir bölümü sermaye sahiplerinin denetimi altında kaldığı sürece insanların kaderlerini özgürce belirleyebilmeleri sağlanamaz ve ne cinsiyete dayalı eşitsizlikler tümüyle son bulabilir ne çevre sorunları ne de ırkçı önyargılar.

Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi, çoğu ülkede, geniş kitlelerin bugünden ulaşılabilir bulabileceği ve onları harekete geçirebilecek somut bir hedef olmayabilir. Bu hedefin somutlaşabilmesi için, onu hayata geçirebilecek kadar güçlü bir toplumsal hareketin yaratılmış olması gerekir. Böylesi bir toplumsal hareketin yaratılması içinse, insanların bugünden ulaşılabilir bulabileceği, onları harekete geçirebilecek somut hedeflerin tarif edilebilmesi…

Teorik açıdan bakıldıklarında kapitalizmin sınırlarını aşmayan, ama mevcut düzenin karşılayamayacağı talepler ileri sürerek kitlelerin harekete geçirilmesi, devrim mücadelesinin vazgeçilmez araçlarından biridir. Ama kritik dönemeçlerde daha ileri hedeflerin benimsenmesini sağlayacak bir siyasal öncülüğün yokluğunda, Syriza örneğinde yaşandığı gibi, düzene teslim olunması çok daha muhtemeldir.

Farklı bir temsilcilik tarzına duyulan ihtiyaç

Karl Marx, 1871 Paris Komünü deneyimini ele aldığı Fransa’da İç Savaş adlı eserinde, tüm yöneticilerin seçimlerle belirlenmesini, yöneticilerin ve temsilcilerin onları seçenler tarafından her an görevden alınabilir olmasını, seçmenlerin belirlenmiş talimatlarına bağlı kalmak zorunda olmalarını (“emredici vekâlet”), işçi ücretlerinden yüksek maaşlar alamamalarını, temsil ödeneklerinin kaldırılmasını, yöneticilerin tüm konuşmalarının ve yaptıklarının kamuoyuna açıklanmasını ve tüm eksiklikler hakkında halkın bilgilendirilmesini Komün’ün belli başlı olumlu özellikleri arasında saymıştı.[9]

Yöneticiliğin ve temsilciliğin birer maddi çıkar kapısına dönüşme potansiyeli, evrensel bir sorun. Sadece siyasetçiler ve devlet yöneticileri değil, sendikalar ve meslek odaları gibi kurumların yöneticileri de koltuklarını bireysel çıkarları için kullanma yoluna gidebiliyor. İşin kötü tarafı, sosyalist örgütlerin pek çoğu bu soruna gereken önemi vermiyor. Ne yazık ki, bunun ardında, “küçük ölçekli” sayılan bireysel maddi çıkarları koruma ve/veya maddi çıkarlarını gözeten bireylerin uzaklaşmasına yol açmama kaygıları bulunuyor. Oysa yöneticiliğin ve temsilciliğin çıkar kapısına dönüşmesi, devrimcilikten uzaklaşmanın en garantili yollarından biri.

Tek sorun bireysel maddi çıkarlar değil tabii ki. Kimileri de, yöneticiliğin ve temsilciliğin onlara sağladığı prestiji ve yetkileri aşırı önemser. Ergun Çağlayan, İleri Haber’deki “siyasapati” yazılarında, antisosyal kişilik bozukluğu bulunan bireylerin siyasette ne gibi sorunlara yol açabileceği üzerinde durmuştu.[10] Şeffaflık, hesap sorulabilirlik, açık tartışma, önemli kararların temsilciler tarafından değil temsil ettikleri kişiler tarafından ve oylama yoluyla alınması ve her an görevden alınabilirlik bu nedenle de önemli.

Biçimsel önlemlerin kâğıt üzerinde kalma riski de ihmal edilmemeli. Hesap sormak, denetlemek, tartışmalara aktif olarak katılmak, insanların doğal içgüdüleri değildir. Örnekler oluşturmak ve teşvik etmek gerekir. Tabii eğer gerçekten de kitlelerin siyasal mücadelenin öznesi hâline getirilmesi isteniyorsa…

Yakın geçmişte ortaya çıkan kitlesel sol hareketler, düzen siyasetçilerinin yolsuzluklarını ve büyük sermaye sahipleriyle ilişkilerini hedef tahtasına yerleştirirken, katılımcılığı artırmanın yollarını aradı.

ABD’de Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için ön seçimlere giren Bernie Sanders, kampanyası için zenginlerden para almayı reddetmiş ve gönüllülerin desteğiyle bireylerden bağış toplamıştı. Sonuçta, 2,8 milyon kişi, 231 milyon doların üzerinde bağışta bulunmuş.[11] Bu sadece bir para toplama yöntemi değil, aynı zamanda bir örgütlenme çalışmasıydı. Bağışçı bulmaya çalışan gönüllüler de, bağış yapan bireyler de seçim kampanyasının aktif katılımcıları hâline gelmişti. Sanders, Hillary Clinton’ın en önemli rakibi durumuna gelmeyi, ekipler hâlinde çalışan yüz binlerce gönüllü sayesinde başarmıştı.

İngiltere’de, İşçi Partisi’nin genel başkanlığına seçilen Jeremy Corbyn’i desteklemek ve onun savunduğu ilkeleri hayata geçirecek olan bir hükümetin iş başına gelmesini sağlamak için kurulan Momentum adlı örgüt, bu satırların yazıldığı sırada, İnternet sitesinde yer alan bilgilere göre 23 bini aşkın üyeye, 150 yerel topluluğa ve 200 bin destekçiye sahipti.[12] Momentum’un tüzüğüne[13] göre, üyeler, seçimlerle belirlenen Ulusal Koordinasyon Grubu’na İnternet aracılığıyla önerilerde bulunabiliyor. Örgüt tüzüğünde değişiklik yapılması ya da belirli bir kampanyanın desteklenmesi önerilebilirken, reddedilen bir önerinin tüm üyelerin oylarına sunulması istenebiliyor. 1000 üyenin ya da üyelerin %10’unun desteklediği bir öneri Ulusal Koordinasyon Grubu tarafından gündeme alınmak zorunda. Grubun reddettiği öneriler, üyelerin %10’unun talep etmesi durumunda tüm üyelerin oylarına sunuluyor.

Temel kararlarını İnternet aracılığıyla tüm üyelerinin oylarına sunan Podemos’un eski etik kurallarına[14] göre, her tür siyasi temsil kurumuna (yerel yönetimler, ulusal meclis, Avrupa Parlamentosu vb.) adaylığın yolu, tüm yurttaşlara açık ön seçimlere katılmaktan geçiyordu. Tüm yurttaşlara açık ön seçimlere katılmadan seçilmiş olanların sonradan Podemos üyesi olmalarına izin verilmiyordu. Seçilenlerin, görev yaptıkları süre boyunca, tüm kararlarını açık ve demokratik katılım yöntemlerine başvurarak almaları isteniyordu. Siyasetin özel çıkarlara hizmet etmekten uzaklaştırılması için, hem seçilmiş yöneticiler hem de Podemos’un kendi yöneticileri, maaşlarına sınır getirilmesini kabul etmek ve gelirleri hakkında tam bir şeffaflık sergilemek zorundaydı. Yöneticilerin toplam geliri, asgari ücretin üç katını aşamıyordu. Temsilciliğin getirdiği her tür yasal ve maddi ayrıcalığın reddedilmesi gerekiyordu. Temsilciler, görev süreleri dolduktan sonra, 10 yıl boyunca, görev yaptıkları alanla ilişkisi bulunan özel şirketlerde yönetici olamıyordu. Hem kamusal hem de parti içi görevler için 8 yıllık bir üst sınır bulunuyordu (bu süre istisnai durumlarda en fazla 12 yıla uzatılabiliyordu). Kamu çalışanlarının hakkı olan emeklilik maaşlarından daha fazlası alınamıyordu.

Barcelona’da Podemos ile işbirliği yaparak belediye başkanlığını kazanan Guanyem Barcelona (Barcelona’yı Kazanalım) adlı platformun etik kuralları[15] hayli kapsamlı. Barcelona’da yerel yöneticilik ve temsilcilik görevlerine seçilenlerin, yapacakları tüm görüşmeler hakkında halkı önceden bilgilendirmesi ve bu görüşmelerin tutanaklarını kamuoyuna açıklaması gerekiyor. Yöneticiler ve temsilciler, görev sürelerinin dolmasını izleyen üç yıl boyunca da geçerli olmak üzere, tüm gelirlerini yurttaşların denetimine açmak zorunda. Tüm yönetsel faaliyetlerin İnternet aracılığıyla ve “kullanılabilir” açık veriler şeklinde halkın bilgisine sunulması isteniyor. Karar alma süreçlerine ilgili yurttaşların katılımının sağlanması gerekiyor. Seçim kampanyaları için adayların bağımsızlığını zora sokabilecek bağışların alınmasına izin verilmiyor ve bireysel bağışlar için üst sınır getiriliyor. Temsilcilikle bağlantılı her tür hediyenin ve ayrıcalığın reddedilmesi istenirken, aylık maaş (harcamalar dâhil) 2200 avroyla sınırlandırılıyor. Yöneticilik ve temsilcilik görevleri için iki dönem kuralı getirilirken, istisnai olarak ve yurttaşların onay vermesi durumunda bu sürenin üç döneme çıkarılması kabul ediliyor. Yolsuzluk, nüfuz kötüye kullanımı, kamusal ya da özel kaynakları kullanarak haksız zenginleşme, rüşvet, kamu kaynaklarını kendisi ya da üçüncü kişiler için zimmete geçirme ya da kötüye kullanma suçlarını işleyenler istifa etmek ya da azledilmek zorunda.

Bu tür kuralların solculukla eş anlamlı olmadığını gösteren örneklerden biriyse İtalya’daki Beş Yıldız Hareketi (M5S-Movimento 5 Stelle). Komedyen Beppe Grillo’nun kurduğu bu partide de kararlar üyelerin katıldığı İnternet oylamalarıyla alınıyor. Partinin 2013 yılındaki programında,[16] temsilciler ve kamudaki tüm yöneticiler için iki dönem sınırlamasının getirilmesi, temsilcilerin ayrıcalıklarının kaldırılması, maaşlarının ulusal ortalama ücret düzeyine uyarlanması, yurttaş inisiyatiflerinin meclise yasa önerebilmesi, yurttaşların yorumlarının alınabilmesi için yasa tasarılarının onaylanmadan önce üç ay boyunca İnternet aracılığıyla erişilebilir kılınması gibi talepler de yer alıyordu. Aynı yıl Temsilciler Meclisi seçiminde yüzde 25,6 oranında oy alan partinin vekilleri ve senatörleri, kayıtlı üyelerin İnternet oylamalarıyla aldıkları kararlara uyuyor ve maaşlarının milyonlarca avrosunu İtalya’nın borçlarının ödenmesini ve küçük ölçekli girişimlere mikro kredi verilmesini sağlayan fonlara aktarıyordu.[17] Ama tümüyle lider belirlenimli olan bu parti, Avrupa Para Birliği’nden çıkılmasını savunmakla birlikte sermaye düzenine herhangi bir köklü itiraz yöneltmediği gibi, Avrupa Parlamentosu’nda aşırı sağcı İngiliz partisi UKIP’le ittifak kurabildi.

Somut talepler

Bernie Sanders, ön seçim kampanyasını başlatırken yaptığı konuşmada şunu söyledi: “Bugün bir siyasal devrim başlatıyoruz”. İlk üzerinde durduğu konu, ABD’deki gelir ve servet eşitsizlikleriydi. Wall Street’i İşgal Et hareketi, nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesimi ile geri kalan yüzde 99’u arasındaki eşitsizlikleri hedef almıştı. Teknolojik gelişmelere ve emek üretkenliği artışlarına rağmen Amerikan orta sınıfının ortadan kalkmakta ve işsizliğin artmakta olduğunu söyleyen Sanders, sadece yüzde 1 için değil herkes için iş görecek olan bir ekonomi yaratmayı vaat etti. Milyonlarca Amerikalının yeterli ücret alacakları işlerde çalışabilmeleri için, ABD’nin fazlasıyla eskimiş ve yıpranmış olan fiziksel altyapısının modernizasyonuna beş yılda 1 trilyon dolar ayrılacaktı. Şirketlerin ülkedeki fabrikalarını kapatarak üretim faaliyetlerini ücretlerin düşük olduğu ülkelere taşımalarına yol açan dış ticaret politikalarına son verilecekti. Asgari saatlik çalışma ücreti 7,25 dolardan 15 dolara yükseltilecek, kadın işçilere ücret eşitliği sağlanacaktı. En zenginlerden daha fazla vergi alınacaktı. Wall Street, yani finans sektörü denetim altına alınacaktı. Seçim kampanyalarının sadece halk tarafından finanse edilmesi sağlanacaktı. Herkese sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı tanınacaktı. En yoksul kesimlere yönelik sosyal yardımlar artırılacaktı. Devlete bağlı yüksek öğretim kurumları parasız hâle getirilecek, öğrenim kredilerinin faiz oranları düşürülecekti.[18]

Kısacası, “demokratik sosyalist” kimliğiyle kampanya yürüten Sanders, ABD standartlarına göre bir “devrim” vaat etmişti. Kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını değil, sosyal devlet uygulamalarına başvurulmasını savunmuştu. Halkın gerçekçi bulabileceği talepler ileri sürmüştü. Eğer ön seçimi kazanıp başkanlık seçimlerinde de Trump’ı alt edebilseydi, sermaye sahiplerinin, ABD Kongresi’nin, devlet kurumlarının ve medyanın ciddi direnciyle karşılaşacağı kesindi. Bu direnci kırması mümkün olabilir miydi?

Bunu tek başına başaramayacağı kesindi. Zaten şunu söylemişti:

 “Bu kampanyanın konusu Bernie Sanders değil. Dünya tarihindeki en iyi başkana sahip olabilirsiniz, ama bu ülkede bir kitle hareketi, bir siyasal devrim olmadıkça, bu kişi karşı karşıya bulunduğumuz sorunlara çözüm getiremeyecektir. (…) Kazanmamızın ve Amerika’yı dönüştürmemizin tek yolu, milyonlarca insanın, tıpkı bugün sizin yapmakta olduğunuz gibi ayağa kalkıp ‘Artık yeter’ demesinden geçiyor. Bu ülke, sadece bir avuç milyarderin değil, hepimizin.”

Sanders’ın ön seçimleri kazanamamış olmasına karşın, yürütmüş olduğu kampanya ABD’de sosyalizme duyulan ilginin artmasını sağladı. Bundan sosyalist örgütler de yararlandı. Örneğin, Sanders’ı desteklemiş olan ve sol çizgideki Jacobin dergisi ekibinin de içinde yer aldığı Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (Democratic Socialists of America-DSA) adlı örgütün 2014 yılında 6 bin 500 olan üye sayısı 1 Eylül 2017’de 28 bin 200’e ulaşmış.[19]

DSA’nın başkan yardımcısı Joseph M. Schwartz ile Jacobin’in kurucu genel yayın yönetmeni Bhaskar Sunkara, ortak imzalı bir yazılarında “Sosyalistler ne yapmalı?” diye soruyor ve “reformist olmayan reformlar” için, yani işçi sınıfını güçlendirecek ve sosyalizm doğrultusunda daha ileri hedeflerin belirlenmesini mümkün kılacak olan reformlar için mücadele edilmesi gerektiğini savunuyorlar. Onlara göre, DSA, ABD’deki iki partili neoliberal uzlaşmaya muhalefet eden bir kitle hareketinin sosyalist kimliğini açıkça ilan eden kanadı hâline gelerek, gerçek bir işçi sınıfı örgütü olmayı hedeflemeli.[20] Demokratik sosyalistlerin 2016 tarihli strateji belgelerinde ise, güncel mücadeleler üzerinden kazanımlar elde ederek, nihai olarak, kitlesel bir sosyalist parti ya da solcu ve ilerici partilerin bir koalisyonu aracılığıyla siyasal iktidarı kazanma ve sosyalist dönüşüm sürecini başlatma hedefi tarif ediliyor.[21]

ABD’de, Demokrat Parti’nin başkan adayı olma mücadelesine karşı çıkan sosyalist örgütler ve çevreler de vardı. Bu tercihleri son derece meşruydu ve bazı haklı nedenlere dayanıyordu. Ama Sanders’ın kampanyası sosyalizm mücadelesine kazanılma potansiyeli bulunanların büyük çoğunluğunun desteğini aldığında, Sanders karşıtlığı konumuna yerleşen sosyalistlerin bu insanlar üzerinde etkide bulunma şansı azaldı.

İngiltere’de, İşçi Partisi’nin genel başkanlığını kazanan Jeremy Corbyn benzer bir sonuca yol açtı. O da bunu sosyal demokrat vaatleri öne çıkararak yaptı. 2016 yılında parti başkanlığına yeniden seçilmek için yürüttüğü kampanya sırasında, kamuya ait bir yatırım bankası aracılığıyla yaklaşık 500 bin poundluk yatırımların yapılması yoluyla tam istihdam ve herkes için iş gören bir ekonomi sözünü verdi. İktidara gelmesi durumunda beş yıl içinde 1 milyon yeni konut inşa edilerek barınma güvencesi sağlanacak ve kiralar kontrol altına alınacaktı. Çalışanların haklarının artırılması, sıfır saat sözleşmelerinin yasaklanması ve 250 ya da daha fazla çalışanı bulunan şirketlerde toplu sözleşmelerin zorunlu hâle getirilmesi yoluyla iş güvencesi sağlanacaktı. Sağlık sektöründeki özelleştirmelere son verilecek ve sağlık hizmetleri devlet tarafından sunulacaktı. Kademeli olarak parasız eğitime geri dönülecekti. Demiryolları yeniden kamulaştırılacak, özel otobüs, eğlence ve spor hizmetleri yeniden yerel yönetimlerin denetimi altına sokulacaktı. Gelir ve servet eşitsizlikleri azaltılacak, en fazla kazananların adil bir şekilde vergilendirilmesi için artan oranlı vergilere başvurulacak ve en fazla kazananlar ile en az kazananlar arasındaki ücret makası daraltılacaktı.[22]

Kapitalizmin büyüme dönemlerinde işçi sınıfının mücadeleleri sayesinde fiilen hayata geçirilebilmiş olan bu tür önlemlerin, günümüzün dünyasında, sermaye sahiplerinin ve onların çıkarlarını temsil eden kurumların ciddi direnciyle karşılaşacağı açık. Bu direnç, ancak, daha ileri adımların atılması yoluyla kırılabilir. Örneğin, “adil” bir vergilendirme ve işçilere tanınan hakların artırılması, sermaye hareketlerinin tümüyle serbest olduğu bir ülkede, sermayenin yurt dışına kaçma eğilimini güçlendirir. Bunun önüne geçebilmek için sermaye hareketlerinin sınırlandırılması gerekir. Sermaye sahiplerinin direncini daha da artıracak olan bu radikallikteki bir adım da kitlesel destek (ve zorlama) olmadan atılamaz.

Corbyn’i desteklemenin ötesinde sosyalist dönüşümlerin hayata geçirilmesini sağlayabilecek bir kitle hareketi yaratmak için kurulan Momentum örgütü, başlangıçta, partisizlerin yanı sıra başka partilerin üyelerine de açıktı. Ama İşçi Partisi’nin içinden gelen tepkiler nedeniyle, önce, başka partilerin üyelerinin Momentum’a üye olmaları yasaklandı.[23] Ardından, İşçi Partisi üyeliği, Momentum üyeliğinin zorunlu bir koşuluna dönüştürüldü. Böylece, Momentum’un, olası bir Corbyn iktidarı döneminde İşçi Partisi’ni ileriye doğru zorlayacak daha geniş bir kitle örgütü hâline gelmesi zorlaştı.

Podemos, daha radikal taleplerle yola çıkmıştı. 2014 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri için hazırlanan programda,[24] devlet borçları ile özel borçların yurttaşlar tarafından incelenmesi, haksız oldukları saptanan borçların ödenmemesi ve geri kalan borçların yeniden yapılandırılması da vardı, devlet tarafından tüm yurttaşlara bir asgari gelirin (evrensel temel gelir) sağlanması da, emeklilik yaşının 60’a düşürülmesi de, NATO’dan çıkılması da.

Evrensel temel gelir, bugün yalnızca solcuların değil, Silikon Vadisi zenginlerinin de gündeminde. Teknolojik gelişmeler, kapitalizm koşulları altında, işsizliğe, yoksullaşmaya ve toplumsal eşitsizliklerin görülmemiş boyutlarda artmasına yol açarken, düzeni tehdit edecek toplumsal patlamaların yaşanmasından korkan bazı en zenginler (örneğin Tesla’nın sahibi Elon Musk ve Facebook’un sahibi Mark Zuckerberg), herkese asgari bir gelir güvencesinin sağlanmasını istiyor ve hatta bazı pilot projeleri finanse ediyorlar.

Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı eserinde, devletin yoksul yurttaşlara gelir desteği sunması ile çalışma hakkı arasındaki farkı şöyle ele alır:

“Haziran günlerinden önce hazırlanan ilk anayasa taslağında, proletaryanın devrimci taleplerini özetleyen ilk acemice formül olan (…) çalışma hakkı, hâlâ yer alıyordu. Bu, (…) devletten yardım alma hakkına dönüştürüldü; hangi modern devlet, yoksullarını şu ya da bu biçim altında beslemiyor ki? Çalışma hakkı, burjuva anlamıyla, bir saçmalık, zavallı ve olmayacak bir istektir; ama çalışma hakkının arkasında, sermaye üzerindeki iktidar, sermaye üzerindeki iktidarın arkasında da üretim araçlarına el koyulması, bunların birleşmiş olan işçi sınıfının denetimi altına sokulması, yani ücretli emeğin, sermayenin ve bunlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin ortadan kaldırılması vardır.”[25]

Teknolojik gelişmeler, örneğin robotlar ve yapay zekâ uygulamaları, insanları kol emeği gerektiren, yıpratıcı, yorucu ve sağlık bozucu işleri yapmaktan kurtarabilir, zorunlu çalışma saatlerinin azaltılmasını sağlayabilir, tüm insanların yaratıcılık potansiyellerinin harekete geçirilmesini mümkün kılabilir. Herkesin insanlığın tüm bilgi birikimine erişmesinin sağlanabileceği bugün, bu birikime yine herkesin katkıda bulunması da mümkün kılınabilir.

Ama üretim araçları sermayenin elinde olduğunda ve dolayısıyla da bu araçların ne şekilde geliştirilip kullanılacağına insanlığın çıkarları doğrultusunda değil kâr elde etme kaygısıyla karar verildiğinde, sefalet koşullarında çalışmanın ve işsizliğin artması kaçınılmazdır. Evrensel temel geliri savunan milyarderler, bunu, üretim araçlarının özel mülkiyetinin tartışmaya açılmaması için istiyor.

Yine de, çalışamayan ve çalışamayacak durumda olan herkese onurlu bir şekilde yaşama olanağı sağlamak için ve nihai hedefin çalışma hakkı olması gerektiğini unutmaksızın, evrensel temel gelir talebi ileri sürülebilir.

Ne var ki, 2014 yılında çalışma hakkı yerine evrensel temel gelir talep etmiş olan Podemos, daha aynı yıl, bu ikincisinden de vazgeçti. İki üniversite profesörüne hazırlatılıp Pablo Iglesias tarafından sahiplenilen ekonomi programında, evrensel temel gelir talebi de yoktu, haksız borçların ödenmemesi talebi de. Aynı programda emeklilik yaşı 60’tan 65’e yükseltilmişti.[26] Podemos’un Mayıs 2015’teki yerel seçimlere yönelik programında da durum aynıydı. Diğer yandan, Kasım 2014’te kendisiyle yapılan bir söyleşide seçimleri kazanmaları durumunda İspanya’yı NATO’dan kesinlikle çıkaracaklarını söyleyen Pablo Iglesias,[27] 2015 yılındaki genel seçimlerde NATO yanlısı bir generali geleceğin savunma bakanı adayı olarak Podemos’un listesine koydu.[28]

Yunanistan’da iktidara gelen Syriza’nın emperyalist ülkelere boyun eğerek tüm temel taleplerinden vazgeçmesi, Podemos’un daha muhalefetteyken sağa kaymasına katkıda bulundu. Hem Pablo Iglesias hem de Íñigo Errejón, seçimler yoluyla iktidara gelme hedefini başka her şeyin fazlasıyla önüne koymuştu. Bunun için başvurdukları yöntemlerden biri, aşırı merkeziyetçilikti.

Podemos’un 2014 yılında düzenlenen ilk kongresinde, partinin 62 kişilik üst yönetim organı için İnternet aracılığıyla yapılan seçimlerde, kişilere değil sadece listelere oy verilebildi. Dileyen herkes herhangi bir liste sunabilse de, bu yöntem, Pablo Iglesias’ın listesindeki herkesin seçilmesini sağladı. 101 bin 726 geçerli oyun kullanıldığı bu seçimde, 62. sıradaki aday 75 bin 131 oy (%73,62) alırken, 63. sıradaki aday 5337 oyda (%5,23) kalmıştı.[29]

Kuruluş aşamasında aynı zamanda bir kitle hareketi yaratmayı önemseyen ve “çevre” adı verilen taban örgütlerine yaslanmaya çalışan Podemos’un oylama sistemi, temel parti belgeleri konusunda da farklı değildi. Oylamaya sunulan belgeler için değişiklik önerisi yapılamıyordu. Daha doğrusu, bunun tek yolu, değişiklik içeren bir başka belge önermekti. Bu da farklı değişiklik önerilerinin ayrı ayrı değerlendirmesini olanaksızlaştırıyordu. Dolayısıyla parti merkezinin hazırladığı belgeler kolaylıkla kabul ettirilebiliyordu. Ama bunun sonucu, anlamsızlaşan seçimlere katılımın azalması oldu. 2014 yılında Podemos’un tüzüğü için yapılan oylamalara 112 bin üye, 2015 yılındaki oylamalara ise sırayla 84 bin (Şubat), 69 bin (Mart) ve 53 bin (yaz ön seçimleri) üye katıldı.[30] Sadece üzerlerinde değişiklik yapılamayan listelere oy verilebilen sistem, 2015’teki genel seçimler için düzenlenen ön seçimlere 375 bin parti üyesinin sadece yüzde 15’inin katılmasına yol açmıştı.[31]

Podemos’un İspanya siyasetindeki hızlı yükselişi 2016 yılında kesintiye uğradı. 2015 yılındaki genel seçimlerde merkezinde Podemos’un durduğu ittifak yaklaşık 5 milyon 200 bin, merkezinde İspanya Komünist Partisi’nin durduğu ittifak ise yaklaşık 925 bin oy almıştı. 2016’daki genel seçimlerde, içinde Podemos’un da İspanya Komünist Partisi’nin de bulunduğu ittifak sadece yaklaşık 5 milyon 100 bin oy alabildi.

Bu kesinti, Podemos’un seçmen tabanını genişletmek için sağ-sol ayrımını tümüyle geride bırakarak ülke yönetiminde daha fazla söz sahibi olmaya çalışmasını savunan Errejón ve taraftarları ile partinin kuruluş dönemindeki tezlerine bağlı kalınmasını savunan Iglesias ve taraftarlarını karşı karşıya getirdi. 2017 yılında düzenlenen kongre öncesinde, parti içi seçim sisteminde değişikliğe gidildi. Bu kez 150 binden fazla üyenin, yani parti üyelerinin yaklaşık yüzde 34’ünün oy kullandığı seçimlerde, üst yönetim organı üyeliklerinin yüzde 60’ını (37 kişi) yüzde 49,7 oranında oy alan Iglesias listesi, yüzde 37’sini (23 kişi) yüzde 33,6 oranında oy alan Errejón listesi ve yüzde 3’ünü (2 kişi) yüzde 13,8 oranında oy alan Antikapitalistler grubu kazandı.[32]

İktidarı istemek yeterli mi?

Íñigo Errejón, toplumsal devrim hedefini içermeyen bir iktidar mücadelesini savunduğunu açıkça dile getiriyordu. Mouffe ile söyleşisinden oluşan kitabında, Laclau’dan devraldığı “halk inşası” projesine açıklık kazandırmıştı. Bir tarafta “oligarşi” ya da “kast” (casta) vardı (daha doğrusu böyle bir karşı taraf tarif edilmeliydi), ve onun karşısına, inşa edilecek olan bir “biz”i, “halk”ı yerleştirmek gerekiyordu. Kimlik inşa etmenin yolu, etiket ve program “fetişizm”ini bir yana bırakmaktan geçiyordu. Duygusal, söylencesel ve kültürel bileşenleri bulunan kimlik inşasında, metaforlar ve tutkular daha büyük önem taşıyordu. Yeni çoğunluklar oluşturarak kurulacak olan geleceğin ilerici hükümetleri, iktidardan düşmeleri durumunda bile (ki bu kaçınılmazdı), başa geçecek olan rakiplerinin kendileri gibi yönetmek zorunda kalmalarını sağlayacak türden dönüşümlere ve reformlara imza atmalıydı.[33]

Sağ-sol ayrımı gibi program “fetişizm”inden de kurtulmak isteyen Errejón’un Mouffe ile söyleşisinde üretim araçlarının özel mülkiyetinin hiç anılmamış olması dikkat çekici. Bunların yokluğunda, somut olarak ne tür dönüşümlerden ve reformlardan söz edildiğine açıklık kazandırılmaması ise hiç şaşırtıcı değil.

“Halk inşası” projesi, halkı siyasal mücadelenin gerçek öznesi hâline getirmeyi değil, Errejón ve arkadaşlarının iktidara gelmesini sağlayacak olan bir taraf olma “duygusu”nu yaratmayı hedefliyor.

Siyasal mücadelelerin karşıtlıklar üzerinden yürütülmek zorunda olduğu açık. Ama radikal demokrasinin has savunucuları, gerçek toplumsal karşıtlıklardan değil, bazı zeki insanların tarif etmesi, hatta yaratması gereken karşıtlıklardan söz ediyor. “Halk”, onlara göre, çoğunluğunu işçi sınıfının oluşturduğu ve çıkarları sermaye sahiplerinin çıkarlarıyla karşıtlık içinde olan toplum kesimlerinin toplamı anlamına değil, popülist söylem aracılığıyla inşa edilmesi gereken bir kimliğin taşıyıcıları anlamına geliyor.

Program da gereksiz bir fetiş sayıldığında (Podemos’un henüz bir parti programı yok), radikal demokrasi mücadelesine öncülük edenlerin vaadi şuna indirgeniyor: Bize (karizmatik liderimize) güvenin, sizin için (yapılabilecek olanların) en iyisini yaparız.

Ve bu “en iyisi”, Errejón’a göre, direniş merkezli bir siyaset izlemekten uzaklaşarak, mevcut yönetim kurumları (özellikle de parlamento) içindeki çalışmalara ağırlık vermek, bir iktidar gücüne dönüşmek ve halkın yararlı bulacağı reformların hayata geçirilmesi için çaba harcamaktı.

İspanya’nın 350 koltuklu Temsilciler Meclisinde, içinde Podemos’un da bulunduğu ittifakın 67 temsilcisi var. 84 üyeli sosyal demokrat partinin, Podemos’un yükselişi nedeniyle söylem düzeyinde bir miktar sola kaymış olmasına karşın, düzeni zor durumda bırakacak herhangi bir reform girişimini desteklemeyeceği açık. Mevcut meclis bileşimi, sadece iki şeye izin veriyor: Düzen partilerinin de kabul edebileceği, dolayısıyla onlara da meşruiyet kazandıracak olan görece önemsiz reformlar için mücadele, ya da kitleleri harekete geçirerek daha ciddi reformları zorla kabul ettirme ve bu yolla kitlelerin siyasallık ve örgütlülük düzeylerinin yükselmesini sağlama mücadelesi.

Podemos, son kongresinde, Errejón tarafından temsil edilen uç çizgiyi benimsememiş oldu. Iglesias kanadının siyasal belgesi kabul edildi. Bu belgede, toplumsal direnişin yeniden canlandırılması öneriliyordu:

“Halkın taleplerini siyaset gündemine sokmaya devam etmeliyiz, ama aynı zamanda, halkın aşağıdan güç inşa etme kapasitesini ortaya koyan somut zaferlerin kazanılmasında rol oynamayı başarabilmek zorundayız … Bir konutun tahliyesini durdurmak halk için bir kazanımsa, haklarını savunan kesimler için bir araç olmak, değişim blokunu sağlamlaştıracak olan daha fazla halk zaferinin hayata geçirilmesini sağlamak anlamına gelmelidir. Kazanmamızın yolu, bu kazanımların Podemos’a değil, toplumsal bloka, halk blokuna ait olmasından geçiyor … Podemos, sokaktan kurumlara doğru bir ilerlemenin zorunlu olduğu anlayışıyla yola çıktı; ama tarihte, yurttaşların zorlaması olmadan çoğunluk yararına hiçbir değişimin kaydedilmediğini de bilerek …”[34]

Bu arada, Podemos’un kuruluş döneminde daha fazla önem verilen “çevre” adlı taban örgütlerine ve bölge örgütlerine daha fazla yetkinin aktarılması isteniyordu.

Kuşkusuz, yaşanan iç tartışmalar ve ulaşılan sonuç, Podemos’u, sosyal demokrat taleplerle radikal demokrasi savunuculuğu yapan bir parti olmanın ötesine taşımadı.[35] Halkın mücadele yoluyla kazanımlar elde etmesine ve yurttaşların zorlamasıyla çoğunluk yararına değişimlerin sağlanmasına yönelik olarak pratikte nelerin yapılacağını zaman gösterecek. Kesin olan, bugünkü Podemos’un, iktidara gelmesi durumunda hızla daha da sağa kaymasına engel olacak bir programa ve örgütlülüğe sahip olmadığı.

Bazı sonuçlar

Evet, strateji tartışmaları Batı’ya geri dönmüş oldu. Ama pek çok örnekte, “devrim stratejisi” tartışmalarını pek fazla içermeyen “iktidar stratejisi” tartışmaları biçiminde...

Buradaki sorun, seçimlerin önemsenmesinde değil.

Seçimler yoluyla bir şeylerin değişmesinin mümkün olmadığı tezi, “sağ popülist” diye anılan ırkçı, faşist ve gerici partiler tarafından fiilen çürütülüyor. Bu partiler de, yerleşik düzeni temsil eden partilerin meşruiyet kaybından yararlanıyor. Ve iktidara geldiklerinde pek çok şeyin daha da kötüye gitmesini kolaylıkla sağlayabiliyorlar.

Aşırı sağcı partilerin avantajı, sermaye düzeninin, özellikle solun güç kazanma potansiyelinin bulunduğu dönemlerde, daha gerici ve daha baskıcı rejimlere fazlasıyla açık olmasından kaynaklanıyor. Ne de olsa solun güç kazanması doğrudan doğruya sermaye sahiplerinin kârlarını tehdit eder.

Dolayısıyla, aşırı sağın sadece bir yolunu bulup iktidara gelmek için çaba harcaması doğal. Buna karşılık sol, eğer iktidarı gerçekten de toplumsal ilişkileri değiştirmek için istiyorsa, bir devrim stratejisine sahip olmak zorunda.

Somut seçim vaatlerini aşan bir programın varlığı (ve ciddiye alınması) işte bu nedenle vazgeçilmez.

Leninist öncü örgütün program ihtiyacından söz etmiyorum. İktidar mücadelesi yürüten kitlesel bir siyasal örgütlenme de, üyelerinin hedef birliğini sağlayabilmek ve kritik dönemeçlerde düzene teslim olmak yerine devrimci kararlar alabilmek için, düzen sınırlarının ötesini zorlayan programatik hedeflere sahip olmak zorunda. Bunlar ülkeden ülkeye farklılaşacaktır elbette. Ama, engellerle karşılaşıldığında üretim araçlarının özel mülkiyetine son verme nihai hedefi doğrultusunda adım atılmasını gerektirecek somut hedefler (örneğin herkese çalışma hakkı) olmadan, üyeler düzeyinde bu hedeflerin ne anlama geldiği konusunda netlik sağlanmadan, kitlesel bir siyasal örgütlenmenin devrimciliğini koruması hiç kolay olmayacaktır.

Diğer yandan, seçimler yoluyla elde edilecek olan mevzilerin “halka hizmet” için kullanılması, gerekli olmakla birlikte yetersizdir. Kapitalist dünyada, tüm yönetim organları, düzenin sürekliliğini sağlamaya yönelik kurumların ve kuralların kuşatması altındadır. Örneğin, bir belediye başkanı, halka hizmet sunabilmek için, hükümetle, devlet görevlileriyle ve sermaye sahipleriyle belirli uzlaşmalara varmak zorundadır. Seçimler yoluyla işbaşına yeni gelen solcu bir hükümet, mevcut yasaların ve uluslararası anlaşmaların çizdiği sınırlar içinde hareket etmek ve devletin içindeki güç dengelerini gözetmek zorundadır.

“Ama işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasına basitçe el koyarak onu kendi amaçları için kullanması mümkün değildir.” Fransa’da İç Savaş’ta bu saptamayı yapan Marx, 12 Nisan 1871’de Kugelmann’a yazdığı mektupta da şunları söylemişti: “18 Brumaire’imin son bölümüne bakarsan, Fransız devriminin bir sonraki girişiminin, bugüne kadar olduğu gibi bürokratik-askerî mekanizmayı bir elden bir başkasına aktarmaya değil, onu kırmaya yönelik olacağını söylediğimi görürsün ve kıta üzerindeki her gerçek halk devriminin ön koşulu budur.”[36]

Syriza’nın emperyalist ülkelere boyun eğerek kemer sıkma politikalarının basit bir uygulayıcısına dönüşmesi, hükümet kurmanın kendi başına devrimci bir dönüşüm anlamına gelmediğinin son somut örneklerinden biriydi.

Emperyalistlerin, yerli sermaye sahiplerinin ve mevcut devlet kurumlarının direnci, ancak kitlelerin harekete geçirilmesi yoluyla kırılabilir. Bunun için yapılması gerekeni Engels şöyle tarif etmişti:

“Baskınların, bilinçsiz yığınların başındaki bilinçli azınlıkların gerçekleştirdiği devrimlerin dönemi kapandı. Toplumsal örgütlenmenin eksiksiz bir dönüşümü söz konusu olduğunda, yığınların da buna doğrudan doğruya katılması; neyin hedeflendiğini, neyi canla başla savunacaklarını öncesinde kavramış olmaları zorunludur. Bunu bize son elli yılın tarihi öğretti. Ama yığınların yapılması gerekeni anlaması için uzun, ısrarlı bir çalışma gerekir ve şu anda, düşmanı umutsuzluğa sürükleyen bir başarıyla, tam da bu çalışmayı yürütüyoruz.”[37]

Engels, özellikle, “Seçme ve seçilme hakkının kullanılması ve bize açık olan tüm pozisyonların ele geçirilmesi” çalışmasından söz ediyordu. Bu çalışma, yığınların devrim sürecine doğrudan katılımını sağlamaya yönelik olmalıydı. Tabii bunun için, programatik hedefler konusunda netliğe ihtiyaç vardı.

Dolayısıyla, seçimler yoluyla elde edilecek olan mevzilerin devrim mücadelesine katkıda bulunmasının yolu, bu mevzilerin halkın örgütlülük ve devlet yönetimine katılım düzeylerini yükseltmek için kullanılmasından geçer. Bu da sadece biçimsel önlemler yardımıyla güvence altına alınamaz.

Dürüst insanların çoğu, olağan koşullar altında, apartman yöneticisi bile olmak istemez, çünkü işin içinde maddi çıkarlar yoksa yöneticilik yapmak daha fazla çalışmak ve sorumluluk üstlenmek anlamına gelir. İşçi sınıfının ve halkın içinden daha fazla yönetici çıkarmak, denetim faaliyetlerine katılan insanların sayısını artırmak, öncülük yapmayı, örnekler oluşturmayı gerektirir.

“Yığınların yapılması gerekeni anlaması için” yürütülecek olan çalışmanın ne kadar “uzun” süreceği, her bir ülkenin somut koşullarına bağlı elbette. Ama strateji tartışmalarının Batı’ya dönüşünün ve somut örneklerin gösterdiği üzere, dünya genelinde, solun kitleselleşme olanaklarını daha kolay bulabildiği bir dönemden geçiyoruz.

Burada dikkat çekici olan bir konu, kitleselleşme hamlelerinin çoğunda, geleneksel Marksist (ya da Marksist-Leninist) parti ve örgütlerin katkısının ve etkisinin sınırlı kalması. Bunda, özellikle sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme sonrasında devrim stratejisi arayışlarının yerini savunmacı/korunmacı yaklaşımların almış olması önemli pay sahibi olsa gerek. Solun kitleselleşmesine yönelik yaratıcılık içeren siyasal çıkışlar, “kitaba bağlılık” kaygısını pek fazla hissetmeyen kesimlerden geldi.

Marksistler, kendilerinden bağımsız olarak ortaya çıkan kitlesel sol hareketlere düşmanca yaklaşamaz. Bunların eksiklerini ve yanlışlarını ortaya koyarken, asıl amaçları, bu hareketlere katılan insanları daha ileri hedeflere yönelik mücadelelere kazanmak olmalıdır. Söz konusu hareketlerin yenilgiye uğraması ya da sağa kayması, otomatik olarak, daha solda duranların güçlenmesine yol açmaz. Daha büyük bir olasılıkla, solculuğun bir kez daha başarısızlığa uğramış olduğu düşünülür. İçlerinde yer alınmasa bile, kitlesel sol hareketleri ileriye doğru zorlamaya, ötesine geçemeyecekleri sınırlara ulaştıklarında alternatiflerini yaratmış ya da yaratabilecek durumda olmaya çalışmak daha doğru bir yaklaşımdır.

Böylesi hareketlerin henüz ortaya çıkmadığı ülkelerin Marksistleri ise, solun kitleselleşme kanallarının açılmasına öncülük etmeyi hedeflemeli. Belirli bir siyasal örgütün üye sayısını artırma yoluyla kitleselleşmesi, ancak istisnai bir durum olabilir. Diğer yandan, siyasal örgütlerin ittifak kurması bile, kendi başına, kitleselleşmenin anahtarı olamayabilir.

Güçlü toplumsal hareketlerin ortaya çıktığı ülkelerde, siyasal örgütler tek başlarına ya da ittifaklar kurarak hızla büyüme şansını yakalayabildi. Örneğin, Şubat 1917 Devrimi sonrasında Rusya’da ortaya çıkan İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri, Bolşeviklerin siyasal etkilerini hızla artırmalarını mümkün kılmıştı. Bolivya’daki Sosyalizm Hareketi (Movimiento al Socialismo/MAS), bu ülkedeki güçlü işçi, köylü ve yerli hareketleriyle bağları sayesinde görece kısa bir süre içinde iktidara ulaşabilmişti.

Toplumsal hareketlerin görece zayıf olduğu ülkelerde, iktidar mücadelesi yürütme ve kitleleri harekete geçirme görevleri iç içe geçer. Düzen sınırlarını aşan ortak hedefler temelinde mümkün olan en kapsayıcı ve katılımcı kitlesel örgütlenmenin yaratılmasında Marksistler ne kadar önemli bir rol oynayabilirse, böylesi bir örgütlenmenin toplumsal devrim hedefine hizmet etmesi o kadar kolay olacaktır.


Notlar

[1] Perry Anderson, Considerations on Western Marxism, Verso, London-New York, Third Impression, 1989, s. 42.

[2] A.g.y., s. 44-45.

[3] A.g.y., s. 52.

[4] Pablo Iglesias, Politics in a Time of Crisis: Podemos and the Future of Democracy in Europe, Trans. by Lorna Scott Fox, Verso, London-New York, 2015.

[5] Íñigo Errejón-Chantal Mouffe, Podemos: In the Name of the People, Trans. by Sirio Canós Donnay, Lawrence & Wishart, London, 2016.

[6] Ernesto Laclau-Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics, Verso, London-New York, Second Edition, 2001, s.. 159.

[7] A.g.y., s. 178.

[8] A.g.y., s. 192.

[9] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev: Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, Ekim 2016, s. 83, 85 ve 97.

[10] http://ilerihaber.org/yazilar/ergun-caglayan-490.html.

[11] Becky Bond-Zack Exley, Rules for Revolutionaries: How Big Organizing Can Change Everything, Chelsea Green Publishing, Vermont, 2016.

[12] http://www.peoplesmomentum.com/faq.

[13] https://d3n8a8pro7vhmx.cloudfront.net/momentum/pages/939/attachments/original/1484079394/momentum-constitution.pdf?1484079394.

[14] https://podemos.info/wp-content/uploads/2016/04/Ethical_code_english.pdf. Bu yıl kabul edilen yeni etik kuralları (https://files.podemos.info/BL2bQhSWUv.pdf), bu yazıda anılan kuralları çok büyük ölçüde içeriyor.

[15] https://guanyembarcelona.cat/wp-content/uploads/2014/12/codietic-eng.pdf.

[16] https://web.archive.org/web/20131126052804/http:/www.movimentocinquestelle.eu/documenti/programma-de.pdf.

[17] Manuel Castells, s. 280-281.

[18] Bernie Sanders, Our Revolution: A Future to Believe in, Thomas Dunne Books, New York, 2016.

[19] http://www.dsausa.org/a_history_of_democratic_socialists_of_america_1971_2017 ve https://twitter.com/DemSocialists/status/905572154699341824.

[20] https://www.jacobinmag.com/2017/08/socialist-left-democratic-socialists-america-dsa.

[21]http://www.dsausa.org/resistance_rising_socialist_strategy_in_the_age_of_political_revolution. Bu yıl düzenlenen DSA kongresinde güncellenen örgüt tüzüğünün amaç maddesi şöyle: “Bizler sosyalistleriz, çünkü özel kâra, yabancılaşmış emeğe, büyük servet ve güç eşitsizliklerine dayalı bir iktisadi düzeni, ırklara, cinsiyetlere, cinsel yönelimlere, toplumsal cinsiyet ifadelerine, engellilik durumlarına, yaşlara, dinlere ve ulusal kökenlere dayalı ayrımcılığı ve statükoyu savunmaya yönelik zulmü ve şiddeti reddediyoruz. Bizler sosyalistleriz, çünkü kaynakların ve üretimin halk tarafından denetlenmesine, ekonomik planlamaya, adil bölüşüme, feminizme, ırk eşitliğine ve baskıcı olmayan ilişkilere dayalı insani bir toplumsal düzen vizyonunu paylaşıyoruz. Bizler sosyalistleriz, çünkü bu vizyona ulaşmak, Amerika’da demokratik sosyalizmi bir gerçekliğe dönüştürecek olan bir çoğunluk hareketini kurmak için somut bir strateji geliştiriyoruz. Bu tür bir stratejinin, Amerikan toplumunun sınıf yapısını ve bu sınıf yapısının, devasa iktisadi güç sahibi kesimlerle nüfusun büyük çoğunluğu arasında temel bir çıkar çatışmasının bulunduğu anlamına geldiğini göz önünde bulundurmak zorunda olduğuna inanıyoruz.” http://www.dsausa.org/constitution.

[22] https://www.theguardian.com/politics/2016/aug/04/jeremy-corbyn-10-point-vision-britain-labour-split.

[23] Alex Nunns, The Candidate: Jeremy Corbyn’s Improbable Path to Power, OR Books, New York-London, 2016.

[24] http://www.andrej-hunko.de/start/download/doc_download/590-podemos-programm.

[25] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, çev: Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, 2016, s. 91-92.

[26] https://www.thespainreport.com/articles/375-141128200000-a-look-at-the-new-podemos-economic-document.

[27] https://www.versobooks.com/blogs/1797-pablo-iglesias-podemos-will-fold-the-ecb-and-quit-nato.

[28] Luke Stobart, “From the Indignados to Podemos?”, Catarina Príncipe-Bhaskar Sunkara (ed.), Europe in Revolt, Haymarket Books, Chicago, Illinois, 2016, s. 189.

[29] https://web.archive.org/web/20141117181435/http://asambleaciudadana.podemos.info/resultados-completos.

[30] Luke Stobart, a.g.y., s. 182.

[31] https://isreview.org/issue/98/podemos-and-left-spain.

[32] http://links.org.au/spain-big-issues-left-unresolved-by-podemos-congress.

[33] Íñigo Errejón-Chantal Mouffe, a.g.y., s. 159.

[34] http://links.org.au/podemos-congress-three-main-positions-vistalegre-II.

[35] Pablo Iglesias, New Left Review dergisinin Mayıs-Haziran 2015 sayısında yayımlanan ve Podemos hakkındaki kitabının İngilizce çevirisinde de yer alan röportajda şöyle söylemişti: “(…) bir sosyalizme geçiş stratejisine karşı çıkmıyoruz, ama daha ılımlıyız ve Avrupa solu gibi yeni-Keynesçi bir yaklaşımı benimseyerek yatırımların artırılması, sosyal hakların güvence altına alınması ve yeniden bölüşüm çağrısında bulunuyoruz.” https://newleftreview.org/II/93/pablo-iglesias-spain-on-edge.

[36] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, a.g.y., s. 79.

[37] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, a.g.y., s. 34-35.

Post settings Labels Published on 10/28/18, 12:16 PM Eastern European Time Permalink Location Options

1 yorum :

  1. Aktarım, yol haritası çizme kılavuzu niteliğinde. Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil